By Mehmet Alp on Cuma, 16 Kasım 2018
Category: Yaşam

YOK OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Neo 'seçilmiş kişi' (the ONE) olmasa, kırmızı hapı yuttuğuna pişman olur muydu?

Bence Cypher'in 'cehalet saadettir...' sözü pek de hafife alınmamalı…

Aslında Cypher'in orijinal İngilizce diyalogda kullandığı 'ignorance...' kelimesi Türkçemizde 'bilgisizlik' ile eş anlamda kullanılan 'cehalet' kelimesinden daha öte bir anlam kapsar. Çünkü 'ignorance' bilgisizliğin yanı sıra ve bir de 'umursamazlık' içerir. Yani bir şeyi bilmemek ve bununla beraber zerre kadar umursamamak... Kişinin kendi için önemsemediği bir şeyin başkaları için önemli olup olmadığını takmaması, bir nevi duyarsızlık yani.

Hikayede Morpheus (antik Yunan mitolojisinde 'Rüya Tanrısı'), Neo, Trinity ve arkadaşlarının insanlığı yok edilmekten kurtarmak için mücadele ettikleri anlatılır, hatta bu yolda Tank ağır yaralanır, Dozer, Apoc ve Switch canlarını feda ederler.

Ben de filmi seyrettikten sonra yıllarca hikayeyi böyle algıladım ama artık bunun gerçekten böyle olup olmadığından emin değilim.

Bir kere Cypher, yani filmin kalleşi, sırf kendi keyfini düşündüğü, tekrar hayallere dalmak istediği, kendini zengin ve şöhret olduğu bir hülyaya vermek istediği için yadırganır ama kimse Morpheus, Neo ve diğerlerinin millete 'gelin size gerçeği gösterelim' demesini sorgulamaz. Oysa onlar da başkalarının 'gerçeği görmek istememe' hakkını umursamamakta, ihlal etmektedirler.

Gerçi 'hak', bir tercihin olduğunu varsayar.
Gerçeğin varlığını bilmeyenler gerçek ile yaşadıkları hayal arasında tercih yapamayacakları için bu kapsamda 'hak' söz konusu olamaz.
Dolayısıyla Morpheus, Neo ve arkadaşlarının içinde bulundukları durum tam bir çıkmazdır. Çünkü gerçeği görenlerin normal şartlar altında hülyalarına geri dönme şansları yoktur. Bu şans Ajan Smith tarafından sadece Cypher'e verilmiştir, karşılığında istenen bedel ise, ihanettir.

Yani aslında Morpheus, Neo ve arkadaşlarının kahraman mı yoksa rahat bozan anarşistler mi olduklarına dair bence kesin bir cevap vermek mümkün değildir.

Aslına bakarsanız rahat bozan anarşistler kahraman olamaz varsayımı da yanlıştır. Bu varsayım (kişisel değer yargılarıma göre) adaletin en yüksek seviyede, yani her türlü adaletsizliğin yok sayılabileceği seviyede olduğu ütopik bir toplum modeli için geçerli olabilir. Ama kendi rahatlarının bozulmaması için adaletsizliğin muhafaza edilmesi gerektiğini savunanlar, adalet için isyan edenleri her zaman 'rahat bozan anarşist' olarak görmüşlerdir. Tabii diğer yandan da her rahat bozan anarşistin yüksek adalet aşkı ile hareket ettiğini düşünmek yanlış olur.

Ama Matrix'te anlatılan hikaye hakkında fikrimin değişmeye başlamasını sağlayan diğer bir düşünce ise yukarıda da yazdığım 'insanlığı yok edilmekten kurtarmak' varsayımını sorgulamamla başladı.

Yani verilen mücadele, gerçekten de insanlığın yok edilmesine karşı verilen bir mücadele miydi? Daha doğrusu, 'hayat'ı dünyanın kendine sunduğu maddi rahatlık ve zevklerden ibaret gören, tek gayesi yemek, içmek ve sı..maktan ibaret olan bir yaşam biçimine sahip olan canlı, muhakkak ki biyolojik bir varlıktır... Lakin sırf humanoid olduğu için insan mıdır?

Matrix'te fi tarihinde yapay zekanın insanlığı köleleştirdiği söylenir. Ana rahminde bulundukları gibi bir tür suyun içinde uyutulan, beyinlerine değişik rüyalar projekte edilirken, makineler tarafından biyolojik enerji kaynağı olarak sömürülen insanlar hakkında genelleme yapmak elbette doğru olamaz. Onun için asıl beni 'insan mıdır?' sorusuna sürükleyenler ise 'Cypher' gibi tiplerdir.

Çünkü Cypher gerçeği görmüştür. Gerçek bir insan olmanın ve kimsenin kölesi olmamanın bedelinin dünyanın zorlukları ile boğuşmak olduğunu anlar ve gerçekten yaşamak ve hür olmaktansa rüyasında göreceği zevk uğruna gerçek hayatta köleliği tercih eder. Bu sadece kendisini, değersiz ve aciz hayatını ilgilendiren bir husus olsa, evet, o zaman belki kimsenin karışma hakkı bile olmaz. Ama Cypher rahat rüya görebilmek için başkalarının ölümüne göz yumar hatta kendisi öldürür.

Ve bu düşünceden de diğer soruya varıyorum:
Gerçek dünyadan bihaber, biyolojik enerji kaynağı olarak sömürülenlerin kaçı, tercih hakkına sahip olsalar, gerçek dünyanın zorlukları ile baş etmeyi, kaçı ise zevk ve sefa içinde bir rüya uğruna gerçek hayatta köleliği tercih ederdi?

Acaba Morpheus Neo'dan önce kaç kişiye 'mavi hap mı, kırmızı hap mı?' diye sordu ve kaç kişi 'mavi' diye cevap verdi?

Cypher aslında tek kişi değildir diye düşünüyorum.
Cypher gerçekleri görmeyen daha doğrusu görmemek için çaba gösteren, kendisine gösterilen gerçeği reddeden, gerçekleri gösterenlere 'hain' yaftasını yapıştırmayı kendine vazife edinmiş, rahatı bozulduğu için kin kusan, sefil ve zavallı varlıklarını bilen veya en azından sezen ama bunu kabullenmemek için bir rüyaya sığınan gönüllü kölelerin hepsidir.

İşte bu varlık türüne sadece insan türünün biyolojik vasıflarını taşıdıkları için 'insan' denilmesi doğru mudur?
Dolayısıyla, kahramanlar veya rahat bozan anarşistler, insanları mı kurtarmaktalar?
Mevzu bahis sözde 'insanlar' aslında yok olmayı hak etmiyorlar mı?
Neo, Morpheus, Trinity ve diğerleri bunun farkında değiller mi, yoksa farkında olmalarına rağmen mi mücadele ediyorlar?

Sanırım en geç şimdi Matrix filmini çok beğendiğim anlaşılmıştır.
Özellikle Matrix I'i çok severim çünkü Cyberpunk akımının temelini oluşturan, ilki 1984 senesinde yayımlanan William Gibson'un Neuromancer üçlemesinden esinlenen film pop kültüründe nadir rastlanan derinliğe sahiptir.

Ama Matrix'i etkileyen tek eser Neuromancer değildir. Etkilendiği eserler antik Yunan felsefesine kadar geri gider. Matrix'te (Matrix filminde değil, filme konu olan 'MATRIX'te) yaşam Eflatun'un Mağara Alegorisi'nin çağdaş bir yorumu olarak görülebilir. 

 Matrix'te gerçek hayata dönenlerin içinden sadece 1 kişi, yani Cypher, tekrar matrixe dönmek için çabalarken, mağara alegorisinde Eflatun mağaradan çıkanların tekrar mağaraya dönmek istemeyeceklerini, ancak zorla dönebileceklerini varsayıyor.

Peki, bu gerçekten böyle mi?
Mağaradan çıkan tutsağın yeni keşfettiği yeryüzünde sürdüreceği hayata bakalım.

Yeryüzünde, mağaradan çıkıp, tanımadığı yeniliklere alıştıktan sonra, bir şekilde hayatını yaşaması gerek. Artık hür olan eski tutsak yeryüzünde de acıkacak, susayacak, hatta belki mağarada yaşamadığı bir hissi yaşayarak kış geldiğinde üşüyecek, yağmurda ıslanacaktır. Bütün bunlar mağaradan alışık olmadığı zorluklar ki, eskiden beri yeryüzünde yaşayanların onu aralarına ne kadar kabul edeceğine ve muhtemelen kısıtlı olan ürün ve imkanları (gıda, kalacak yer vs...) onunla ne kadar paylaşacağına hiç değinmiyorum bile.

Eskiden yemek, kalacak yer, vb gibi derdi olmazken, artık yemek bulmak için çalışması gereken (en ilkel toplumda bile ava gitmesi, meyve toplaması gerek), mağarada soğuğu, kışı bilmeyen birinin mağaraya asla dönmek istemeyeceği, bence çok ama çok iddialı bir varsayım.

Olaya bu açıdan bakarak, gerek Matrix'te gerkse Eflatun'un mağara allegorisinde insanların köleliği eskiden beri koşullanmış bir başlangıç noktası gibi aktarılırken, gerçek hayatın varlığından haberdar olan veya sezebilenlerin bile köleleşebileceğini, en azından rahatlıkları uğruna insanı insan yapan en üst değerlerden ve vasıflardan biri olan 'hürriyeti' ve 'hür iradeyi' gönüllü olarak, yani kendi istekleri ile feda edebileceklerini izah etmek mümkün.

Oysa gerçek hayatta insanların göğüslemesi gereken zorluklar maddi ihtiyaçlardan çok daha fazladır. Dolayısıyla hayata karşı sorumluluğu bir üst kurula devretmekten daha büyük bir 'rahatlık' daha doğrusu bir kaçış olabilir mi?

İşte bunun için, belki sizlere çok karamsar gelecek ama ben toplum, din, cinsiyet, ırk ve benzeri ayrımlar yapmadan mağaraya geri dönmeye gönüllü olacakların ezici çoğunlukta olduğuna inanıyorum.

Tüm zorluklarına rağmen gerçek hayatı göğüsleyen ve böylece hür yaşayan, kendine yaratılışından ötürü değil yaşayışından ötürü 'insanım' demeyi hak eden azınlığın yaptığı en büyük hata ise, kendilerinde var olan 'insan olmayı hak etmek' arzusunun herkeste veya en azından büyük çoğunlukta olduğunu varsaymaktır.

Onun için bu azınlık, mağarada bağlı oturan kölelerin kurtarılması gerektiğine inanır. 

O kölelerin arkasında bulunan yarı yükseklikteki duvarın ardından ellerindeki çubuklara bağlı şekillerle duvara gölge vurduran, diğer yandan da köleleri aç bırakmadan besleyen tiplerin fiziksel zorbalıkla tutsakları yerlerine bağladıklarını düşünürüz.

Oysa tutsaklar Eflatun'un anlattığı gibi, yerlerine zincirler ve zorbalıkla bağlanmamışlardır. 

Tutsaklar önlerindeki duvarda gördüklerinin kendilerini ne kadar ilgilendirildiğiyle, karınlarının doymasıyla, karınları doymasa da en azından açlıktan ölmeyecek kadar tok olmaları ile ilgilenmektedir.
Tutsakları bağlayan, kendi varlıklarına anlam kattığına inandıkları bütünlüktür.

Bu anlamın doğru olup olmadığı onları ilgilendirmez, duvarda kendilerini inandırabilecek kadar gölge olsun, biyolojik varlıklarını tehdit etmeyecek kadar açlık ve soğuk çekmesinler... Onlar için tek önemli olan budur.

Bunun için duvarda kendilerini şartlandırdıkları neyse onu görmek isterler.

Bazıları mağarada yeterli kadar oturursa, duvarda gölgesini gördükleri evlere, saraylara, arabalara sahip olacaklarına inandıkları için otururlar yerlerinde. Sağa sola, arkaya bakmadan.

Bazıları ise bu dünyada (mağarada) her şeyin yalan olduğuna ve arkalarında bir çıkış olduğuna ama ancak ölünce o çıkıştan 'gerçek dünyaya' gideceklerine inanırlar.

Bu dünyada her şey yalan olsa bile, en azından yalanın varlığının gerçek olduğunu, dolayısıyla her şeyin yalan olamayacağını düşünmezler.

Onlar için 'gerçek olan dünyada(!)' çalışmadan, çabalamadan bir elleri balda, diğer elleri yağda 72 huri ile şarap kadehi tokuşturacaklarına ve ebediyen vur patlasın, çal oynasın yaşayacaklarına inandıkları için mağarada renksiz, zevksiz bir hayat yaşarlar, hatta bu hayatı diğer tutsaklara gerekirse zorbalıkla dayarlar. Çünkü önlerindeki duvarda gördükleri gölgeler onları buna inandırmıştır,...araba, ev, saray, 72 huri...

Bu satırlardan lütfen kimse bir serbest piyasa, sistem veya din eleştirisi çıkarmasın. Maksadım liberalizm, sosyalizm, teokrasi veya İslam eleştirisi değil. Vurgulamak istediğim, tutsakların arzuladıklarına, hedeflediklerine inandırıldıkları, inanmak istedikleri gölgeleri duvarda gördükleri sürece hiç bir çelik zincir gerekmeksizin sessiz sedasız yerlerinde oturabilecekleri.

Bu şartlarda hangi tutsağın yanına gidip 'bak inan, ama duvardaki gölgeye değil. Dön kafanı gerçeği gör, birileri duvarda gölge oyunu sergiliyor, sen inanmak istediğin neyse gölgesine değil, aslına gerçeğine inan.' deseniz, rahatlarını bozduğunuz için size düşman olur.

Zira bu tutsak, köle olduğunun farkında değildir. Bu tutsağa 'bak şu arkada bir çıkış var, biraz sarp ve zor ama oradan çıkınca kölelikten kurtulursun.' deseniz, 'ne kölesi?' diye kızar size, 'ben köle değilim, gönüllü olarak buradayım' der.

İster doğuştan beri mağaradan başka bir şey görmemiş olsun,
isterse yeryüzünde farklı bir hayat olduğunu sezer olsun,
hatta yeryüzünü görüp gönüllü mağaraya geri dönmüş olsun,
hiç biri köleliğini kabul etmeyecektir.
 

Çünkü birinci grup başka gerçek düşünemez,
ikinci grup sezdiği gerçeğe cesaret edemez,
üçüncü ise gerçeği umursamaz...

Dolayısıyla gerçeği kabul eden azınlığın kölelerin kurtulmak istedikleri varsayımından sonra yaptığı ikinci hata ise, kurtarmanın kölelere gerçeği göstererek onları eğitebilmenin mümkün olduğuna inanmaktır.

Varlığından farklı bir gerçek düşünemeyen, düşünse de o gerçeğe cesaret edemeyen veya gerçeği umursamayan birine 'bak dışarıda güneş var, gökyüzü var...' demek doğuştan kör birine turuncu rengi anlatmaktan daha zordur.

Çünkü doğuştan ama olan görme engelinin farkındadır ve renkleri merak eder...

Bunun için tutsağa dışardaki güneş ve gökyüzünü anlatmadan önce, sandığı gibi 'hür iradesi' ile bir varlık sürdürmediğini idrak ettirmek gerekir. Ancak bunu idrak eden güneşi ve gökyüzünü merak edecektir.

Genel olarak hürriyet kavramı 'her istediğini yapmak' olarak tanımlanır. Yani 'ben burada oturmak ve önümdeki gölgelere inanmak istiyorum' diyen biri istediği yerde oturabildiği ve istediği gölgeye inanabildiği sürece hür olduğuna inanır. Bu tanım çok büyük bir yanlıştır.

Oysa Sartre başyapıtı 'Varlık ve Hiç'te insanı şuurlu şekilde 'hayır' diyebilen tek varlık olarak tanımlar.
Sartre'ye göre insan '...henüz değil...' veya '....artık değil...' ifadelerini kavrayabilen, yalan söyleyebilen, yani olmayanı olmuş gibi gösterebilen tek varlıktır ve bu özellikleriyle de hürriyetin sorumluluğunu ve yükünü taşımaktadır. İnsan haricinde diğer canlılar yoku var, varı yok gibi algılama, yansıtma kabiliyetine sahip değildir, yaşamlarını içgüdülerine veya insanların isteklerine göre sürdürürler.

Tutsaklar ise her ne kadar gönüllü olarak hürriyetlerinden vazgeçtiklerini iddia etseler de, insanın tabiatına aykırı davranmalarının yegane sebebi, yaşamlarını içgüdülerine (rahatlık, sorumluluk üstlenmemek) ve gölge oyuncularının istekleri doğrultusunda yaşamalarıdır.

Tutsaklar için en büyük tehlike aslında arkalarındaki yarım duvarın diğer tarafında ellerinde çubuklarla gölge oyunu sergileyenlerin, bunu neden yaptıklarını sorgulamamaktır.

O insanlar, neden tutsaklar rahat rahat yerlerinde otursunlar diye onları beslerler, yemeklerini verirler, neden gölge oyunu oynarlar?

Bu sorunun cevabı her zaman Matrix'de olduğu kadar net değildir ama bu soruyu sormayan kölelerden oluşan toplumlar er ya da geç yok olmaya mecburdur.

Çünkü hürriyet bireyin her istediğini yapabilmesi değildir. Jean-Jeac Rousseau hürriyeti şöyle tanımlar:

​"İnsanın hürriyeti istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediğini yapma mecburiyetinde olmamasında sakldır."

J. J. Rousseau

Gölge oyunu sergileyenler, ne zaman tutsakların duvardaki gölgeleri seyretmesi ile yetinmez, onlara zorbalık uygulamaya başlar, aralarından bazılarını toplayıp gaz odalarında öldürür, işte o zaman tutsakların bizzat zorbalığa mağdur kalanları 'hür olmadıklarını' anlarlar. 

Lakin artık çok geç olmuştur.

Kendine sıra gelmeden tehlikeyi sezebilenlerin çoğu köleliğe o kadar alışmışlardır ki, çok zaman kendileri isyan etmez. Ya başına kötülük gelenlerin bunu hak ettiklerini düşünürler, ya da bir kurtarıcı, bir kahraman beklerler. Oysa tehlikeye düşmemeleri için yapmaları gereken tek şey taşıdıkları sorumluluğun idrakinde olup, rahatlarını korumak için sığındıkları gönüllü kölelikten vazgeçmeleridir.

Bunu yapsalar, kurtarıcı ve kahraman beklemelerine gerek kalmayacaktır.

Kahramanlık genelde büyük fedakarlık ve kendinden vazgeçişlerle elde edilen başarılardır. Kahraman başarısının sonucu olarak ölmese bile, başarıya ulaşana kadar çile çeker.

Dolayısıyla topluca tehlikeye düşmemek için tek yapmaları gereken şey olan kendi küçük hayatlarının yüklerini omuzlamayı bile beceremeyen, ihmal eden, umursamayan, sorumluluktan kaçan ve gönüllü köleliği tercih edenler, gereklilik halinde başka birinin onların tümünün yükünü omuzlamasını, onlar için fedakarlık, cefa ve çile çekmesini, hatta ölümü göze almasını arzularlar.

Bunun adil olup olmadığını, kendileri küçük sefil varlıklarının bile yükünü taşımaktan acizken bir insanın veya küçük bir grubun tüm toplumun yükünü taşıyacağını ummaya hakları olmadığını sorgulamazlar.

Hatta bir kurtarıcı gelse bile, tehlike atlatıldıktan sonra onu anlamaya önem göstermezler. Onlar için tek önemli olan kurtulmuş olmalarıdır. Bazıları kurtarıcı kahramanın ne için mücadele ettiğini anlamadan, mücadelesinin anısını yaşatmadan ismi putlaştırır, bazıları ise atlatılan tehlikeyi unutarak, kurtarıcı onlardan 'sorumluluk taşımayı istediği' için, yani köleleliklerinin rahatlığını bozduğu için ona düşman kesilir.

İşte bu sebeplerden ötürü demokratik hukuk devletinin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikeyi terörizm veya dış mihraklar değil, rahatlığı uğruna hürriyetini feda etmeyi göze alan köleler oluşturmaktadır.

Yeterince hırslı, vicdansız ve gözü dönmüş olan vasıfsızlık, cehalet ve kabiliyetsizliğin bu kölelerden oluşan çoğunluk sayesinde bilgi, beceri, hoşgörü ve kabiliyete karşı galibiyet sağlaması mümkündür. İşin çok daha kritik olan tarafı ise, bu gözü dönmüşlerin güçlerini kölelerden oluşan çoğunluk tarafından meşrulaştırmasıdır.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Matrix'i Eflatun'un 2500 sene evvel anlattığı bir benzetmenin çağdaş yorumu olarak değerlendirmek mümkün.

Günümüzde en köklü demokratik hukuk devletlerinin bile şu an karşı karşıya olduğu tehlikelere bakılırsa, insanlığın 2500 sene önce yaptığı tespitin hala geçerliliğini koruduğunu görmek mümkündür.

Yaşanan sıkıntıların sadece aydınlanma çağını yaşamamış olan toplumlarda görüldüğünü söyleyebilseydik, yukarıda ifade ettiğim, 'eğitimin sıkıntının çözümü için yetersiz kaldığı' tezim çürümüş olurdu. Lakin aydınlanma çağını yaşamış toplumlarda bile tehlikenin ne kadar büyük olduğunu tarih defalarca gösterdi.

Aydınlanma, İspanya'nın Franco'yu, İtalya'nın Mussolini'yi, Rusya'nın Stalin'i, Kant'ın, Lessing'in ülkesi Almanya'nın Hitleri doğurmasını engelleyemedi. Aydınlanma Avrupa'nın sömürgeciliğini engelleyemedi. Hatta o kadar geriye gitmeye de gerek yok, aydınlanma kendi beşiği Avrupa'da Yugoslavya savaşını, Srebrenitsa'yı engelleyemedi...

Engelleyemedi, çünkü örnek verdiğim toplumlar aydınlanmanın bilgisinden faydalanırken, değerlerini hiçe saydı.

Demokratikleştikten sonra totaliter diktanın karanlığına düşme konusunda gösterilebilecek en iyi örneklerden biri Weimar Cumhuriyeti'dir.
Almanlar bunun için 'Naziler gelmeden önce... Naziler geldikten sonra...' tabirlerini çok kullanırlar. Bu tabirler aslında çok sakıncalıdır çünkü olayların gelişme sürecini yok sayarlar. Bu söylem 'Weimar Cumhuriyeti'nde her şey güllük gülistanlıktı, bir sabah uyandık, Naziler gelmişti...' izlenimi uyandırır.
Oysa Naziler'in birden bire gelmedikleri bilinmektedir.

Bir toplumda insanlar komşularını, iş ortaklarını, öğretmenlerini, sınıf arkadaşlarını, takım arkadaşlarını, 1. Cihan Harbinden silah arkadaşlarını ihbar etmişler, toplama kamplarına göndermiş, evlerini, dükkanlarını yağmalamış, öldürmüşlerdir...

Bütün bunlar baş edemedikleri sıkıntılara karşı onlara rahatlığı vadeden bir gücün sunduğu çözüm uğruna gerçekleşti, çözümün ne kadar gerçekçi olduğu, ne kadar insanlık dışı ve vahşi olduğu düşünmeden yapıldı.

Böyle bireylerin yetişmesine müsaade eden toplumlar, er ya da geç insanlarına, kendine ve başkalarına zarar vermeye, kendi varlıklarını felakete sürüklemeye mecburdur.

Ve bugün, 2. Dünya Savaşından beri barış ve birlik çabası içinde olan Avrupa'nın neredeyse her ülkesinde tekrar çok farklı rüzgarlar esmeye başlıyor.
Fransa'da le Pen, Almanya'da AfD, Hollanda'da Wilders, İngiltere'nin AB'den çıkışında büyük etkisi olan UCİP, İtalya'da Lega Nord, Polonya'da PiS, ABD'de Trump ve fikir babası Bennon, Batı'da bile karşı karşıya olduğu gerçeklerle baş etmekte zorlandıkları için, gölgelerin rahatlığına kaçmayı tercih eden büyük bir kitlenin hala var olduğunun en bariz ispatıdır.

Bu sayılan isimleri ve siyasi yapılanmaları 'aşırı sağı' temsil ettikleri için yazmadım. Bunların 'aşırı sağ' olmalarından çok daha büyük bir ortak noktaları var; insanların sıkıntı ve problemlerinin suçlularını çok çabuk tespit edip günah keçisi gösterebilmelerine rağmen hiç bir sıkıntıya ciddi, mantıklı ve geçerli bir çözümleri yoktur.

Ne Almanya'da toplumun aşırı yaşlanmasına karşı veya büyük kentlerde yaşanan konut sıkıntısına karşı çözümleri vardır, ne de İtalya'nın aşırı borçlanmasına karşı. Duvara yanısttıkları gölgeler genelde hep aynıdır: Yabancılar, dış güçler, NATO, AB vb.

Hasbel kader bir konuda beklememelerine rağmen onların istedikleri gibi bir sonuç çıkarsa, nasıl bocaladıklarını görmek mümkündür: İngiltere'de tüm varlığını AB eleştirisine borçlu olan UCİP'in AB'den çıkış oylamasından sonra nasıl devam edeceğine dair hiç bir mantıklı ve makul çözüm önermemesi gibi.

Demokrasi, sekülarizm ve hukuk devleti içerik ve mana olarak aslında yeni kavramlar değildir ve insanlık tarihi boyunca birbirleri ile doğrudan ilişkide bulunmuşlardır.

Üç kavramın da ortak noktası yönetim gücünün kimin tarafından nasıl meşrulaştırıldığı, gücün hangi yetkilerle sınırlandırıldığı ve yönetim modelinde halkın/toplumun konumunun ne olduğu ile alakadardır.

Ancak Aydınlanma Çağından sonra gelişen 'ulus devlet' fikri ile bu üç kavram bugünkü anlamlarına kavuşmuş ve aralarındaki ilişki çok daha pekişmiş, bugünkü halini almıştır.

Halkın yönetime yetki verme gücü olmadığı yönetim şekillerinde yukarıda bahsedilen gönüllü köleleşme doğrudan bir tehlike oluşturmaz. Çünkü yönetici çoğu zaman yetkisini 'doğuştan' alır. Bu yetkiyi Antik Mısır medeniyetinde firavunlar 'yeryüzünde yaşayan Tanrı' olarak meşrulaştırmışken, antik Yunan medeniyetinde Büyük İskender'in döneminde yaşayan insanlar Büyük İskender'i tanrısallaştırmış, hatta yazar Flavius Arrianus bunu resmen talep etmiştir. Antik Roma'da imparatorlar yine tanrısallaştırılmış, en azından 'Tanrılar tarafından seçilmiş kişi' olarak kutsanmışlardır.

Bu olay Orta Çağ'a kadar devam etmiş ve Karolenj Hanedenı'ndan sonra bizde 'Tanrı Kut' diye bilinen kavram tüm Avrupa'da 'Tanrı'nın lütfu ile Kral...' (Dei gratia) ünvanı olarak resmileşmiştir. Geçmişte bu kralların birçok zaman bir de 'Hıristiyanların ve Kutsal Kilisenin Koruyucusu...' vs. gibi ek ünvanları vardır.

Böyle bir yönetimde halkın nasıl bir yönetim istediği, kimi yönetici istediği önem taşımaz. İnsanlığın ilk demokrasi deneyimlerinde bile 'tam vatandaşlık' hakkına sahip olanlar çok sınırlıdır. Halk başına gelen iyilikten de, kötülükten de sorumlu değildir. Ancak seküler, demokratik hukuk devletinin gelişmesi ve vatandaşlık kavramı ve haklarının cinsiyet ve toplumsal sınıf kategorilerini aşarak reşit olan herkese verilmesi ile 'karabudun' kendi ve gelecek nesillerinin varlığına dair tüm sorumluluğun sahibi konumuna gelmiştir.

Böylece ilk defa karabudun sorumluluğu bir üst 'kurul'a vermez haldedir.
İlk defa avam büyük çapta toplumsal sorumluluk taşımak durumundadır.

Yani vatandaş kendi hayatını nasıl bir toplumda geçirdiğinden sorumlu olduğu gibi, belki nesiller sonra doğacak olan bir kız çocuğunun hür, açlık çekmeden, cinsiyeti yüzünden ayrımcılığa uğramayacağı, kendi yaşıtı erkekler gibi eğitim alabileceği, kendine kişisel vasıfları ve arzuları doğrultusunda bir hayat kurabileceği bir toplumda mı yetişeceğinin yoksa en geç 12 yaşında daha dünyadan haberi yokken babası yaşında bir adamla evlendirileceği bir toplumda mı yaşayacağının sorumluluğunu taşımaktadır.

Dolayısıyla seküler, demokratik bir hukuk devletinde yaşına uygun bir hayat yaşayan kız çocuğu ile sadece okula gitmek istediği için Afganistan'ın dağlarında vurulan kız çocuğu arasındaki fark, Tanrı'nın belirlediği 'kader' değil, nesiller önce o iki toplumda yaşayan insanların verdiği kararlardır.

Toplumsal sorumluluk sadece bugünü değil, geleceği de kapsar.

Bu mukayeseye karşı bir toplumun aydınlanma çağını yaşadığı, diğerinin ise yaşamadığı, yani mukayesenin doğru olmadığı söylenebilir. Ama bunu söylerken bile, 'aydınlık' çağını geçiren toplumun da zamanında 'Tanrı' adına sömürüldüğü, kadınlarının saçları kırmızı olduğu için yakıldığı bir süreçten geçtiğini unutmamak gerekir.

Devlet, bir araya gelen bir toplumun birlikte varlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu kurumsallaşmanın ürünüdür. Devlet egemenin halkı, milleti olduğunun idrakinde yönetilmeli ve bu şuuru da toplumda bireylerine aktarmalıdır.

Dolayısıyla 'devlet baba' kavramı, yani devletin vatandaşın üstünde bir konumda algılanması tekrar bireyin sorumluluğu bir üst kuruma devrederek, yani devlete atarak, sorumluluktan kaçmasıdır.

Aydınlanma çağı sonrası oluşan ulus devletlerin yasamasında bulunan en büyük eksiklerden biri 'reşit' tanımının yaş sınırı ile eşit görülmesi olmuştur.

Genelde 18 ile belirlenen reşitlik aslında normal bir insanın bu yaştan önce kendi hayatı için sorumluluk üstlenebilecek olgunluğa ermediği tecrübesinden kaynaklanır. Ancak, 18'ine eren veya daha yaşlı olan bireyin bu sorumluluğa sahip olabileceği garantisini kimse veremez.

Oysa özgürlükçü, seküler, demokratik hukuk devleti için toplumu bireylerin reşit olması vazgeçilmez bir koşuldur. Gerekli olan reşitlik anlayışını ise Kant şöyle ifade etmiştir:

​"Aydınlanma insanın kendi mesul olduğu reşit olmayıştan çıkışıdır. Reşit olmayış kendi aklını başkasının yönetimi olmadan kullanamamaktır. Bu durum aklın kıtlığından değil, başkasının yönetiminde olmadan hareket etme kararlılığının ve cesaretin eksikliği yüzündense, işte o zaman insanın kendi mesuliyetindedir."

I. Kant

Aslında Kant bu satırlarda 'Kalk, kıçını o mağaradan çıkar, gönüllü kölelikten vazgeç. Hayatı kendi ellerine al, sorumluluğu taşı, insan ol' demektedir. Ancak karar verici çoğunluğu bu manada reşit olan bireylerden oluşan toplumların özgürlükçü, seküler, demokratik bir hukuk devleti kurmaları ve yaşatmaları mümkündür.

Günümüzde hürriyetçi hukuk devletlerinin karşı karşıya olduğu tehlike, var oluşlarını en iyi gerçekleştirebilecekleri zemin olan demokrasinin ve var oluş ilkeleri 'hürriyetçliğin' düşmanları tarafından suistimal edilmesi, onlara karşı kullanılmasıdır.

Hürriyetçi, demokratik hukuğa bağlı bir devlet çoğulcu toplumu korumak ve geliştirmekle mükelleftir. Çoğulcu bir toplum insanlara düşünce özgürlüğü, hür ifade ve din özgürlüğü temin etmeden var olamaz.

Bu ilişki kültürümüzde Şeyh Edebali'nin 'İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın' sözü ile yüz yıllar önce ifade bulmuştur.

Kendi ilkelerini korumak için bile olsa, özgürlükleri kısıtlama yoluna giden veya toplumun değer yargılarıyla barışık olmayan bir devlet, kendisi totaliterliğe kaymasa bile, düşmanlarına toplum ile devlet kurumunun arasını açmak için zemin hazırlar ve böylece kendi varlığını tehlikeye atmış olur.

Böyle durumlarda düşmanları, devletin halkının değer yargılarının devlet tarafından temsil edilmediği, korunmadığı iddiası ile egemenin devlete karşı tavır almasını ve böylece kendini tehlikeye sokmasını sağlar.

Çoğulcu toplum farklı görüşlerin, yaşam anlayışlarının, geleceğe yönelik beklentilerin yan yana olduğu ve beraber yaşadıkları bir toplumdur. Demokrasi hiç bir zaman 'uyum ve harmoninin nirvanası' değildir, olmamalıdır da. Demokrasi herkes için geçerli adil kurallara uyarak karşılıklı tartışabilmek hatta kavga edebilmektir. Bu tartışma ve kavgalarda sürtüşmeler kaçınılmaz. Hatta ilerlemesi ve gelişmesi bu sürtüşmelerde oluşan enerji sayesinde gerçekleşir bile denilebilir.

Bu sürtüşmeleri fırsat bilip çoğunluğa yönelik 'tek tip' mutlak çözüm sunanlar, devletin garantilemekle mükellef olduğu özgürlükleri kullanarak devletin temellerine saldırırlar.

Demokrasinin yetersizliği veya verimsizliğinden bahsederken bunu düşünce özgürlüğü kılıfı ardında yaparlar,
anayasal düzene saldırırken bu ifade hürriyeti ile gizlenir,
teokrat bir rejim propagandası yapılırken din hürriyeti arkasına saklanır...

Hürriyetçi, seküler hukuk devleti herkes için geçerli mutlak gerçek olmadığı varsayımı üzerine kurulup fertlerinin bireyselliğini korumaya çalışırken, düşmanları, ister dini kullansın, isterse sonları '...izm' ile biten fikirleri, mutlak gerçeği bildikleri ve toplumun o gerçek doğrultusunda yaşaması gerektiğinin iddiasındalardır.

Bir 'mutlak gerçek' üzerine kurulan rejim devletlerinin hepsi totaliterdir, kalıcı olamazlar ve olmamışlardır. Demokratik, hürriyetçi, seküler hukuk devletinin kurması gereken denge tam burada başlar; kendi ilkelerini ne pahasına olursa olsun korumak için insanlarının özgürlüklerini kısıtlayarak kendisinin totaliterliğe kayma tehlikesini engellemelidir.

Alman eski anayasa hukukçusu Böckenförde bu çelişkiyi hukuk tarihine 'Böckenförde Hükmü' olarak giren cümleyle şöyle ifade etmiştir: 

"Hürriyetçi seküler devlet kendi tarafından temin edemeyeceği gerekliliklere (ön şartlar) dayanarak yaşar (varlığını sürdürür). Onun hürriyet uğruna girdiği büyük risk budur.

Bir yandan vatandaşlarına tanıdığı hürriyet kendi içinden, yani bireylerin ahlaki özünden ve toplumun (demokratik değer yargıları açısından) homojenliğinin dengelenmesinden var olur. Diğer yandan seküler alanda kendisinin çıktığı din savaşlarının totaliter iddiasına geri dönmeden, hürriyetçiliğinden vazgeçmeden, bu dengeleyici kuvvetler üzerinde kendi gücü ile yani hukuki zorunluluk ve otoriter dayatmasız, etki oluşturamaz."

E. W. Böckenförde

Görüldüğü gibi E.W. Böckenförde seküler, hürrriyetçi bir devletin hukuk ve demokrasiyi koruma uğruna bile vatandaşlarına karşı devlet gücünü kullanmakla milletin egemenliğine zarar verdiğini ifade etmektedir ve ilkelerine bağlı olarak var olabilmek için milletin, toplumun demokratik, ahlaklı ve adil tutumuna ihtiyaç duyduğunu vurgulamaktadır.

Bu ahlak ve değer yargılarına sahip olmayan toplumlar kendi hürriyetlerini temin edebilecek adil bir devlet ya kuramazlar ya da yaşatamazlar.

Zira hiç bir hürriyetçi, seküler, demokrasi insanlarının faşist bir yönetim tarafından sömürülmek arzusu duymalarını engelleyemez. Hukuk devletinin engelleyebileceği ancak sömürülmek istemeyenleri korumaktır. Ve her demokraside olduğu gibi, çoğunluk bu 'korumaya' ama şuurlu ama şuursuz karşı çıkarsa, toplumun felakete sürüklenmesi başlamış olur.

Seküler, hürriyetçi, demokratik hukuk devletini kurmuş olan toplumların tümü ise bunun için yüzyıllarca süren bedeller ödemişlerdir. Tarihlerinde krallar, imparatorlar tarafından sömürülmüşlerdir, Tanrı'nın insanları üç sınıftan ibaret yarattığına inanmışlardır, ahirette ruhlarının rahat yaşaması için soyulmuşlardır ve daha ne çileler çekmişlerdir. Ne zaman akıllarını kullanmış, Tanrı adına yapılan haksızlığın adaletsizliğin farkına varmış, ne zaman adaletsizliğe karşı isyan etmiş, hakları, hürriyetleri için kan dökmeye razı olmuşlarsa, hür insan olmanın tüm zorluklarına göğüs gerecek, sorumluluk üstlenecek olgunluğa erişmişlerse, o zaman kendi geleceklerini kendi akılları ile şekillendirebilecek hür bir yapılanma kurabilmişlerdir.

Akıllı insan sadece kendinin değil başkalarının hatalarından da ders alabilendir. Kendi geçmişinden veya başkalarının geçmişinden ders almayanlar, ya onlara hediye edilen hürriyetin değerini bilmeden haklarını mağara duvarındaki hayaller uğruna çarçur ederler, ya da cehaletin karanlıklarında sadece kendilerini değil, kendilerinden sonra gelenleri de perişan olmaya mahkum ederler.

Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus ise, insanlık tarihinde toplumlar arasında makasın hiç günümüzde olduğu kadar açılmış olmamasıdır. Burada sorulması gereken soru genom neşterini icad edebilen, savaş meydanlarında kendi askerleri ile değil uzaktan kumandalı robotlarla savaşan bir toplumun yaş ortalaması 80'i geçmişken bile çocuklarla evlenmenin normal bir davranış olduğuna inanan bir başka bir toplumun var olmasına ne kadar müsaade edeceğidir.

Toplumun taşıdığı vebalin büyüklüğünü tarihte bir çok sefer totaliter rejimleri yıkmalarına rağmen toplumsal gelişmelerini ilerletemeyen ve maddi ve manevi refahlarını artıramayan örneklerde görmek mümkün olmuştur.

Çünkü toplumun anlayış ve ahlakı, değer yargıları değişmeden, bireyleri taşıdıkları sorumluluğun farkına varmadan rejimin ismi ve şekli değişse bile uzun vadede bir şeyin değişmeyeceği maalesef insanlık tarihinde birçok sefer kanıtlanmıştır.

Kendi küçük bireysel rahatlıklarına bütünü kurban ettikleri için, sorumluluğu kendi üstlerinden atarak gerçekten kolay ve hafif olana kaçıştır bu. Oysa bu tercihleri yok olmalarının garantisidir.

Bu yok olmanın iki boyutu vardır. Bir yandan insan yani birey olarak yok olma veya hiç var olmamadır, diğer yandan ise toplum olarak yok olmadır.

Ama en kötüsü ise gelecek nesillerin yok olmalarının temellerini atmış olmalarıdır. 

Related Posts

Leave Comments