ÖZLÜYORUM


 '' Yaşanmışlığın derin düşlemi içindeyiz. Ne var ki geri dönemiyor insan." diyor.

Dünün havasında soluklanıp taze bir nefesle doğrulamıyorum yerimden. Doğrulurum sanıyor, yanılıyorum. Zincirlenip sabit korkularımın bugününe, geleceğin bilinmezine sırrımı verdikçe açığa çıkıyorum!

'' Satın alamayacağım o şey geliyor aklıma: gençliğim.'' diyor.

Gençliğimle yan yana gelip kol kola gidenlerim var ya, yani zamanım, yıllarım, mevsimlerim... tek tek düşüyor her biri gözlerimin önüne yağmura eşdeğer duruşuyla. Düşenlerimin dizleri dibinde başımı iki elimin arasına aldıktan sonra pantolonumun arka cebinden çıkartıyorum hatıralarımın en yeşilini: seneler evvel atalarımca dağların doruklarına ekilen gizemi, gizemin tohumunu... Gizemin tohumunda sıra sıra, öbek öbek onlarca ayrıntı, hepsine dokunuyorum sevgiye nail avuçlarımla birer birer. Sonra aynaya bakıyor, atalarımın tepelere ektiği tohumun nasıl filizlenip yeşerdiği ve serpildiğini görmeye hazırlıyorum kendimi. Çizgiler, hüzünler, incelen bakışların etkisi altında küçülen bir yüzle karşılıyorum kendimi. "Kim bu?" dercesine öylece kalıp donuklaşıyorum. Ardından yavaş yavaş donuk ihtirasların ortasında debelenen kaygan bir hikâyeye dönüşüyor, kimliğimle geçmişim arasında yeniden biçimleniyorum. "Nedir bu biçimin adı?". Soruyorum gördüğüm çizgilerin ölgün kıvrımına, kırışık buruşuk bir cismin hantal sahipsizliğine uzanıp anlatmaya çalışıyorum beni: duygumu, kaygımı, kaybımı. "Geri gelir mi? '' diye gidenlerim, aklımla kalbimin temas edebileceği histe buluşup bir yol arıyorum çıkışa doğru. Arıyor, aradıklarımın içinde kayboluyor, kaybolduklarımla eskisinden daha çok katmerli katmerli, yoğun mu yoğun, derin mi derin özlüyorum. Çıkışa doğru beliren yaşam örgüsünün en ince telidir bu. Bir bedene sarılamamaktır inceldiği yerden kopuverdiği kadar. Özlendiği oranda uzaklaşan, kolları boş bırakan; ağlatan, acıtan taraflarıyla gözlerde nemlenen, buhar buhar yükselip damlaya dönüşen bir bedene... Yanaklarımdan sızan, akıp kendi yatağına ulaşan meçhulün tortusudur. Nerede başlayıp biteceği bilinmeyen ölümün soyut varlığı gibi bağımlıdır öze. Bir keskin bağımlılık, bir çetin takip misali... Vazgeç, bırak, unut diyorum onu unut! Olmuyor olmuyor... özlüyor özlüyorum... Bazen tam renginde, ahenginde bazen deminden çok öteye en koyu dipsizliği ile ahengini, rengini büyülü bir inatla bozuyor; dönüp kendi etrafımdaki sese, görüntüye soruyor, sordukça özlüyorum. Karşımdaki çehrenin dününü, dünümün çehresini ve bir daha geri getiremeyeceklerimin her senesini... hepsini, hepsinin her zerresini dünde kaldıkları takvimden sayfa sayfa kopartarak özlüyorum...

" Sanırım hep aynı takvim yaprağından bakıyoruz hayata." diyor.

Bu, öyle bir bakış ki uzak değil bize, bilâkis çok yakın... Bazen senin yerine de bakıyor, duyumsadıklarıma gözlerimle dokunuyor, tanıdık bir canı büyütüyorum kirpiklerimde. Herkesin hissedebileceği, aynı adı koyabileceği türden... Biraz geriye çekilip boydan boya betimliyorum bütünlüğümü. Baş başa kaldığım benle anlamlı bir ilişki içinde buluyorum hislerimi. Kendimden yola çıkarak hayatla tanıştırdıklarımın ne kadar sade, ne kadar belirgin olduğuna bir kez daha şahit tutuyorum yaşantımı. Herkesten bir parça taşıdığımın ayırdına varıp bütüncül olduğumuzun inancını pekiştiriyor, böylece senin de öykünü yansıtıyorum aynaya her bakışımda. Kısılan bakışlarımda uzağı daha iyi görmeye niyetli atılganlığım ki, ödenebilecek hesabın bakiyesini biriktiriyor kuruşu kuruşuna ve arkasından elimde avucumda ne varsa ömrün pazarında harcamaya zorluyor. Harcanıp bir kenarda tozlanmaya terk edildikçe tozlu raflarını silip parlatmayı deniyorum. Emek vererek alın teri dökerek kökten bir taban yarattıkça tavana yolluyorum gücümü. Alttan yukarıya mutlak sabır ve inatla yükselip yeniden görüyorum çehremi. Çehremde gördüklerim ki yaşananlara dair olgun, anlamlı, hasrete değer tanımlarla eşleşip geriye dönme heyecanımı artırıyor. Yaş alıp her gün biraz daha yavaşlasam da ihtiyatla davranmanın kuvvetini deneyimliyorum... Evet evet! Yeri geliyor düştüğüm anlar da oluyor, kalkamadığım, tutunamadığım anlar da... ama gelip geçiyor, uçsuz bucaksız bir yüzeyi tarayan ılık rüzgârlar misali alıp başını gidiyor; başka günler tekrar gelip geldikleri gibi gitmeyi çok iyi biliyorlar...

" Evvelden sonraya yol alan zamansal bir döngüdür bu, yaşandıkça evvele götürmeye istekli hâlleriyle öykülenen." diyor.

Şimdi çehremi de yanıma alıp bulunduğum yeri geride bırakıyor; kovmadığım alnımdaki ince çizgilerle küsmediğim aynalarla yan yana, baş başa gidiyorum. Ayaklarımın ucunda serin bir yalnızlıkla okşayıp toprağın kalbini, maviye konuk yeşilin kıyısından zirvelere doğru yürümek, sevdiklerimi kucaklamak, doya doya gidermek istiyorum açlığımı...

" Şurada deniz, dere... şurada kum, çakıl... şurada ağaçlar, kökler... şurada koyulaşıp genişleyen yapraklar... engin bir ormanın eteklerine açılıyorum ılgıt ılgıt." diyor.

Yıllar öncesine uzanıp doğduğum diyarların büyüsüne, elvan elvan türeyen bitkilerin kokusuna, duyusuna, ırmakların durusuna, çiçeklerin sarısına, daldan dala peteğine, arısına sarılıyorum. Elimde yeşilin kadim tonu; seviyor, bağrıma basıyor, başımı göğe çevirip yükseliyor, nüksediyorum bir an. Alçalarak ağaçların ucundaki hürriyetin ormanıyla ve ormanın içinde öten türlü türlü kuşlarıyla esrarengiz bir devinim dahilinde keşfediyorum yeniliği. Nasıl da tazeleniyor sesler, renkler, ölçüler! Sanki hepsi mutluluğa, narin dokuya, bebeksi ölçüye uygun, takdire şayan bir dokunun, sonsuz kere yeniden doğuşun tarifi... Seslerin, renklerin içinde ilerledikçe sırtımın uzağından besleniyor aldığım nefes. Günler, haftalar geçince özlemin örtüsü kalınlaşıyor üzerimde. Saati soruyorum düne, vaktin bir parçasını kavrayıp biraz mavinin altından biraz yeşilin üstünden sürüklüyorum günü. Doğanın yazgısında gazel gazel dökülüp eskiyenleri gördükçe anlaşılır olmanın ayırdına varıyorum. Derinlerde işittiklerim yüzeye çıkıp netleşince yine aklıma satın alamayacağım o şey geliyor: gençliğim.

"Yer, mekân ve ben." diyor.

Şaşkınlıkla açılan bir ağzı andırıyorum. Nasıl bir hızla gelip geçiyor zaman? Hayret! Şaşkınlıkla açılan ağzımı yeni şaşkınlıklara açmak için kapatıyorum. Yerin sırtından, mekânın kapısından içeri girip "Kimse var mı, yok mu?" diye sesleniyorum. Küflü duvarlarda asılı duranlar çarpıyor gözüme. Yerlere düşüp kaldırılmayanlar, toz-duman içinde kalanlar... gördükçe üzülüyor, özlüyorum... Toza dumana karışıp öylece duranlara nasıl dokunsam bilmiyorum. Olur mu ki? Parmağımın ucuyla avucumla... Yüzümü yaklaştırıp yanağımla falan... Dokunsam mı? Görüyorum... köşede yıllara meydan okuduğu her hâlinden belli altı adet iskemle; ağaç gövdesinden yapılmış tabureye benzer altı adet oturak, ters çevrilip duvara paralel yaslanmış iki ayağı kırık bir masa, masanın sağlam bacaklarının birinde asılı kalan, pili çoktan tükenen solgun duvar saati ve kırık camı, çerçevesi, yüzlerce hazin detayıyla sessiz bir dağ evi. Tutup kaldırsam düştüğü yerden düzelir mi bu ev? Denesem mi? Evin her köşesine dokunup tüm yönleriyle sahipleniyorum maziyi. Mazinin bacasından boğuk boğuk yükselen dumanın kokusunu şimdi duyuyor, iliklerime değin hissediyorum. Özlüyorum hem de çok, her şeyden daha kallavi, daha devasa. Öylesine büyüyor ki özlemim, öylesine devleşiyor ki... kararan bir bulutla geçiyorum gözlerimin mahzun boşluğundan ve sağanak bir yağmurun şiddetiyle yağıyorum yeşilin üzerine... özlüyorum eşyanın tabiatında bıraktıklarımı. Geçmişin düşünde gerçeğe dönüşsün diye unutup yeniden hatırladıklarımı. Her şeyden daha çok sevdiklerimi. En mutlu anlarım gibi en acı yanlarımı da...

"Yaralıyız " diyor.

Bu güzel coğrafyada eksik, kırık dökük mutsuzuz çoğu kez. Yanık türkülerimiz, hüzünlü öykülerimiz gibi buruk, vurgun, kaygı doluyuz. Belki bu yüzdendir ağlamayı becerdiğimiz kadar gülmeyi beceremeyişimiz. Belki hayatın en tekil çoğulu olmayı başarmamız, yalnızlığımızın en büyük kalabalığımız olmasındandır... Özlüyorum, tam da böyle anlarımda yalnızlığımın beslediği kalabalığı, kalabalık vuslatlarımın şefkatini. Geceleyin sokağın lambası vururken odamın camına yahut yıldızlardan bir parça ışık düşerken karanlığımın tavanına, usul usul gelip oturuyor yanıma yahut da yalnızca düşlerimin sessizliğini aralayıp giriyor içeriye. Bakıp gülüyor, konuşup gidiyor. Hevesim kursağımda bakakalıyorum ardından. Yeniden bulacağım ümidini besledikçe bekliyor, durup düşündükçe özlüyorum. Buna müdahale edemiyor, aslında etmek de istemiyorum. Biraz daha tutunuyorum zamana, gidenlerim gelecek diye. Kaybın faturası kabardığında baba demenin ne demek olduğunu bilemediğim kadar babaanneme yaklaştıran bağı özlüyorum. Yakına çağıran ırağı, yaylalarda kurulup huzur veren otağı, günün sabahı ve akşamında hep yanımda hissettiğim güveni, sevgiyi, o kocaman dağı özlüyorum...

Zirvelerini kaplayan beyaz örtüsünü, beyaz örtüyle süslenen ladinlerini, yüce ovaları, derbentleri, keskin vadilerini; kişiselleşen yanlarıyla eşarbı, alyazması, tülbentini de özlüyorum. Mezara koyduklarında dirilecek umuduyla yukarı bakışımı hiçbir göze yakıştıramayışım ve "elveda babaanne" deyişimi hiçbir vedaya sığdıramayışım gibi özlüyorum...

Şimdi buradan ayrılıyorum adım adım eskiterek giydiklerimi. Herkes gibi ben de yürüyor, görüp hissediyor, başımı geriye çevirip baktıkça anlıyor, en çok da geri getiremeyeceklerimi özlüyorum.

'' Satın alamayacağım o şey geliyor aklıma: gençliğim.'' diyor.

Engin Yeşilyurt


×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

GANİRE PAŞAYEVA'DAN MÜTHİŞ BİR TESPİT ve BIZIM SLO...
İnsanlık Hâli - Büyümek

İlgili İletiler

 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin