Bir zamanlar, üzerinde yaşayan insanların, zenginlikleri ile göz kamaştırdığı, kimselerin dilencilik yapmaya ihtiyaç duymadığı, bayındır ve güzel bir ülke vardı.
Ülkenin hükümdarı Ulus Şah, onun himayesinde ise yaşlı ve bilge bir vezir yaşardı. Ulus Şah, babasının emaneti bilge veziri yanından eksik etmez, onun görüşüne baş vurmadan hükmünü vermezdi. Bilge vezir sayesinde, yurt bayındır, insanlar huzurlu, hazine dolu olunca hükümdar rahat eder, onun sayesinde sorunlarla uğraşması gerekmezdi. Devlet işlerinin, kendine ihtiyaç duyulmadan çözüme kavuştuğunu bilen Şah, gece gündüz demeden yer, içer, eğlenir ve ava çıkardı.
Gel zaman git zaman, bilinesi tek gerçek ölüm gelip de yaşlı bilgenin kapısını çaldığında, yeni bir vezir seçmek gerekti. Memleketin dört bir yanında, makam ve mevki düşkünü yüksek yönetici kimseler, boşluk kabul etmeyen doğa yasasının kendileri lehine çalışmasını umarak içten içe ümitlenip dua ettiler. Sonunda devlet kuşu, içten pazarlıklı olduğundan, henüz ipliği pazara çıkmamış, Ulus Şah'ın nasıl olduysa güvendiği birinin omzuna kondu, sağlam pençeleri ile onu kavrayıp, vezirlik makamına kadar götürüp bıraktı.
Bu vezir, yeni görevine başlayıp da görevini layıkıyla yerine getirdiğine Şah'ı ikna edince, Şah eski rahatına ve umursamaz hayatına yeniden kavuşmuş, devlet işlerini boşlar olmuştu. Fırsat bu fırsattır deyip, vergi toplamakla görevli vekili yanına çağıran yeni vezir ona dedi ki;