ASIL SUÇLU KİM?
Kitabın ortasından başlıyorum yazıma. İnsanlarımızla aramızda görünmez, kocaman duvarlar var. Bu sebeple onlara ulaşamıyoruz, onlarla iletişim kuramıyoruz. Bizler farklı düşünce yapıları içinde ayrı tellerden çalıp söylüyoruz. Ve onlarla birlikte yalnızca kocaman bir uğultu var ediyoruz. İnsanlar ne bizleri dinliyorlar ne de gerçekten ne dediğimizle ilgileniyorlar. Bu durum apaçık ortada.
Biz insanların araştırmasını, okumasını, merak etmesini istiyoruz; onlar sadece diploma istiyorlar.
Biz çözümler, çareler sunuyoruz, sebepler gösteriyoruz; onlar sadece sorunlarından bahsetmeyi tercih ediyorlar.
Biz çıkış yolları gösteriyoruz; onlar duvarlara sarılıyorlar.
Biz tarihten, milletlerden örnekler gösterip yalnız olmadıklarını, yaşadıkları olayların yalnızca kendilerinin başına gelmediğini söylüyoruz; onlar binlerce defa düştükleri kuyuya methiyeler düzüyorlar.
Biz birlik olalım istiyoruz; onlar sadece kendilerinden başka kimseye bakabilmelerinin mümkün olmadığını duyurmak istiyorlar.
İnsanlarımız evlenmek, yuva kurmak, yoldaş edinmek istemiyorlar; yalnızca gösterişli düğünler yapmak istiyorlar. Ya da paylaşılacak düğün fotoğrafları olsun istiyorlar.
İnsanlarımız çalışmak istemiyorlar, zengin olmak istiyorlar.
Gerçek çözümleri konuşmak yerine, sadece sorunlarından bahsetmeyi tercih ediyorlar.
İslam'ı anlamaktan çok, Müslüman görünmeyi önemsiyorlar.
Değiştirmek istemiyorlar, hiçbir şeyin hiçbir suretle değiştirilemeyecek olmasına inanmamızı istiyorlar.
Değişim isteyenler de yetkiyi ellerine alınca, sadece statükonun korunmasını istiyorlar.
Öğrenmek, bilgi edinmek istemiyorlar; bunun yerine birkaç kelime/isim ezberleyip bilgili görünmeye çalışıyorlar.
Aymazlığı, cahilliği, kendilerine/millete kurulmuş komplolarla açıklamak istiyorlar.
Muhalefetimiz halkı duymak istemiyor, koltuk sahibi olmak istiyor.
Bilim insanlarımız araştırmak istemiyor, ünvan istiyor.
Başları derde girsin kimse istemiyor ama her şeye dertlenmiş gibi görünmek istiyorlar.
Adalet istemiyorlar, güçlü olmak ve güçsüzler üzerinde baskı kurmak istiyorlar.
Sanat istemiyorlar, konuşulmak ve dikkat çekmek istiyorlar.
Yönetimi eleştirmekle yetiniyor, sorumluluk almak istemiyorlar.
Çocuk nasıl yetiştirilmeliyi dert edinmek istemiyorlar, iyi bir anne baba gibi görünmek istiyorlar.
İşlerini hakkaniyetle yapma dertleri yok, işlerinde kimse onlara değmesin istiyorlar.
Düzeni sorgulamak yerine sorgulayanları gözardı etmeyi istiyorlar.
Ve yanlışa yanlış diyen, ses çıkaran herkesin tepesine, bir gün, yumruğun inmesinden keyif alıyorlar. Bir nevi suskunlukları ile ödüllendirilmenin hazzını yaşıyor gibi… Haklı ya da haksız olsun, insanların kafalarına inen her yumruğu iştahla övüyorlar.
Eğer kendinize 'Acaba kime dertlerimizi anlatmaya çalışıyoruz?' diye soruyorsanız, belki de cevabınızı kendi iç dünyanızda bulmalısınız. Ahlâkî değerlerden yoksun, kendilerini kalabalıkların içinde gizleyen, yığın olma güdüsü ile hareket eden insanlarla dolu bir dünyada, vicdanınız ve ahlakınız rehberiniz olmalı. Kimse için, kimseye karşı, kimse yüzünden değil kendiniz için kendi değerleriniz uğruna kendi inançlarınızın size yüklediği sorumluluk duygusu ile hareket etmelisiniz. Bir şeylerin antisi olarak kendini var etmek yerine hayatınızı kendi değerlerinize göre şekillendirmelisiniz. Bir kalıbın içine tastamam sığma isteği yüzünden ömrünüzü heba etmeyiniz. Bir değer var edebilmenin, erdem isteğinin, ahlâk kaygısının peşinde bir yaşamdan daha güzel ne var dünyada? Herkesleşme telaşından insanın kendisini sıyırması lazım. En azından kaygılı bir kesimin... 'Kim, ne demiş/kim, ne dememiş telaşına ne lüzum var. Ben bunu diyorum ve de kim ne derse desin bunun böyle olduğunu düşünüyorum diyebilmeli. Bunu derken de kerameti kendinden menkul bir hissikablelvuku bir hissiyatla değil de gerekçelerini ifade ederek söylebiliyorsanız kendinizi yetiştirmiş ve de davanızı anlatabilme derdine erişmişsiniz demektir. Çünkü düşüncelerinin hangi fikirlerin bir çıkarımı, hangi durumların bir sentezi olduğunu ortaya koyabilmek ilminizin meyvesidir. Varlığınızın anlamı tam da işte burada yatmaktadır.
Afşar Timuçin'in deyişi ile: "Bir oya gibi kendini işlemeli insan, titizlikle". Kendini oya gibi işleyen adamın ömrüne yüklediği anlamdır, bir insanı değerli kılacak olan.
Asıl mücadele, zıt fikirler arasında değil; düşünenlerle, düşünmekten kaçınanlar arasındadır. Bu 'kavga', düşünenlerle maruz kalma isteğini kırmak istemeyenler arasındaki kavgadır.
Bu kavga ahlâklılarla, ahlâklıymış gibi görünmek isteyenlerin kavgasıdır.
İşte tam da bu sebepten, çok daha hoşgörülü olunmalı; fikrini inşa etme sürecindekilere,fikrî zeminde üretenlere, yorumlayarak ve anlayarak bir hayatı, varlığı ve o varlığınsebeplerini sorgulayanlara.
Derdini anlatan insanlara karşı, sizinle ne kadar zıt olursa olsun hoşgörü ile davranmalısınız.
Hıncınızı, öfkenizi yönelteceğiniz asıl yer, her yönden insanları budamaya çalışan, tek tipleştirmeye zorlayan, yığınlaştırmaya çalışanlardır. Bunlar kimliksiz, kişiliksiz, sorumsuz, sorgusuz, araştırmayan, okumayan, derdi yalnızca dertli gibi görünmeye çalışmaktan ibaret olan, eylem gücünü yitirmiş, öfkeli, hayatını başkalarına köstek olmaya adayan, kıyımsız ve bir adım atabilme cesaretini hayatının her yönünde yitirmiş ödleklerdir.
Onların cahil cesaretleridir bu tek tip dünyayı var eden, tüm dayatmaların kaynağı. İşte öfkenizi onlara yöneltmelisiniz. Ziraonlar, hayatımızın enerjisini çalan ve güzelliklerini yok eden gerçek suçlulardır!
Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.