Din, millet ve milliyetçilik
- Millet ve milliyetçilik bilim temelli kavramlardır. Beşeriyete ilişkin esaslara dayanan ve bu hususta ortaya çıkabilecek sorunlara, yine bu dayanak çerçevesinde çözüm üretir. Din ise Tanrı ile insanlar arasında sağlıklı bir iletişimin yollarını gösterir. İnsana ahlâk ve anlam hususlarında bir rehber olma iddiasındadır. Bilim için ahlâk ve anlam konuları ilgi çekici değildir; çünkü bu konular ne yanlışlanabilir ne de kanıtlanabilir. Dinde ise, daha ziyade semavî dinlerde, özelde de İslamiyet'te, doğa kanunları veya doğanın sorunları ile ilgili bilgi iddiası yoktur. Aksine bu konulardaki merakların giderilmesi için kişileri onu gözlemlemeye yani, bilime yönlendirir.
- Bütün bunlara rağmen dini, toplumun içinden tümüyle ayırmak pek mümkün değildir. Peki, bu ayrımı milliyetçilik çerçevesinde yapabilir miyiz? İşte kaleme aldığımız yazı dizisi, temelde buna cevap arayacaktır. Yaklaşık 5 başlık altında toplanacak dizinin ilk değerlendirmesi din ve toplum ilişkisini irdeleyerek başlayacak. Devamında sırasıyla; İslam'da devlet-toplum düzeni, milliyetçiliğin din temelinde oturduğu konum, laiklik-Türk milliyetçiliği-cumhuriyet ekseninde baskı ve din tartışmaları yapılacak. Sonuç bağlamında ise milliyetçilerin dine bakışı hususunda değerlendirmeler ele alınacaktır.
Bireylerin, grup ya da cemaatlerin ve nihayet toplumların hayatındaki olağan akışı değiştiren ani kırılmalar vardır. Devrimler gibi, savaşlar gibi… Fakat bu kırılmalar ha deyince gerçekleşmez. Bu patlamaya ulaşabilmek için belli şartların olgunlaşması gerekir. Belli birikimlerin olması gerekir. Burada esas olan, işte bu birikimlerdir. Tarihi açıdan bir şeylerin ters gitmesi ve bunların süreklilik ve de çeşitlilik göstermesi lazım ki o kırılma yaşanabilsin. Din için de bu zaviyeden konuşulabilir.
O hâlde sorulması gereken asıl soru: "Yanlışlık neredeydi de din ortaya çıktı? Birey hayatının hatta yer yer toplum hayatının odağına oturmayı başardı?" Burada verilebilecek temel cevap, ahlâktır! Dinin esas hedefi -hangi inanışı ele alırsak alalım- bireyin öz benliğini, birey-birey ve birey-toplum ilişkisini ahlâk çerçevesinde düzenlemektir. Diğer tüm ritüeller, ancak bu zeminde kıymet görür.
Öldürmek, iftira atmak, dedi kodu yapmak, hırsızlık, zina, yalan söylemek vs. dinlerin üzerine basa basa vurguladığı büyük günahlar arasındadır. Çünkü tüm bunlar, ahlâk etrafında şekillenen faktörlerdir. Bunların eylemleşmemesi veya minimum seviyede tutulabilmesi modern toplumların ve hatta eski toplumların da gündeminde, politikasında, kültüründe vardır. Dolayısıyla din, vaat ettiği sorgulamayı birey için yapacak olsa da esasen bireylerin ortak etkileşiminin şekillendiği toplum hayatına da doğrudan dokunan ve bunu düzenlediğini iddia eden bir olgudur.
Sayılan bu erdemlerin tamamı sosyal hayatın içinde, o hayatı yaşayan toplumların refah, özgürlük, huzur ve güven ortamının yegâne kriterleridir. Örneğin din; "yalancı şahitlik yaparak birinin hayatını karartma" der; modern devlette de bu bir suç olarak kabul edilir ve cezası vardır. Benzer şekilde hırsızlık, dolandırıcılık, yolsuzluk, istismar gibi eylemler dinde de yasaktır, devlet ve toplum hayatında da… Din gıybet yapmaktan men eder; toplumda da dedi kodu kabul görmeyen bir eylemdir. Bu herhangi bir dine inanmayan kişi için de böyledir; bir dine iman ettiğini söyleyen kişi için de... Şu hâlde dinin toplumdan yekpare bağımsız bir konu olamayacağını ifade etmek yanlış değildir.
Tartışmalardan uzak tutulan din sadece önyargı yaratırNe yazık ki din, entelektüel açıdan her düzeyde akılcı bir tartışmaya konu olamamıştır. Yine de milletler tarihini incelediğimizde, güzel veya dramatik birçok olayın ana kahramanı olarak dinle karşılaşabiliyoruz. Dün de bugün de pek çok coğrafyada, düşmanlıkların veya toplumda kaynaşmayı sağlayan birlikteliklerin çoğunda bağlayıcı noktanın din olduğunu görüyoruz. Bu, dinin gerçekten yapmayı istediği şey miydi sorusuna yer yer dokunsak da konuyu uzmanlarına bırakmakta fayda vardır.
Bunlarla birlikte din, dünya düşünce mirasında yoğun pratikleri yapılmış, çokça tartışılmış ama bir türlü ihtiyaç duyulan derinlikli analize ulaşamamıştır. Kimi çevreler önyargı ile yaklaşıp bu yargıları siyasallaştırmış; kimi çevrelerse dinin kendi gerçekliğinden kopuk, yorumları önceleyen bir kavrayışla onu fetvaya hapsetmiştir. Hatta onlar da siyasallaştırmıştır. Şu hâliyle din ya yaşamdan tamamen çıkarılması gereken bir kavram olarak kabul edilmiş ya da yaşamı bir açık hava hapishanesine çevirecek kadar gardiyanlaştırılmıştır. Fakat burada dikkat çekmesi gereken en önemli ayrıntı, araştırma ve sorgulama ile değil de tamamen aktarım dindarlığı yapanlardır. Çünkü esas bu kesim, yanlışa düşüp adeta dinden çıkma korkusuyla ne bu fetvaları sorgulamaya cesaret edebildiler ne de "din yoktur, Allah yalan!" propagandalarına karşı kendi argümanlarını geliştirebildiler. Bu da dinin birey ve toplum hayatındaki yerinin doğru belirlenmesinde en büyük engel olarak karşımıza çıktı. Öyleyse sorunlu birinci alan, birey-din ilişkisi olarak tespit edilebilir. Bunun önemli bir ayağını kişilerin dini algılama biçimleri oluşturmaktadır.
Vaad edilen nedir?Din, insana huzur ve mutluluk vaat eden bir olgudur. Telkin, emir ve yasakları da bu hedefe kilitlenmiştir. Köktürk, dinin iki ontolojik temelinden ilkinin vahiy, ki dinin çıkış kaynağı olarak kabul edilir; ikincisinin bireysel bilinç olduğunu söyler[1]. Kişi imana erişebilmek için vahyedilen bilgiyi kendi bilinç dünyasında kabullenmelidir. Aksi hâlde vahyin yerini keyfî yorumlar alır. Bu da dinin siyasî propaganda aracına dönüşmesinden, insan öldürmekten hırsızlığa, çocuk istismarından terörizme kadar her türlü ahlâk dışı eylemin yaşanmasına sebep olur. Böylece din artık vaat ettiği gibi insan hayatını huzurlu, mutlu ve ahlâklı yapmaz; aksine hayat, bir eziyet hâline gelir.Öyleyse birey, dini algılayış biçimini de sorgulayarak işe başlamalıdır. Dinin ontolojisini dayandırdığı huzur ve mutluluk vaadi ile ters düşecek bir algılamada, yanlışlık olduğunun saptanması tutarlı bir başlangıç noktası olabilir.
Öte yandan insan, toplumun içinde ve onunla iç içe, etkileşim hâlinde yaşayan bir varlıktır. Dolayısıyla, bireye sunulan vaatlerin tamamı toplum için de geçerlidir. Dolayısıyla din, toplumu da tasarlama iddiasında bulunan bir inanç sistemi olmalıdır. Yine kuracağı bu toplum tasarımı, kendi var oluşu ve çıkış iddialarına ters düşmemelidir.
İnsan da toplum da doğasında özgürlük ve değerli olma isteğini barındırır. Dinin ontolojisindeki iki temelden biri olan bilinç, bu özgürlük anlayışını onaylamalıdır ki inancın gerçekleşmesindeki en önemli eşik aşılsın. İşte bu özgürlük, kişinin artık Tanrı'ya karşı değil; Tanrı ile beraber haksızlıklara karşı baş kaldırması ve yanlışları düzeltmesi için ona güç verecektir.
Son tahlilde din, günümüzdeki ve uzak-yakın geçmişteki gibi ölüm sonrası hayat için değil; aksine capcanlı yaşanan hayat için vardır. Anlamını yaşamda, hayatı yaşayanlarda bulur. İnsanın beklentileri, sorumlulukları, idealleri de bu anlam çerçevesinde şekillenir.
Toplumda işler nasıl ilerliyor?Benzer şey toplum için de geçerlidir. Kişiler din ile güçlü veya zayıf bir bağ kurabilecekleri gibi, onunla bir bağ kurmamayı da tercih edebilirler. Dinin ödev ve sorumlulukları veya toplum tasarısında kullandığı değerler, zamanla toplumun kültürünün bir parçası hâline gelebilir. Benzer şekilde toplum da kendi kültüründen bir öğeyi seçip dine entegre edebilir. Bu iç içelik dinle ilişkisi hangi seviyede olursa olsun toplumun tamamını oluşturan bireylerin bir şekilde dine iştirak etmesine sebep olabilir. Öyleyse din-birey-toplum ilişkisi çağlar ötesinden beri var olagelen bir gerçekliktir diyebiliriz.
(Devamı yarın…)
[1] Milay Köktürk, Toplum ve Kültür, Ötüken Neşriyat, Ankara, 2017, s.289.
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.