“TEORİK GURULTULAR”, LİBERAL SOL – SOL SOSYAL BİLİMCİ PARADİGMANIN “MUHAFAZÂKAR” REDDİ

"Kiralık fikirler kira evlerine benzer. Ocağı temizlemeden yakamazsınız, tüter."

Cenap Şahabeddin

Sol – sosyalist tarih yazımında, Türkiye'nin tarihsel serencamını, kapitalizm öncesi feodal tarım devleti olarak görmek hayli yaygın bir yaklaşımdır. Tarihsel materyalizm uyarınca feodalizm, burjuvazi, sanayi kapitalizmi gibi evreleri geçen Türkiye'nin kaderin bir zorlamasıyla sosyalizmin kızıl şafağına uyanacağı inanılır. Hatta Türkiye'nin farklı bir tarihsel gelişim süreci içerisinden geçtiğini, bunun yolunun da illa bu örüntü ile değil farklı şekillerde de gelişebileceğine inanan insanlar, döneklik ve revizyonizmle kahredilir. Türkiye'nin sosyalizm durağına varacağı inancı o kadar kesindir ki bunu engelleyen her şey anti-komünizm teyakkuzu adı verilen bir paranoya ülfeti ile temellendirilir.

"İşçi" sınıfının kesin yenilgisi ise 1990'lar da Batı Avrupa'da başlayan kimlik okumaları ile telif edilmeye çalışılır. Farkı kimlik ve inançlar, işçi sınıfının sosyalist örgütlenmeye daha önce temin edemediği insan gücünü ikmal eder. Aslında sol ve onunla bağlatısı maruf sol liberallerin, bu toplumsal mühendislik idefiksinde yalnız olmadığı bilinmelidir. İslamcılar da bir türlü yaratamadıkları "dindar" nesilden yakınırlar.1 İşte bu bağlamda, "mutlak yanlışlanamaz" ve ilahi bir karine gibi bize sunulan teorilerin son seksen yılda başlarını biteviye sosyolojinin gerçek tunç surlarına vurduklarını görmekteyiz. Söz konusu teorik gurultu ve sefalet metaforu sosyalizmin tarihsel mağlubiyetini göz ardı ederek onu tanrısallaştıran kimselere bir yakınma içermektedir.

Yukarıda da belirtildiği üzere 1980'lerden bu yana, sosyal bilimlerde "kimlik temelli" tartışmalar ilanihaye devam etmektedir. Öte yandan, Türkiye'nin bütün meselelerini, neredeyse her sorununu Kemalizm'in tarihsel mirasıyla ve onunla ünsiyeti maruf olan "ulus-devlet" paradigmasını yererek tavsif etmek hayli çekici bir yaklaşım olarak belirmiştir. Türkiye'deki sosyal bilimlerin, memleketin belli tarihsel aralıklarıyla "çeviri" bir eserin etkisine kamuoyuna serdedildiği gözden kaçırılmamalıdır. Yani, dönemsel olarak takip edilen kuramlar, adeta bir terzi titizliği ile Türkiye proporsiyonu ile çakışması gerektiği inancı, bilhassa sol aydınların düşün dünyasının ayrılmaz bir parçasıdır.

Aslında dışarıda üretilen teorilerin bilinmesi, hatta Türkiye'ye hangi ölçüde uyduğu, Türkiye'nin sosyal meseleleri tartışılırken zihin açıcı bir egzersiz olabilir. Ancak meselenin olduğu gibi alınarak, Türkiye'nin sosyal gerçekliğini yatay kesen bir realite olduğuna inanmak, belki bir miktar düşünsel tembelliğin parçası olarak görmek mümkündür. Bu bağlamda değerlendirilebilecek çok parlak tarihsel örnekler vardır. Cahit Tanyol'un "Şahsi Teşebbüs İmkanı" yazısı, aslında Türkiye'nin Marksist tarihsel materyalizm paradigması ile Türkiye gerçeğinin başka bir zemin üzerinde hareket ettiğini ve tarihsel biricikliğini imler türde yazısına, Yön'de Behice Boran'ın mukabele etmesi yukarıdaki örneği pekiştirir niteliktedir.2 Türkiye'deki mühim sosyologlardan biri olan Boran'ın, Osmanlı toplum düzeninin Batı Avrupa'nın feodal gelişkinliği ile uzlaştırarak, klasik Marksist ortodoksiyi bilvesile tekrar ettiği görülür. Amacım Boran'a laf söylemek, sırf sosyalist olduğu için onun düşünsel zemini, kısır bir siyasi tartışamaya çekerek meseleyi vulgarlaştırmak asla değil. Bu misal bize ancak, Türkiye'deki düşünsel kısırlığın ve tembelliği göstermesi bakımından gayet değerlidir.

Türkiye'de 1960'lı yıllara damgasını vuran bir diğer paradigma da ATÜT meselesi olmuştur. Yine aynı şekilde, 1970'lerdeki düşük yoğunluklu iç savaş döneminde, bunların üzerine tıpkı İdris Küçükömer gibi telif eserler üretmek yerine bir çeviri çılgınlığının olduğunu görmek gerekir. Hatta, söz konusu isimlerin Marksist histografyada tel'in edildiği görülür.3 İşte bu yüzden düşünsel bir sefalet ve tembelliğin geliştiği yıllar için 1970'ler demek mümkündür. Öte yandan Doğan Avcıoğlu gibilerinin bu sefalet perdesinin gerisinde kaldığını ifade etmek gerekir. Aslında Milli Demokratik Devrim gibi -her ne kadar otoriter Kemalist modernleşmeyi soluna düşerek ikrar etse de- "yerli ve milli" teorileri serdeden görüşler yukarıdaki eleştirinin bir miktar gerisinde kalmaktadır.

Türkiye'de sol düşünsel iklimde, ülke şartlarını mekanik düzlemde ilânihaye bir paradigmanın doğrultusunda gelişeceğine dair eksik bir inanış vardır. Ancak bunun bir zamanlar "main stream" olduğu artık yerine kimlik tartışmalarına bıraktığını söylemek gerekir. Artık Türkiye'nin her meselesinin zamanında, cumhuriyetin kuruluş devrindeki günahlarından "tekçi ve etnikçi" hatalarından kaynaklandığı düşünülmektedir. Memleketin her kusuru, içinden çıkılmaz zannedilen her şey Kemalist-laik ve ceberut devletin tepeden inme biçimde halka yenilikleri ve ulusçuluğu dayatılmasından mücessemdir. Elbette bu döneme ait eleştirilecek çok husus vardır. Ancak ilanihaye, özgür, eşitlikçi ve federatif demokrat bir devletin ortaya çıkmamasının "antagonisti" Kemalist ulus devlet anlayışı olduğunu düşünmek bir nebze safdilliktir. Oysa tarihsel gelişim içerisinde – yeteri kadar Kemalist sayılamazsa da- devletin mebzul miktarda demokratikleştiği ve daha da demokratikleşememesinin önünde başka engeller ve tehditler olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu itirazın muhafazakâr ve mevcut hükümetin dümen suyuna girmek çerçevesinde şekillendiği şeklinde itham edilebilirim. Ancak yazının başlığından da anlaşılacak şekilde bu riski satın alıyorum.

Karl Popper, "geleceğin herhangi bir tarihsel zorunluluğun değil bizim tayin edeceğimizi" söyler, haklıdır da. Gelecek tasavvuru, herhangi bir ideolojik sermayenin malzemesi edilmek yerine, belki de tarih biliminin raconuna uygun olarak kendi şartları, siyasal ve sosyal habitusu çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Evrenselliği reddederek bir "kulturkampf" tuzağına düşme tehlikesini gözden kaçırmadan, Türkiye'nin özgül şartları vesilesiyle düşünmek belki de daha üretken bir zihin haritası ortaya çıkaracaktır. Bir teoriyi başka bir postmodernist teoriyi yaslanarak inkar etmek her ne kadar tutarlı olmasa da tarihsel ironinin ve sosyal bilimlerin de kendi içerisinde matematiksel ve tutarlı olma iddiasından beri olduğunu düşünmek gerekir.

Yine de yukarıda önerdiğimiz izleğin dışında, sosyal bilimlerin hala sol paradigmanın eşliğinde terennüm ettiğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Adına her ne derseniz deyin -woke, züppelik, paçozluk- kendi doğrularını ilahi bir kaide gibi kabul ederek, tüm yaşananları bu çerçevede görerek yaşayan ve hatta çözümlerin mahut sınırlar içerisinde gerçekleşmesini isteyen garip bir tutuculuk söz konusudur. Kendine ve fikirlerine haddinden fazla inanan ve yaslanan bu insanlar, kendileri gibi düşünmeyen her insanı yahut grubu "hain" ilan etmekten geri kalmazlar.

İşte bu bağlamda sol liberal ve sol grupların, Selefi cihatçılarla habersiz bir düşünsel simbiyozunun içinde olduğunu düşünmek için hayli sebep vardır. Bilhassa sol grupların gözünde, komünist olmayan her birey mutlak kötü ve bu bedbaht düzenin bir parçasıdır. Mutlak kötü olduğu ve yanlış bilinçlenme doğrultusunda "tarihi sınıf savaşımı" paradigmasına iman etmediği için o kişi "kâfirdir" – onların deyimiyle faşist. Hatta kendi içlerinden gelen her eleştiri bile bir nebze münâfıklık – revizyonizm- olarak adlandırılabilir. Yani sol/sosyalistler de kendileri gibi iman etmeyen insanları tıpkı Selefiler gibi pek tabii tekfir edebilir. Haksızlık etmemek gerek, her siyasal fikrin yukarıda belirtilen netameli işleri vardır. Ancak bu tekfir ve mutlak doğru tabusu, sol sosyalistler ve selefiler bağlamında sistemli bir birikimin yansıması olarak ele alınabilir.

Tüm bunlar ele alındığında solculuğu ile maruf birçok mühim yazarın, meselelere sosyalist bir ön kabul ile yaklaşıp Türkiye'nin yakın tarihteki tüm meselelerini anti-komünizm gibi bir miktar paranoya kuramına dayandıracak kadar kör olduğu anlaşılmaktadır. Sözüm ona Demokrat Parti kurulmuştur, çünkü komünizm kök salmasın diye, tüm darbeler onların memleketi adım adım ele geçirmesine mâni olmak için yapılmış ve halk onlardan nefret etmektedir çünkü devlet propagandası vesilesiyle… Çünkü yanlışlanamaz ve mutlak doğru olan inançlarının mağlubiyeti ancak bu komplocu vesayetin gölgesi altında açıklanabilir. Sosyalizmin kendi iç tutarsızlıkları bahis konusu dahi olamaz. 


________
1 Bu bağlamda, sığınmacıperverlik ile Türk'e duyulan hazımsızlığın arasında kesif bir ünisiyet var. Demografik yapının bozulmasına dair gizli bir kıvanç ve Türk'e duyulan freudyen bir hınç. İdeallerindeki toplumsal mühendisliği dışarıdan gelen unsurların Türk'ün ikamesi olarak tasavvur etmek.

http://behiceboran.net/_aa/yazilar_pdf/0462.pdf. "Tarih ve sosyolojiyi ilgilendirir akademik bir konu gibi görünen "Türkiye'de burjuvazi var mı yok mu?" meselesinin gerçekte pratik, aksiyon için taşıdığı önemli neticeleri vardır. Türkiye'de batı anlamında hususî mülkiyet ve burjuvazi yoksa, tabiî o zaman burjuvazinin karşı kutbu işçi sınıfı da yok demektir. İşçi sınıfı olmayınca da bir işçi sınıfı ideolojisi ve hareketi olarak sosyalizm söz konusu olamaz. O zaman sosyalizm, toplumda gerçek bir dayanak ve kuvvetten yoksun, havada kalmış, bir takım "hayırperverane" fikirler ve dilekler sistemi, veya bir seçkinler kadrosu yönetimi hülyası olmaktan ileri geçmez." Sosyalizmin sadece bu koşullar altında gelişeceğine inanan, ortodoksi yorum, Türkiye'nin gelişim şartları ile Batı Avrupa şartları ile eş görünmektedir. Bu paradigma dışında bir sosyalizmin inkişafını mümkün görmemektedir.

3 Bu tür meseleleri paylaştığım Marksist arkadaşlarımın bir bölümü, bu isimleri küçük burjuvazi olarak görerek ilginç bir küçümseme ile bakmaktadır.

×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

Osman Karatay’ın Büyük Türkçülüğü
ÖLMEYE YATMAK

İlgili İletiler

 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin