Din, millet ve milliyetçilik: İslam’ın işlevi


Serinin bu bölümünde, "Tarihte ve bugün, İslam'ın devlet ve toplum düzeni açısından üstlendiği işlevler nelerdir ve nasıl bir değişim geçirmiştir?" sorusuna cevap aranacaktır.

Tarihten günümüze İslam'ın devlet ve toplum düzeni açısından üstlendiği işlevler ve değişimler

Hayat bir devinim hâlindedir. Dinamiktir; değişir, dönüşür. Hayatı yaşayan insanlar, insanla var olan toplumlar için de bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Gelecek kavramındaki belirsizlik hissi, bu geleceğe ilerlerken günde kalma, güveni sağlama alacak bir dayanışma ihtiyacı ve paylaşım insanı geleceğe taşırken, süreç boyunca edindiği bilgilerin nesillere aktarılmasını da sağlar. Bu aktarım, mutlaka geldiği dönemin şartları, gelişmişliği ile törpülenmiş bir kümülatif bilgiyi doğurur. Her yeni bilgi, içinde bir öncekinden izler barındırırken; kendisinden de yeni bir şeyler katar. İşte bu noktada bilgi, ilk hâlinden farklılaşmış, değişmiş, dönüşmüş ve aslında gelişmiştir. Şu hâlde insan, sürekli yenileşme ihtiyacı içindedir. Dinler de insanın bu ihtiyacını karşılamasının birer aracı olarak düşünülebilir; devrimler gibi…

Herhangi bir dinin belli kalıplar içine hapsedilmesi, gelişimden kaçınma başka bir yeniye, değişikliğe veya dönüşüme duyulan ihtiyacı arttıracaktır. Çünkü yeni bir din, tüm katılaşmış inanışları, tabulaşmış gelenekleri yıkar; tamamen yenidir, değişiktir ve denemelere açıktır. Örneğin; İslamiyet ortaya çıktığı zamanda, kavmiyetçiliği yıkıp daha büyük bir örgütlenmeyi öğretmiştir veya kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir gelenekte, insana cinsiyet ayrımı yapmadan değer vererek modernleşmeyi sağlamıştır. Bu başlı başına bir devrimdir; değişimdir. Benzer şekilde Hıristiyanlık da birbirlerini kesen Avrupa topluluklarını dizginlemiş, onlara uygarlık getirmiştir. Daha sonra bozulacak olsa da… Ayrıca Protestan Kiliselerinin kurulması da dinin kendi içerisindeki değişiminin en iyi örneklerindendir.

Dolayısıyla toplum, çağın ihtiyaç ve kısıtlarına karşılık bir dönüşüme ya da değişime mutlaka ihtiyaç duyacaktır. O zaman, bugünün gerekleri doğrultusunda kurtarıcı değerlere ihtiyaç vardır. Din de bu arayış temelinde kendine yer bulan bir olgudur.

İslamiyet ve getirdiği 'medeniyet'

Şu anlamda değişimin sonuncusunu İslamiyet ve onun getirdiği medeniyet olarak ele alabiliriz. İslam medeniyeti, Yunan ve Roma medeniyetinin ardından kendisinden en çok söz ettiren medeniyettir. Büyüklüğünü de tarihin belli dönemlerinde ispatlamıştır. Özellikle 19. ve 20. asra kadar hâkimiyetini sürdürmüştür. Elbette, bundaki en önemli etken İslam'a bağlı devletlerin siyasî üstünlüğüdür.

En görkemli devrini 9-11. yüzyıl arasında yaşayan İslam medeniyeti, bu hâkimiyetini mutlaka ilim, felsefe, teknoloji, hukuk, askerlik vb. alanlardaki üstünlüğüne borçludur. Selçuklu ve Osmanlı'nın varlığı başta olmak üzere Türklerin etkisi yadsınamayacak kadar büyüktür. Özellikle halifelik makamının Osmanlı'ya geçişiyle beraber, İslam'ın hukuk üzerindeki etkisi de daha belirgin hâle gelmiştir. Bu üstünlük zaman zaman sekteye uğramış gibi görünse de -örneğin; 13. asırdaki Moğol istilaları- aslında 17. yüzyıla kadar bir şekilde baskın kültür olmayı başarmıştır. 14. ve 15. yüzyıllarda batının teknoloji ve diğer ilmî sahalardaki çalışmalarının yeterince ciddiye alınmaması ileride bu baskınlığın duraklamasına sonra da gerilemesine sebep olmuştur.

İslam dünyası, özelde de Osmanlı'daki ilmî faaliyetlerin durma noktasına gelmesinin arkasında yenilik ve çağın gerektirdiği değişim ihtiyacına gözünü kulağını kapatması vardır. Güngör, bunu şöyle açıklar: "Onaltı, hatta onyedinci yüzyıla kadar İslâm dünyası o zamana kadar mevcut müesseseleriyle, bilgi ve teknoloji birikimiyle öyle istikrarlı bir cemiyet nizamı getirdi ki burada insanları değişmek, ileri gitmek vs. için teşvik edecek ciddi ihtiyaçlar yoktu.[1]" Bu da bir anlamda dünyaya, yani o günün dünyası olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Batı'ya kulak tıkayışın psikolojik arka planını gözler önüne sermektedir.

Gerilemenin sebepleri

İslamiyet, kapitalist bir iktisat sistemini onaylamadığından Batı'daki bu türden gelişmeler Osmanlı için neredeyse yok hükmündeydi. Ne var ki ilmî ve ekonomik gelişmelerin sağlanamamasının suçunu yalnızca İslamiyet'e atmak doğru değildir. Bu boş vermişliğin getirdiği geri kalmışlık probleminin esas düğüm noktası bazı zihniyet türleridir. Tuhaf bir kadercilik ve bu dünyadan elini eteğini çekme "felsefesi", ilmin gelişiminin temel taşı olan yanlışlama, sorgulama, geçmiş birikimin üzerine farklı bilimsel ilişkiler kurarak yeni teknolojiler geliştirme mantığıyla tamamen zıttır. Çünkü bu yenileşerek üretme anlayışının oturduğu zemin akıldır. Aklı devre dışı bırakan ve gerçeği bu dünya yerine metafizik ortamlarda arayan zihniyetin, bu gelişim ve değişimi yakalama imkânı yoktur. Hatta böyle bir arzu ve hedefi de yoktur. Bu yaklaşımı temsil eden en iyi örnek tasavvuftur. Tasavvuftaki "bir lokma bir hırka" anlayışı bütün ekonomik gelişimlerin önüne ket geren bir yaklaşımdır.

Benzer şekilde bu medeniyetin gerilemesinin bir boyutunu da bahsi geçen dönemdeki edebiyat metinlerinde görmekteyiz. Aktarım temasıyla kemikleşen inanış biçimi, kendisini yazın dünyasında da gösterir. Orijinal fikir ya da yorum bulabilmek neredeyse imkânsızdır. Dönemin en iyi eserleri denilecek çalışmalarda bile öncekilerin birer kopyasını görmek mümkündür. Felsefî düşünce, kendi dışındakileri yok saymakla duraklamıştır. Bu düşünme metoduna verilecek örnekler arasında, yine mistik tınıların yoğun kullanıldığı tasavvufu görmekteyiz. Bunların yanında iyi giden şeyler de yok değildir. Örneğin; sanat ve bilhassa da musıkî dönemin en iyi ürün veren sahalarındandı diyebiliriz.

Osmanlı'daki çok dinlilik

Bütün bunlarla birlikte gözden kaçırılamayacak bir nokta da Osmanlı'daki çok dinli yapıdır. Özellikle Tanzimat'la birlikte ortaya çıkan yenileşme hareketlerinin etkisiyle din-devlet-siyaset ilişkisinde de ciddi kırılmalar olduğu gözlenmektedir. Bu dönemde bir siyasî politika olarak devlet katında din biraz daha geri planda bırakılmıştır. Bu halk arasında da birtakım hoşnutsuzluklara sebep olmuştur. Esasen yukarıda sayılan gerileme örnekleri, bir bakıma bilinçli/bilinçsiz bu siyasetin bir tezahürü olarak da karşımıza çıkabilmektedir.

Peşi sıra gelen Birinci Dünya Savaşı yılları ve Millî Mücadele'ye giden süreçte de benzer sorunlarla karşılaşılmaktadır. Toplumda ve dahi yönetim talebinde bulunan gruplarda din-siyaset ilişkisinin gerilimli olduğunu ifade etmek çok da yanlış olmayacaktır. Dönemin hâkim iki fikir grubu İslamcılar ve Türkçülerdir. Bir taraf hilafetin korunması gerektiğini savunmuştur. Diğer taraf olan Türkçülerdir. Özellikle Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Türkçüler, tüm karşıt düşüncelere rağmen esas varlığını sürdürecek fikrin milliyetçilik olduğunu hararetle savunmuşlardır[2].

Henüz her fikir ayrılığının derinlemesine topluma nüfuz etmesinin güç olduğu dönemlerde, bu çekişme, aslında toplum tarafından da fark edilmedi. Tüm savaş ve kurtuluş sürecinde milletin motivasyon kaynakları hem milliyet duygusu hem de din ile bağındaki kuvvetti. Bu ikisini birbirinden ayırmak belki şimdilik sadece entelektüel tartışmalarda karşılaşılan bir durumdu.

Cumhuriyetle gelen zihniyet dönüşümü

600 küsur yıllık Osmanlı hakimiyetinin bitişiyle doğan ön cumhuriyet döneminde de din-siyaset-devlet ilişkileri hususunda köklü değişiklikler yapıldı. Mustafa Kemal Paşa ve kadrosu, özellikle devlet hayatını laikleştirmek için ciddi çalışmalar yaptı. Buna karşın geçişin yumuşatılması için de gayret gösterildi. Örneğin; laik düzenin tesis edilmesinin hedeflendiği saltanatın kaldırılması kararı alınmasına rağmen Halifelik makamı devamlılığını bir süre daha korudu. Cumhuriyetin ilânıyla devletin rejimi belirlendi ve halifelik makamı da misyonunu tamamladı.

Buna karşın Türkiye Cumhuriyeti için laiklik demek din karşıtlığı demek değildir. Bu devrimle, Atatürk bir bakıma dini ve o dine inananları özgürleştirmeyi de amaçlıyordu. Toplumu ve sosyal hayatın tümünü batıl olan ne varsa hepsinden arındırarak, daha anlaşılır ve yaşanır, saf ve katıksız, aynı zamanda da özgürce yaşanacak bir inanç ortamının tesis edilmesi için de bu karar alınmıştı. Öte taraftan din; değişmez kuralları, hüküm ve yargıları olan bir olguydu. Devlet ve siyaset ise çağın ihtiyaçlarına uygun dönüşümlere açık olmalıydı. Bu organizasyonlardaki esnekliği sağlayabilmek için dinin siyasetten arındırılması gerekiyordu. Böylece din, siyasetin dönüşümlerine maruz bırakılamayacak, bir anlamda iktidarın varlığı ve devamlılığı için bir istismar aracı olarak kullanılamayacaktı.

Aradan geçen 100 yılda çeşitli düşünce yapılarına sahip iktidarlarla yönetilen Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde laiklik tartışmalarının tam ortasında kalmıştır. Özellikle son yıllarda bu ilkenin yıpratılması hatta dikkate bile alınmaması, İslam dininin de yıpranmasına yol açmaktadır. Din, hem de hiç telkin etmediği argümanlarla devlet ve siyaset ortamında yeniden sunî eller yardımıyla yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'nin yakın geleceğinde din-devlet-siyaset ilişkisi tekrar tekrar tartışmaya açılacak ve tarafların sert çekişmelerine sahne olacak gibi görünmektedir.

(Devamı yarın…)

[1] Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Adınlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1996, s. 91.

[2] Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-II, Divan Yayıncılık, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006, s.305.



×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

İYİ PARTİ GENEL KURULA GİDERKEN...?
Seçim ve Millîyetçiler

İlgili İletiler

 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin