BİR KİTABIN KAYIP KRİTİĞİ: TAMER SAĞCAN’IN İLK KİTABINI DÜŞÜNMEK

Efendim, başlıkta kitap ve kritik sözcüklerini görenler bir kitap kritiği yapacağımızı sanmasın. Kritik kitapların peşinde olsak da kitap kritiği ile barışamadık. Zaten, "tarihi irdeleyen kitapları irdeleyen" bir kitabı irdeleyecek değiliz. Oldum olası kitap tanıtım yazısı yazamadım. Kitap tanıtım yazı niyetiyle başladığım yazılarda kendimi yazarın imza gününde giyindiği gömleği betimlerken buldum. İşbu yazının da neye benzeyeceğinden emin değilim. Ama şu bir gerçek ki bu mekânda anılan kitabın kritiği, gerçekten kayıptır. Yazı dâhilinde tehlikeli sulara dalmadan önce ömrünü kitap okutmaya ve okunulan kitapları yorumlatmaya adamış olan şeyhimin (Bkz. Kitap Şuuru postnişini) ellerinden öperim.

Bu yazıya sebep, Tamer Sağcan nam araştırmacının "Kavimlerin Kayıp Tarihi" adını taşıyan ve "Türk İlk Çağı'nı Düşünmek" alt başlığını taşıyan eseri olduğundan kitap hakkında birkaç şey söylemek iktiza eder. Kitap, Tün Kitap'tan 2018 yılında çıkmış, 396 sayfa, karton kapaklı, sonunda 10 sayfa kaynakça bulunduruyor. Sağında solunda, "Filancanın sunumuyla!" şeklinde bir tanıtım aracı göremesem de kitabın başında Göktürk Ömer Çakır'a ait sunuş mu sena mı, öyle bir yazı mevcut. Kaliteli bir baskıya sahip olan kitabın kapak görseli dikkat çekici ve başarılı. Ancak kapak kartonunun daha da kaliteli olması gerektiğini belirtelim. Türk matbuatına olan hizmetim her ne kadar ortaya konulanlara kulp bulmaktan ibaret olsa da, "Abi bu kâğıt ince," dediğimde, "Elimizde bir-iki baskılık kâğıt var, bitsin de bakalım," diyen; Feysbuk'ta, "Elin bilmemne dergisi takvim hediye ediyor," diye serzenişte bulunduğumda, "Bizimki de haftaya çıkıyor," diye mesaj atan; "Abi bu kitapların kendi ayraçlarını neden bastırmıyorsunuz?" diye sorduğumda, "Unuttuk onu, yeni kitaplara inşallah," dedikten sonra yeni çıkan kitaplarına şık ayraçlar ekleyen; aldığım kitapta sayfa tekrarı görüp acaba hepsi mi hatalı diye bildirdiğimde, "Seninki öyle gelmiş, matbaada forma karışmış, sana bir kitap borçluyuz," diyerek ilk rastlaşmamızda çantasından kitabı çıkarıp uzatan bir imtiyaz sahibi var Tün Kitap'ın. Aynı zamanda -hatta ilk öncelikle- Ayarsız'ın da reisi olan Ragıp Ağabey, bu öneriyi dikkate alacaktır sanıyorum.

Kitabın başlangıç sayfalarından yazarın bir hukukçu olduğunu öğreniyoruz. İçimizden bir "Haydaa!" çeksek de önyargılarımızı cebimize koyuyoruz. Bu noktada bir öz eleştiri yapmak lazım. Bendeniz yalandan da olsa bir "Tarih Eğitimcisi"yim ve ucundan, kıyısından da olsa akademisyen sayılırım. Yani, lafı dolandırmadan söylersek; akademik hassasiyetleri yüksek bir kişiyim. Bu ne demektir? İhtisaslaşmaya ve alan uzmanlığına kıymet veren birisiyim. Hal böyle olunca, tarihimizin, birtakım hediye paketlerinin ve tencere kafalıların eline teslim edildiğini gördükçe kahrolanlardanım. Hatta bir seferinde Tivıtır namla anılan, kuş kanadında laf taşıtan sosyal arenada, "Şu hukukçular ve gazeteciler de ellerini tarihin yakasından bi çekse!" diye serzenişte bulunmuştum. Şimdi yazıya konu edindiğim bu kitabın yazarının, bir hukukçu olarak hakkı - hukuku gözetip, kimi akademisyeni utandıracak kadar kaynak gösterme çabasında oluşu, esasında beni de utandırdı. Her memleketin iyisi de kötüsü de var kardeşim! Biz ne bilelim. Neyse, sonradan düşündüm de serzenişimi güncelledim: "Şu hukukçular ve gazeteciler de ellerini tarihçiliğin yakasından bi çekse!" (Bu arada, ölüler hakkında yargıda bulunanlarla diriler hakkında yargıda bulunanlar arasındaki çekişmede, ben her zaman ölücüyüm!) Binaenaleyh yazar, birtakım adını anamayacağım zatlar gibi tarihçilik oynamak hevesinde olmadığını kitabının başında, ortasında, sonunda -nerdeyse bulduğu her boşlukta- dillendirmiş. Ekşi'de bazı maskeli balo şövalyeleri, bunu akademik eleştiriden kaçış olarak nitelemiş olsa da "kervanın yürüyeceği" gerçeğini hatırlatıyor ve maske arkasından "savurmanın" ortaya eser koyamayacak olanların onmaz tavrı olduğunu da belirtiyorum. Hayır, elinizden alan mı var? Ayrıca ben de yazarın bu tavrına karşı, valla, "'Ayinesi iştir kişinin; lafa bakılmaz!' yazarcım," diyecek olduysam da yazar bu tutumunu eserini inşa ettiği her aşamada devam ettirmiş ve işini lafının aynası kılabilmiş. Eserin bir derleme olduğunu arka kapaktan öğreniyoruz. Yazar, Kara Kütüphane adı taşıyan bir blogda üç yıldır kitap tanıtımı yapıyor. Ayarsız Dergisi'nde de aynı adı taşıyan bir köşeye sahip. Tabii yazarın Kara Kütüphane adını seçmesi kara budundan olduğu izlenimi oluşturmasın. Düzenli olarak avokado yediği malumdur. Yazar, bu tanıtımları bir dizi olarak, kendi içinde bir tutarlılıkla yapıyor. Neticede tanıttığı kitaplardan elde ettiği çıkarımları, bahsedilen konuları ele alan başka kaynaklardan edindiği bilgilerle karşılaştırarak bir varsayımlar tarihi ortaya koyuyor. Az çok Tarih Felsefesi bildiğimizi ortaya koymak için; tarihin de zaten eldeki bulgularla, gerçeğe en yakın varsayımların kurgulanmasından başka bir şey olmadığını söyleyebilirim. Gazi'de, Hüseyin Köksal Hoca'nın Tarih Felsefesi dersinde, "Denizin içindeki mi balıktır yoksa tabağınızda yenmeye hazır olan mı?" sorusundan neşet eden metaforuyla hangisinin gerçek balık olduğunu çözemesem de geçmişin derinliklerinde gezinenin değil de bulunup, bilinip, önümüze konanın gerçek tarih olduğunu iyice öğrendim. Haa bir de, her tarih kendi çağının çocuğudur. E, bir velisi olduğu da muhakkak oluyor bu durumda. Tarihin bu durumunun "herkesin tarihi kendine" gibi bir sonuç doğuruyor olduğu sanılsa da işin aslında "tarih, herkesin kendine göre" zuhur ediyor. Çünkü birileri, -doğal olarak- hemen her konuda tarihi araştırmalar yapabiliyor. Buraya kadar her şey yolunda görünse de -doğal olmayarak- herkesin, tarihi kendi gözlüğüne göre çarpıtması, kendine lazım olacak kısımları göz önüne koyması, kısıtlı bilgilerle ön ödemeli kabuller yapması ve bunları yaparken de bilimsellik iddiasının ardına sığınması, çağımız değerlerinin evrensel akademiye yansıması olsa gerek. Yazı çerçevesinde andığımız kitabının müellifi, kitabının pek çok yerinde bu bilimsel(!) ikiyüzlülüğe dair itirazlarını da sunuyor. Bu itirazları, benzer endişeleri taşıyan yerli bilim insanlarının görüşleriyle ve tarihi çıkarımlarla da destekliyor olması, adeta gözümüzü açıyor. Şimdi tam da bu noktada günahı akademik dış güçlere yükleyip aradan sıyrılamayacağımızı büyük harflerle yazmak isterdim. Çok az sayıdaki hayatlarını akademiye vakfetmiş insanlarımız dışında; ortaya çıkartılan iki kelime ile Hititleri "Hint-Avrupa"lı olmaya terk eden bizlerin, bize şans getirsin diye kapımızın pervazına çaktığımız at nalının bu topraklardaki en az kırk asırlık bir geçmişle bağlantısının kurulabileceğinden habersiz olan bizlerin, Homeros'un hatırına Troya'yı Batı'nın hazıra konmuşçuluğuna hediye ederken Ulubatlı Hasan'ı tartışan bizlerin, iyi ve medeni olan ne varsa Helen-Grek-Roma üçlüsünden başkasına konduramayan bizlerin, henüz varsayım olan tarihi bulguların peşinden gitmeyi bir yana attıktan sonra bununla yetinmeyip gün gibi ortada olan Türkistan tarihi ile olan bağlarımızı "Anadolucu" görüşlere kurban edip mozaikliğe şükreden bizlerin, "Truvalı Helen"lere karşı daha doğru düzgün bir "Fetih" filmi bile çekemeyen bizlerin, neo-Osmanlıcılık ile çok yakın olan bir tarih kesitimizi belki de daha fazla emeği hak eden çok eski devirlerdeki tarihimize tercih eden bizlerin… günahı elbette büyüktür. Tüm bu günahlarımızı kendi çabası dâhilinde hafifletmeye çalışan yazar, bilimsellik iddiası taşımadan ama yine de bilimsel metodu terk etmeyerek çalışmasını devam ettiriyor. Şimdi biri çıkıp, "Bu konularla ilgilenen, alanında uzman o kadar akademisyen var! Gidin onları okuyun," diyebilir elbette. Tamam da, yazar zaten tam olarak bunu yapmış. Antoloji sıfatını hak eden kitap, şeklen ayrılmasa da bana göre iki ana bölümde kurgulanmış. Başlangıçtan 140. sayfaya kadar, sıralı bir şekilde, incelenen konulara dair akademik eserler tanıtılmış. Yazar, burada kendini bir nebze geride tutarak, kitaplara yönelik izlenimlerini ortaya koymuş. Tabii yer yer kendi görüşlerini de iliştirerek iki - üç sayfalık bu tanıtım yazılarının kuru tanıtım yazıları olmasını engellemiş. 140. sayfadan sonra ise benim kitabın ikinci bölümü dediğim, yazarın okuduklarında gördüklerini bir araştırmacı sıfatıyla yazdığı, artık akademik makale niteliği taşıyan yazıların olduğu bölüm mevcut. Kitabın bu bölümün hem "zeyl" hem de "şerh" niteliklerini taşıdığını söyleyebilirim. Kitap tanıtım yazılarını sevmediğimi delikanlıca ortaya koymuştum. (Şeyhime tekrar selam ederim.) Aslında sevmediğim şey, kitap tanıtım yazılarının tekdüzeliği, yoksa bizimle sohbet ederken lafın arasına kitaplar hakkında bilgi sokuşturan yazarlara müteşekkirim. Yani böyle bir üslup daha fazla müşteri getirecektir alana. Kitabın bu ikinci bölümü, kitapları tanıtmaktan ziyade yazarın edindiği tarihi bilgileri kendi yorumlarıyla ortaya koyduğu bölüm olduğu için bana daha zevkli geldi. Yazarın yazılarına koyduğu başlıklar oldukça düşündürücü ve yer yer de eğlenceli. Bu alanda Dede Korkut torunu olduğunu ispatlamak istemiş sanırım. Sayfa altı dipnotların yer yer uzun oluşu okuma konforumu az da olsa olumsuz etkiledi. Akademik niteliği artıran bu durum okuma konforuna yönelik bir sorun doğuruyor maalesef. Anlatıcının, en azından kendi açıklamasını metne yedirmesi veya bir şekilde metin içi atıf geliştirmesi, aradığım bir nitelik. Sözün burasında tarihe geçmesi açısından daha önce sosyal medyada dillendirdiğim bir fikri tekrar etmek istiyorum. Böylece, kitap tanıtımı yapmadan bir kitaptan -ve pek çok şeyden- bahsederken kendime de epey pay çıkarmış oluyorum. Günümüz teknolojik imkânlarının verdiği destekle çeşitli kurumlar, kartondan yapılma dandik çay bardaklarına, broşürlere, sağa, sola karekod koyarak vatandaşın internet sitelerine tek bir hamlede ulaşabilmesini sağlıyor. Bu iş karton bir bardağın üzerinde mümkün oluyorsa akademide ve yayıncılıkta neden mümkün olmasın? Özellikle internet kaynaklarında yan yana dizilmiş onlarca harfin oluşturduğu internet adreslerinin verilmesi yerine karekod verilse de okuyucu bilgiye daha rahat ulaşabilse… Meselenin alt yapısının oluşması için gerekenlere aklım çok ermez; ancak bir fikir olarak buraya bırakmış olayım.

Neye benzediğini tam olarak kestiremediğim bu yazıda ne var ne yok döktüm sanıyorum. Malum, akademik yazılarda bir sonuç bölümü bulunur. Araştırmacı bulgularını özetler ve önerilerini sunar. Akademik kaygı gütmeyen ama bilimsel metodu terk etmeyen bir kitaptan bahsederken ben de kitabın metoduna sadık kalırmışçasına, akademik olmaktan hayli uzak bir dille kitaptan bahsetsem de bilimselliği unutmayarak önerilerimi sunacağım. Tamer Sağcan'ın bu kitabı bana göre, "Şu, şudur!" demek yerine; "Şunlar, şunlar ve şunlar var bakın!" demek istiyor okuyucuya. Amacı, yargı vermek olmasa da verilerin sunduğu yargıları titizlikle tespit edip ortaya koymaktan da çekinmiyor. Böylece kendi iddiasını gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Tarih yaparken (evet yapılır), tarih yapmak için kullanabileceğimiz her şeyi nasıl kıymetli görüyorsak; tarih öğretirken de tarihi sevdirmemizi ve öğretmemizi sağlayacak her şeyi kıymetli görmeliyiz. Kendi adıma, kurgusal metinlerle tarih öğretimi yapılabileceğini ortaya koymaya çalışan ben, bilimsel kaygıyı bir kenara bırakmayan ama ahkâm kesme hastalığına da bulaşmanın izlerini taşımayan bu kitabı kıymetli görüyorum. En azından geçmişte elde edilen verilerin işaret ettiği üzere, belki de gelecekte, "Türk İlk Çağı" olarak adlandırabileceğimiz bir çağa ait derli toplu bilgiler edinmek için bu kitaba başvurabiliriz. İlgili konulardaki kaynak azlığını unutmayarak yine de sınırlı sayıda kaynaktan bahsettiğini kabul etmemiz gereken bu antoloji, metod itibariyle bir fihrist niteliği de taşıyor. Alanda yazılan kitaplardan bizleri haberdar eden bu kitap, belki de çok da yeni olmayan ama şimdiye kadar çok fazla tercih edilmeyen bir metodun bundan sonraki gelişimine kapı aralayacaktır. Kitabı okudunuz, bitti, -var olduğunu düşündüğüm- kütüphanenizin böyle en görülmeyen, en ulaşılmaz, en çok tozlanacak yerine değil de elinizi atınca kitabı alacağınız bir yerine koyun. Niye? Yarın bir gün bir tartışma olur, ortam gerginleşir, -iddianızı destekliyorsa- çıkarır koyarsınız kitabı ortaya. Çocukların performans ödevi olur, ufaktan bilgi lazımdır, açar öğrenirsiniz. Sonra, tarihi seven bir bay… neyse bunu geçelim!

İşbu yazı boyunca çok fazla "de"li, "da"lı cümle kurmuş olsam da bunu, "dalı" kırık bir "deli" oluşuma vereceğinizi ümit ediyorum.

Deli

4 Eylül 2018

×
Yayınımıza abone olun

Sayfamızda yayımlanan yazıları kaçırmamanız için yayınımıza abone olun.
Aboneliğinizi istediğiniz zaman sonlandırabilirsiniz.

Yediği Ayazı Unutan Kurdun da Avradını
TÜRKÇÜLÜK ve TÜRK BİRLİĞİ
 

 Galeri

 Blog Takvimi

Lütfen takvim görünümü hazırlanırken bekleyin