CUMHURİYETİN 100. YILI SÖYLEŞİLERİ - 2

Demet-Yener_kapak

YENER: "Kadının değersizleştirilmesi kesinlikle İslam dininin değil Araplaşmanın etkisidir" 

DEMET YENER
Felsefeci, Roman yazarı

İ. VURUCU: Söyleşimize bir alt yapı oluşturması açısından din- toplum ilişkisini genel olarak değerlendirir misiniz? Bu noktada din ve milliyet arasında tarihsel süreci de göz önünde bulundurursak etki-etkilenen ekseninde nasıl bir ilişki vardır?

D. YENER: İlk insan ya da ona bağlı olarak ilk toplum ortaya çıktığı andan itibaren dinin de var olduğu düşünülür. İnsanların tanımlayamadığı, anlamlandıramadığı ya da karşısında etkisiz kaldığı için korktuğu şeyler, yaratıcı bir üstün varlık aracılığıyla açıklığa kavuşturulur. Bu nedenle de kolaylıkla söylenebilir ki insanlık tarihi, aynı zamanda dinler tarihi serüvenidir. Gerçekten de insanı ve toplumları dinden ayrı düşünmek mümkün görünmez. Toplum ve din arasında karşılıklı bir ilişki olduğu açıktır. Din, toplumu ilgilendiren ve topluma nüfuz eden bütün alanlar üzerinde ne kadar etkiliyse aynı şekilde toplum da dini her yönüyle etkisi altına alan bir yapı sergiler.

Din, sadece toplumsal hayatta varlık göstermekle kalmaz, bunun yanında insanların kaynaşması, dayanışması ve bütünleşmesinde de son derece önemli bir rol oynar. Bütün toplumu saran bir din olgusundan söz edemeyeceğimiz gibi bütünüyle dinsiz bir toplumdan da söz edemeyiz. Örneğin eski Yunan filozoflarından Plutargue, "Dünyayı dolaşınız, duvarsız, edebiyatsız, kanunsuz, servetsiz şehirler bulacaksınız fakat mabedsiz ve mabudsuz bir şehir bulamayacaksınız"1 diyerek bu gerçeği farklı bir şekilde ifade etmiştir. Bir diğer taraftan ünlü dinler tarihçisi Mircea Eliade ise ilk insanın "dindar adam" olduğunu ileri sürer ve bununla yetinmeyerek anlamlı bir dünyanın kuruluşunun da ancak kutsalın keşfi ile mümkün olabileceğini sözlerine ekler.2

Toplumsal hayatın içinde önemli bir yere sahip olan inançlar, toplumsal yaşamla ilgili bir takım kurallar koyarak toplumsal yapı üzerinde etkili olurlar. Örneğin geleneksel toplumlarda ekonomik, siyasal ve sosyal kurumlar ile kültürel normların özünü oluşturan şey, dindir. Bu bağlamda aileyi etkisi altına alan din, buna bağlı olarak evlenme ve boşanmaya bile belirli bir ölçüde yön verebilir.3 Dinin aile üzerinde kurduğu etkinlik, ilkellerde daha kolay gözlenir. Aile reisi olan babanın aynı zamanda kült birliğinin de başkanlığını yapması aile ve din kurumlarının ortak başkan kullanması yoluyla dinin aileye ve dolayısıyla da topluma etki etmesidir.4 Ekonomi, siyaset ve daha birçok toplumsal alan da bu kural koyuculuğu ve itiraz edilemez kabul edilişi sayesinde etki eden din, toplumla karşılıklı etkileşim hâlinde giderek daha da etkin bir güç hâlini alır.

Milliyetçilik ve din ilişkisi, toplumsal alana hükmeden ilişki biçimleri arasında birbirini en çok dışlayan ama aynı zamanda da birbirini en iyi tamamlayan alanların ilişki biçimi olarak ele alınabilir. Her ne kadar yaygın görüş modern anlamda milliyetçiliğin ortaya çıkmasıyla birlikte dinin güç kaybetmeye başladığı şeklinde olsa da tarihin birçok döneminde el ele verdikleri kolaylıkla gözlenir çünkü bu görüşe göre dinler, milliyetçilik için son derece önemli olan mit ve sembollerin kaynağıdır ve aynı yolda paralel olarak ilerlerler.5

Bazı düşünürlere göre din ve milliyetçilik her zaman el ele ilerlemez. Onlara gören milliyetçiliğin dinin güç kaybettiği coğrafyalarda yeni bir güç unsuru olarak da ortaya çıktığı da görülür. Örneğin Benedict Anderson, dinin bıraktığı boşluğu doldurmaya en uygun düşüncenin milliyetçilik olduğu görüşünü savunur. Anderson'a göre milliyetçilik tıpkı din gibi raslantısallığı kadere dönüştürebilecek bir kutsal büyü taşımaktadır ve millet, ezeli bir geçmişten gelmek ve bir ebede ilerlemek gibi kutsallaştırıcı söylemlere sahiptir.6

Anlaşılacağı üzere toplum ve din, zaman zaman birbirini etkileyen, zaman zaman birbirini dışlayan ve zaman zaman da birbirinin aksi yollar tercih eden evrensel olgular olsalar da yadsınamaz bir etkileşim hâlindedirler. Bu bağlamda toplumdan ayrı düşünülemeyecek olan milliyetçilik ve din olgularının da karşılıklı ilişkisi inkâr edilemez. Birlikte işleyip birlikte güçlenmek -Yunan, Bulgar, İngiliz ve Rus milliyetçiliği- bu olgular için nasıl bir seçenekse birinin omuzlarına basarak diğerinin yükselmesi, dinden boşalan güç alanının milliyetçilik tarafından doldurulması da -Avrupa milliyetçiliği- bir seçenektir. Bu seçeneklerin toplum için yararı tartışmaya açık bir konu olsa da keskin sınırlarla birbirlerinden ayrıldıklarında işlev kaybına uğrayacakları da kabul edilmelidir.

İ.VURUCU: Tarihte ve bugün, İslam'ın devlet ve toplum düzeni açısından üstlendiği işlevler nelerdir ve nasıl bir değişim geçirmiştir?

D. YENER: Müslümanların gerek yaşadıkları gerekse çeşitli sebeplerle içinde bulundukları toplumsal ortamlarda fark edilir bir biçimde zihinsel, ailevi, toplumsal, siyasi, hukuki, ahlaki, kültürel, eğitsel ve ekonomik değişiklikler, yani toplumsal bir değişim meydana gelir.

Göktürk Devleti Hakanı Bilge Kağan'ın, Budist mabedi yaptırmak istediğinde veziri Tonyukuk'un "savaşı ve hayvan etini yasaklayan ve miskinlik yaratan bu dinin kabulü, Türkler için bir felaket olur" cevabı, dinin toplumu var eden öğeler üzerinde nasıl bir etkide bulunacağı ve böylelikle toplum hayatına nasıl şekil vereceğini göstermesi bakımından özel bir örneği gösterir7 çünkü göçebeliğin ve hayvancılığın esas olduğu bir toplumsal yapıda hayvan etini dolayısıyla hayvancılığı yasaklayan bir dinin tutunması toplumsal gerçeklerden uzaktır.8 Kabul edildiğinde ise Türklerin yaşam tarzlarını tamamen değiştireceği bir gerçektir.

Din, genel olarak otoriter ve emredici yapısı nedeniyle topluma yasaklar koyan ve sürekli sınırlar çizen yapısıyla toplum üzerinde oldukça etkilidir. İslam dini de Türk toplumu üzerinde bu aynı baskı ve otoriteyi kurmuş, insanlara ya da insan topluluklarına sınırlar çizmiştir. Din örtüsü altında sapkınların ve aç gözlülerin yoldan çıkardığı insan sayısı giderek artmaktadır. Cenneti annelerin ayaklarının altı olarak tasvir eden İslam dini, aynı zamanda en çok kadın cinayetini ve tecavüzün olduğu toplumları ortaya çıkarmıştır. Eğitime baş örtüsü, ticarete faiz yasağı getirerek toplumdaki bütün alanlara etki etmiştir. Devlet yönetimine de etki ederek toplumsal hayatta kutuplaşmalara sebebiyet vermiştir. Cemaatlerin artmasına ve insanların zihinlerinin yıkanmasına neden olmuştur. Bu yüzden Allah ile kul arasında kalması gereken din, reklam ve propaganda aracı haline gelmiştir.

En büyük zararı eğitim kurumuna veren din, devletin hakimiyetinde olması gereken alanlardan elini eteğini çekmedikçe dini gerçek anlamıyla yaşamanın imkânı olmayacaktır. Din ve devlet işlerini birbirinden ayıran Laiklik ilkesi işte tam da bu nedenle benimsenmelidir. Bu çizgiden uzaklaştıkça toplumsal refah söz konusu olmayacaktır.

Türk toplumu, kadının değer gördüğü ve saygı duyulduğu bir toplumdan kadınların namus ve kıskançlık uğruna katledildiği günlere de yine İslam dininin etkisiyle şahitlik etmek zorunda bırakılıyor. Bu yozlaşmış kabul ve toplumsal yapılaşma, İslam diniyle birlikte Türk devlet yapısını etkisini almaya başlamıştır. Günümüzde zirveye ulaşan şiddetin de değer kaybının da sorumlusu İslam dinidir. Bir yandan "Cennet, annelerin ayakları altındadır." derken diğer yandan kadına çarşaf giydirip saçı görüldü, diye katleden bir anlayış, Türk toplum yapısıyla uzaktan yakından bağı olmayan bir anlayıştır.

İ. VURUCU: Toplumların kitlesel din değiştirmesi toplumsal ve kültürel açıdan radikal nitelikli değişmelere de kaynaklık eder. Türklerin İslam'a girişi ile sosyo-kültürel, politik ve iktisadi hayatlarında, öncesi ve sonrası bağlamında, nasıl bir değişim gerçekleşmiştir? Bu açıdan, son zamanlarda sıkça iddia edildiğini gördüğümüz "Türklerin İslam'ı kabul etmesi Araplaşmayı da beraberinde getirmiştir" iddiasını nasıl değerlendirebiliriz?

D. YENER: Türklerin İslam'ı kabul etmesi kesinlikle Araplaşmayı da beraberinde getirmiştir çünkü günümüz Türkiye'sinde İslam'a değil ama Arap toplumuna ait olan birçok uygulama dini anlamda farz gibi yerine getirilmektedir. Kadının değersizleştirilmesi kesinlikle İslam dininin değil Araplaşmanın etkisidir. Cemaat adı altında yürütülen beyin yıkama, siyasi amaçlar için maşa yetiştirme ve üstü örtülmeye çalışılan cinsel sapkınlıkların İslam dini ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Allah ile kul arasında kalması gereken dini birçok konunun şöhret sahibi olan hocalar aracılığıyla ağızlara sakız edilmesi, din işlerinin para karşılığı yapılmasının yanlış olduğunun bizzat Kur'an-ı Kerim'de geçmesine rağmen göz ardı edilmesi de Araplaşma ile dinsel yozlaşmanın iş birliğidir. Kur'an'ı Kerim dururken sayısız hoca efendinin kitaplarının şiddetle ve zorla (!) tavsiye edilmesi de yine bu durum için güzel bir örnek oluşturur.

Türklerde Araplaşma eğilimi İslam'ın kabulüyle başlamıştır. Yaklaşık bin yıllık bir süreçte Türkler hem Arap kültüründen yoğun olarak etkilenmiş hem de ciddi sayıda Türk topluluğu Arap asimilasyonuyla karşılaşmıştır. Günümüzde Türk kimliğini devam ettiren kitleler üzerinde de hâlâ bu Araplaşma eğilimi devam etmektedir.

Türklerin Araplarla bir ve aynı insanlar ya da toplumlar olmadığı bellidir. Arapça İslam'ın dilidir ama bu, Arap kültürünün İslam kültürü anlamına geldiğine kesinlikle kanıt kabul edilemez. Arapların yaptığı her şeyi İslam dininin gereği ve hatta farz ya da sünneti olarak nitelendirmek gibi bir eğilimi var. Oysa bu düşüncenin İslam düşüncesini tam olarak kavramış hiç kimse için elle tutulur bir yanı yoktur.

Başörtüsü, Türklerin yaşam tarzı içinde zaten vardı. İslam'da geçen başörtüsünün nasıl, hangi renkte kullanılacağı da kültüreldir. Başörtüsü İslam'ın buyurduğu bir şeydir ancak onu takıp takmamak İslam'a göre kadının kendi seçimidir. Kadınları başörtüsü takmaya zorlamak din dışıdır. Başörtüsü tamamen kişinin kendisine ait bir tercihtir.

Yüzü kapatmak İslam'a ait değil aksine İslam dışıdır. Bu, Kur'an'ın yanlış yorumlanmasının bir sonucu olmanın ötesinde bir şey değildir. Kadınlar konusunda bunun gibi daha birçok yanlış var. Kur'an her şeyden önce kadının eğitimli olmasını buyurur.

İnsan öldürmek İslam'a karşı olduğu hâlde günümüzde terörizm İslam üzerinden yürütülmektedir. Öncelikle bunun karşısında durmak gerekir. "Allah, Bismillah, Allahuekber" diyerek masum insanların canını almak asla İslam'a ait bir davranış değildir.

Türkçe dua etmekten imtina etmek de Araplaşma etkisidir. Yüce Yaradan'ın Türkçe edilen duaları kulak arkası edeceğini ima etmek, en büyük günahlardan biridir.

Prensip olarak esasen tek bir İslam dini vardır ama Müslümanlar farklı coğrafyalarda yaşadıkları için farklı kültürel özelliklere sahiptir. Dini öğeleri, kültürel öğelerle karıştırmamak gerekir. Türkler Müslüman olmanın yanı sıra aynı zamanda da Türk'tür. Türklüğün İslam'ın dışında kültürel özellikleri de vardır. Buradaki İslam nasıl ki Türk olmanın kültürel etkileriyle yoğruluyorsa Araplarda Arap olmanın kültürel etkileriyle yoğrulmuştur. Bu sebeple Araplığı değil sadece İslam'ı referans almak şarttır.

İ. VURUCU: Türk – İslam Sentezi sizce nedir? Politik-ideolojik bir düşünce midir yoksa milliyetçi- muhafazakâr tarih felsefesi/yaklaşımı mıdır? Bu soru bağlamında Türk-İslam Ülküsü / Düşüncesi / Tarihi / Medeniyeti / Kültürü gibi ikili kavramlaştırmalar Türk-İslam Sentezi'nin bir ifadesi midir?

D. YENER: Türk – İslam Sentezi, milliyetçi- muhafazakâr bir yaklaşımdır. Bu bağlamda Türk-İslam Ülküsü / Düşüncesi / Tarihi / Medeniyeti / Kültürü gibi ikili kavramlaştırmalar Türk-İslam Sentezi'nin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Türk-İslam Sentezi yaklaşımın temelinde, Türk ve İslam kültürlerinin, milli kültürün iki temel kaynağı olduğu anlayışı yatar.

Türk – İslam Sentezi anlayışına göre İslam olmadan Türklerin kimliklerini korumaları mümkün değildir. Türklere en uygun din İslam'dır. Türklerin İslamiyet'e geçişi adeta doğal bir sürecin sonucunda olmuştur.

Sentezden doğan en önemli kavram "ümmetçilik" kavramıdır. Senteze göre ümmetçilik, Allah iradesine teslim olmuş bir topluluğun peşinden koşmak olarak tanımlanır. Yine senteze göre milliyetçilik, kişinin kendi durumunun bilinçli olarak farkında olması hâlidir. Senteze göre Türk milleti, diğer İslam milletlerine göre Allah yolunda savaşma açısından ayrıcalıklı bir konumda kabul edilir. Oysa terimin tam anlamıyla milliyetçilik, adından da anlaşılacağı üzere belirli bir milletin çıkarlarını, özellikle egemenliğini, bağımsızlığını ve özyönetimini kazanmayı, daha sonra bunu daima sürdürmeyi amaçlayan ideolojik fikir hareketidir. Milliyetçilik, her ulusun kendisini dışarıdan gelecek olan müdahalelerden bağımsız olarak yönetmesi gerektiğini, ulusun bir yönetim için doğal ve ideal bir temel ve tek haklı politik güç kaynağı olduğunu savunur. Sentezcilerin ümmetçilik ve milliyetçiliğin paralel kavramlar olduğu iddiası bu anlamda çok güçlü bir iddia değildir.

Tartışmalarının hala devam ettiği üzere din kardeşliği ve ırk birliği farklı şeylerdir. Milliyetçilik, tek dil, tek bayrak, tek millet ve dokunulmaz sınırlar içinde bağımsız bir yapıdan meydana gelen bütünü ifade eder. Din de bu yapının içindeki unsurlardan biridir ama en önemlisi değil. Milliyetçilik, bağımsızlık gibi dini de koruyup gözetmekle sorumludur ama bu durum aralarında rütbe eşitleyemez, eşitlememelidir.

Bunun yanında genel anlamıyla din ya da özel olarak İslam dini farklı coğrafyalarda ve farklı toplumlarda, farklı biçimlerde tezahürlerine rastlayabildiğimiz çok daha farklı bir dinamiktir. İslam ve milliyetçilik kavramlarının bir ve aynı konumda birleştirilmesi, kimi zaman dini alanda ortaya çıkan bir açığın milliyetçilik ile kapatılmaya çalışılmasına kimi zaman da milliyetçilik fikrinde karşılaşılan bir açığın İslam ile yamanmak istenmesine neden olmuştur. Bu bağlamda ikisinin de sınırları muğlak hale gelmiş, ikisi de kendi içinde anlam karmaşasına düşmüştür.

Bazı düşünce sistemlerine göre Türk- İslam düşüncesi, milliyetçiliğin çatısı altındaki bir bakış açısının ifade edilmesi anlamını taşıyacağı yerde statü olarak eşit iki kavramın birleşimi gibi düşünülmektedir. Oysaki milliyet değişmez ama tarih içinde defalarca karşılaştığımız üzere toplumlar defalarca din değiştirmiş, hatta kimi zaman toplumsal yapı içinde birden fazla din anlayışı hüküm sürmüştür. Bu bağlamda din ile milliyetçiliğin ya da İslam ile milliyetçiliğin başa baş ilerlediği bir fikir sistemi topluma yanlışa sürüklemenin ötesinde bir işlev görmez. Kendine milliyetçi diyen kişilerin, dinsiz ilan edilmek korkusunu bir yana bırakarak gerçekten savunması gereken konular ile ilgilenmesi ama daima dine ya da İslam dinine saygıyı koruması ve gözetmesi gerekir.

İ. VURUCU: Türk -İslam Sentezi ile Türk Müslümanlığı aynı anlam ve işlevleri mi temsil ediyor, yoksa farklı değerlendirmeler midir? Bu eksen üstünde Türk Müslümanlığı tanımlaması için ne düşünüyorsunuz? Aynı dine mensup farklı milletlerin din yorumlarının / anlayışlarının aynı olması mümkün müdür?

D. YENER: Türk -İslam Sentezi, Türk olmanın etkisiyle Türk gelenek, örf ve adetleri ile İslam dininin birbiri içinde yoğrularak toplum genelinde İslam dininin kabul görmüş halini ifade eder. İslam dini ile Türk olmak durumunun birlikte var olabilmek adına aldıkları birliktelik biçimini ifade etmeye yarar.

1960 Askeri İhtilali'nin "kudretli albayı" Alparslan Türkeş'in Türkçülük ve İslamcılık (Ümmetçilik) ideolojilerini kendince sentezleyerek ortaya koyduğu Ülkücülük ideolojisi yazık ki şeklen ve içerik olarak bozulduğu için çökmüştür.

Alparslan Türkeş, Türk-İslam sentezi olan Ülkücülük ideolojisini dokuz ışık doktrini üzerine kurmuştur.

Meşhur 1969 Adana Kurultayı'nda laik Türkçüler Milliyetçi Hareket Partisi'nden dışlanmış yerlerine din kardeşliği esası üzerinde farklı kadrolar getirilmiştir. Ülkücülük ideolojisi böylece Türk siyasi hayatına da girmiş olmaktadır. Dokuz Işık doktrininin maddeleri ise şunlardır:

1- Milliyetçilik
2- Ülkücülük
3- Ahlakçılık
4- İlimcilik
5- Toplumculuk
6- Köycülük
7- Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik
8- Gelişmecilik ve Halkçılık
9- Endüstricilik ve Teknikçilik

Türk Müslümanlığı ise, İslam dininin Türk toplumunda kendine edindiği yer, kullanılan biçimi, kabul gören ritüelleri ve sahiplenilme derecesini ifade eder. Türk toplumunun nasıl bir İslam dini yaşadığını anlatmaya yarar.

Ülkücülükteki milliyetçilik daha çok Osmanlı'yı andıran bir kozmopolitliğe sahip iken Atatürkçülüğün milliyetçilik anlayışı tamamen Türklük üzerine kuruludur. Türklüğün simgesi olan "bozkurt" simgesi Atatürk tarafından sıkça kullanılmış iken bugün Ülkücülüğün simgesi olarak kabul gören üç hilal simgesi Osmanlı armasıdır.

Aynı dine mensup farklı milletlerin din yorumlarının ya da din anlayışlarının aynı olması çok da mümkün görünen bir durum değildir çünkü toplumlar dinden ibaret yapılar değildir. Toplumları oluşturan sayısız farklı dinamik söz konusudur. Yönetim biçimi, dili, tarihi, tercih ettiği ekonomik yapısı, coğrafyası, iklim koşulları, kabul gören sosyal statü ve sosyal roller gibi daha birçoğunu sayabileceğimiz bu toplumsal dinamiklerle biçimlenen toplum yapısı ve toplumsal hayat ile tercih edilen din arasındaki bağların nasıl ve nelere göre kurulduğu, toplumu oluşturan bireylerin bu bağları ne kadar ve nasıl benimsediği, benimsemediği şeyleri neye evrimleştirdiği kesinlikle diğer toplumlardan farklılık gösterir. Bugün sıklıkla kullanılan 'Arap Müslümanlığı' ifadesinin de gösterdiği üzere her canlı organizma gibi toplumların da dinamikleri alma, kabul etme ve biçimlendirme yöntemleri farklıdır. Bire bir aynı dini anlayışa sahip iki ya da daha fazla toplum olması imkansıza yakındır. Birbirine sınır komşusu olan ya da çok sayıda tarihsel ortaklığı olan toplumların bile din yorumları ve din anlayışları birbirinden oldukça farklıdır. Nitekim aynı dinin kendi içinde ayrıldığı fraksiyonlar bile aynı toplum içinde birbirinden neredeyse farklılaşmıştır. Nesnel bir durumdan söz edilmediği için din anlayışının aynı oluşundan söz etmek doğru değildir. Benzerlikler ve farklılıklar olacaktır, yakın ya da uzak yönleri olacaktı ama aynı olmayacaklardır.

Olaya bir de Türk- İslam Sentezcileri gözünden bakmak da faydalı olacaktır. Onların görüşü ideolojik olarak saptırılmadığında mantıklı ve kabul edilebilir bir yapıdadır. Türk- İslam Sentezcilerine göre bir olgu olarak Türk- İslam Sentezi, Türklerin İslam dinine girmesiyle oluşmaya başlayıp özellikle Selçuklu ve Osmanlı Devletleriyle olgunlaşarak Müslüman- Türk kimliği haline gelmiştir. Türklük ile İslamlık arasındaki bu sentez tez ve antitez zıtlığı şeklinde iki zıt unsurun bireşimi anlamında değil, iki uyumlu unsurun tarih boyunca tabii bir seyirle bireşim haline gelmesi biçiminde gerçekleşmiştir. Bu nedenle onlara göre Türkler İslam dinine büyük hizmetler yaptıkları gibi, İslam dini de Türk kimliğinin korunmasını sağlamıştır.

Bu durum, yani karşılıklı bu ilişki onlara göre Türk- İslam Sentezi'nin belli politik amaçlarla kurgulanmış ve üretilmiş olduğu anlamına gelmez çünkü Türk- İslam Sentezi Türklerin yüzyıllardır sahip olageldiği kültür ve medeniyet değerlerinin toplamını ifade eder. Yine de kurgulanan kısımlarının olduğunu reddetmek günümüz Türkiye'sinin geldiği durumu anlatmada yetersiz kalır. Siyaset adına yerinden edilen bazı dinamikler yüzünden toplumun belirli bir kesiminin diğerlerine göre fikirleri değişmiş, saf bir İslam dininden öte kurgulanmış bir İslam diniyle tehdit edildiğini düşünür hale gelmiştir. 

_________

1 Ahmet Kahraman, Dinler Tarihi, İst., 1984, s.14.
2  Mircea Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu (Çev. M. Aydın), Konya, 1995, s.VI-1.
3 Nihat Nirun, Sosyoloji, İst., 1986, s.102.
4  Joachim Wach, Din Sosyolojisine Giriş, (çev. B. İnandı), Ank.,1987, s.18.
5  Smith, A. D. (1994). Milli kimlik. (Çev. B. Şener). İstanbul: İletişim Yayınları.
6  Anderson, B. (2015). Hayali cemaatler Milliyetçiliğin kökenleri ve yayılması (Çev. İ. Savaşır). İstanbul: Metis Yayınları.
7 Coşkun, Ö, (2016), Türk Yönetim Sistemi Üzerine Kısa Bir Değerlendirme, The Journal ofInternational Lingual, Social and Education Sciences, Volume: 2, Number: 2, pp. 126-133.
8 Kazancı, M, (2005), Türklerde Devletle İlişkiler Üzerine Bazı Notlar, İletişim Araştırmaları, 3(1-2): 5-40.

×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

BİLİNİZ
FENOMEN

İlgili İletiler

 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin