By Engin Yeşilyurt on Cumartesi, 19 Aralık 2020
Category: Yaşam

ÇOK ERKEN ÖLDÜ

Atılacaktı öne kadın. Tıpkı erkek gibi "İşte buradayım, aslan gibiyim, özgürüm, bir şeyleri başarmanın mücadelesi içindeyim" diyecek, terslenmeyecekti! Bugün bile yer yer kadının mücadelesi yadsınmayacak, öyle ya?

Hangi çağda?
Hangi mekânda?
Niçin?
Gereği ne?

Sahneye çıkacaksın, şarkı söyleyeceksin! Bize yakışır mı? Töremiz var, namus anlayışımız katıdır diyeceksin! Namus salt sana mı mahsustu? Kadının namusu yok muydu, sen mi belirleyecektin namusu? Esas namusun ekmek kazanmak olduğunu reddedecek, kadını karanlık odalarında hapsedecektin öyle ya?

Kadınsa bırak, hesaba katma! Erkeğinin bir adım gerisinde başını eğsin de yürüsün! 
Kadından istenenler, kadına yüklenenler! Aklın alamadığı şeyler miydi, erkeğe eziyet miydi, neydi ve bugün bile eziyet midir, yük müdür?

Kolay değil tabii, zor şartlar altında debelenerek çetrefilli, girift bir aile yapısının veya birbirinden ayrı, kopuk ilişkilerin temellerinin atıldığı yuvalarda merhaba demek hayata...

Hani hep söyleriz ya: kimse doğacağı yeri ve aileyi seçemiyor diye. Oysa bütüncül bir bozulmanın hüküm sürdüğünü yaşadığın coğrafyanın altkürüne iyice nüfuz ettiğinde anlayabiliyorsun. Kötünün iyisine razı gelerek yaşamaya alışmanın halkalarını tek tek toplayabiliyor, yaşantına uyarlamaya çalışabiliyorsun kusurları giderebilme gayesiyle. Çabalar ve yöntemler ne kadar doğruysa halkalar da o denli uzlaşı içinde olabiliyor...

Kırsalın en kılcal detaylarından kentin en kallavi yoğunluğuna değin algılar, ölçüler, inançlar ve düşünce biçimleri şekillenebiliyor. Kırsal alanın kökünden kentlerin merkezine değin doğrusal düzlemlerin etrafındaki yaşam sahasını her insan kendi kimyasının var olabilme güdüsü bağlamında nedenleri, sonuçlarıyla algılayabiliyor, algılar neticesinde benimsediği kendinden bir parça olan "ben"i tanımlayabiliyor. Eksik fazla, doğru yanlış, her ne geliyorsa ele avuca kabullenmenin türevlediği doğru olarak hazmedilebiliyor. Altkültürden, sosyokültürel dinamiklerden beslenen fıtrat; fıtri yapılanmanın özünü oluşturabiliyor. Kalıtsal geçirgenliğin her ailede yüzde kırklara varabilen intikal oranının bazı bilim insanlarınca genel nüfusa etkisinin güçlü bir etkiye sahip olduğundan bahsedilmektedir. Genetik aktarım, ailenin, çevrenin tesiri nihayetinde iyi ya da kötü kalıpların oluşmasıyla psikolojik öykülerin sıhhati adeta seçemediğimiz kadere, coğrafyaya emanet edilebiliyor. Somut veya soyut bozulan ne varsa aynı şekilde somut veya soyut dokunuşlar yapılmadan değiştirilemiyor, hâliyle düzeltilemiyor. Bu sebepledir ki seçemediğin kader ve yöre aradan yıllar yıllar geçmesine rağmen nasıl başlamışsa öyle de devam edebiliyor!

...

"Belgin Sarılmışer kimdir" diye sorsam belki birçoğumuz "tanımıyorum" der. Ama Bergen desem, "Acıların Kadını" ya da "Benim İçin Üzülme" desem 2000 sonrası doğan Z kuşağının birçoğu bile tereddütsüz "yüzü kezzapla yakılan, yetmezmiş gibi sapkın, bağımlı, tutsak sevgiye sahip eşi tarafından 6 kurşun sıkılarak öldürülen kadın, arabeskin kraliçesi" der diye düşünüyorum.

15 Temmuz 1961'de Mersin'de dünyaya gelen, sahneye çıkabilsin diye doğum yılı 1958 olarak değiştirilen, adını Norveç'in güneybatı kıyısında konumlanan Bergen şehrinden alan güzeller güzeli, insancıl, yardımsever, ahde vefa duygusu güçlü kadın: Bergen, ah nasıl da gittin erken!

1966 yılında anne babasının boşanmasından sonra annesiyle Ankara'ya taşınıyor. 1976'da PTT'de memure olarak bir yıl çalışabiliyor. Yalçın adındaki sevgilisi tarafından kirletilip hakkında dedikodular yapıldığı için PTT'deki işinden ayrılmak zorunda kalıyor. 1977'de Ankara-Feyman Kulüp'te ilk sahne deneyimine kavuşuyor. 1981'de Adanalı Halis Serbes'le tanışıp 9 Ocak 1982'de evleniyor, fazla sürmüyor gördüğü şiddet, yediği dayaklar yüzünden İzmir'e kaçıyor. İzmir New York gece kulübünde sahnelere çıkmaya devam ediyor. Bir gece(31 Ekim 1982) annesi yanındayken gece kulübünden dönerken çöp bidonunun arkasından biri çıkıp üzerine kezzap atıyor, bir gözünü kaybediyor, bir yıl hastanede yatmak zorunda kalıyor, anneciği Sabahat Hanım bir gün olsun yanından ayrılmıyor. Taa ki 14 Ağustos 1989'un sabah saat 04.00 sularına kadar. Tarsus'un Çamalan Yaylası'ndaki Aspava Lokantası önünde Bergen'e 6 kurşun sıkıp oracıkta ölmesine neden oluyor Halis Serbes, ardından kayınvalidesine 3 kurşun sıkıp kaçıyor. Annesi ölmüyor, ölmeyen anne kızının öldüğünün haberini hastanede kendine geldikten sonra öğreniyor, dünyası başına yıkılıyor...

Sabahat hanımın bir gün olsun yanından ayrılmadığı kızının toprağa verildiği gün sanat camiası dedikleri şey sahte yüzünü göstermişti. Kimseler gitmedi cenazesine. Bergen öldü, yüzü yanıklar içinde gitti, bir gözü kayıp, kayıp gözü siyah bir çukurun içinde, zifiri acılarla gömüldü Mersin Şehir Mezarlığı'na. Çamalan yaylası orada kaldı, Bergen gitti, Çamalan Yaylası'na çok güneşler doğdu, Bergen'in yüzüne doğmadı. Henüz 28 yaşındaydı Bergen, göçüp gitmişti erken!

(Kaynak: Bergen-Katiline Âşık Bir Kadın/Yeşim Demir-Destek Yayınları)

...

1979'da ihtilâlin kıvılcımları etrafa saçılmaya başlayınca Kenan Evren denilen kişi, 1980 hazırlıkları için kolları sıvamıştı. 1979'dan 1980'e doğru ölümler, yıkımlar yaşanmaya başladı. 1980 İhtilâli ile ülkemizde nice genç öldürüldü; halk siyasi, askeri bir kıskacın arasında naçar kaldı. TÜRK toplumu bilenen acılara karşı zarif, naif, kırılgan bir kişilik geliştirdi. Bugün dahi 30-40 yıl önce yaşadığı eleme dünün sıcaklığı ile ağlayabilen hassas TÜRK milletinin yarasına aynı dönemlere tekabül eden kaybetmeyi, yokluğu, sızıyı, isyanı beraberinde getiren, 75 ve 90'lı yılları yeğin şekilde kapsayan arabesk şarkı furyası eşlik etmişti. TÜRK milleti yaşadığı kasvetin tanımını arabesk şarkılarda okuyup dinleyip acısından kurtulabilme veya acısına omuzdaşlık edebilme hissine kapılmıştı. Vurgunun, korkunun, kaybetmenin, hastalıklı, bağımlı sevgilerin, esaretin "ben sensiz yaşamak istemiyorum...ya benimsin ya toprağın" gibi intihar, tehdit, kadere sitem, kendine şefkatten yoksun bestelerde derdine derman aramıştı. Oysaki arabesk şarkılardaki hazin durum, insandaki mevcut yarayı açıp yalnızca göstermiştir, yaraya merhemi bulamamıştır. Psikolojik sağlığın yabana atıldığı, dönemin şartlarının çözümü sitemde, isyanda bulduğu, kadını daha bir yok saydığı, arabesk şarkı suistimalinin tavan yaptığı yıllar ne var ki Bergen'in de ölümüne sebep olmuştur...Yazımızın başlangıcında altkültürden, sosyokültürel yapıdan bahsetmiş, genetik faktörleri devreye sokmuştuk, bütün bunlar hem Bergen'de hem de katili, eşi Halis Serbes'tte bağımlı, tutsak, hastalıklı sevginin olduğunu göstermektedir. O günlerle bugünleri kıyasladığımızda, 2000'den sonra arabesk şarkı furyasının önemini kaybettiğine tanık olmaktayız. İhtilal yıllarına, yokluk, başkaldırma dönemlerine denk düşen, böylesi bir atmosferden payını alırcasına yaraya yarayla karşılık veren arabesk şarkı kültürü 2000'li yıllara kadar etkisini sürdürmüştür. Bergen'i bir yönüyle de bu leş, lağım yüklü furyanın katil, asi, merhametsiz elleri öldürdü.

Hep bir çocuğum olsun diye bekledi yarınların kavgasızlığını, ev içinde boy verecek salim bir huzurun yolunu...Babasının bıraktığı boşluğu, belki maçoluğunu mafyavari, karanlık, silahçı, vahşi tiplerde aradı. Belki doğru sevgiye, ayarında, dozajında ilgiye layık görülmedi ve yıllar sonra bunun eksikliğini yaşadı. Çocuktu, küçüktü, bilemedi doğru sevginin ne olduğunu! Neden yanlışa sürüklendiğinin, neden acılarla sınandığının, bir çıkış yolu bulamadığının suçlusu değildi.

Hep bir çocuğum olsun, sıkıca sarayım, annesi olayım, kurtulayım bağımlı sevgilerden, katillerden, tehditlerden istedi; ama olmadı, olmadı Çamalan Yaylası!

Hep bir çocuğum olsun diye katiline duyduğu bağımlı aşkla öldü. Ölmemeliydi, bunu hak etmiyordu, kimsenin kalbini incitmeyen, hassas gönlüne yapılmamalıydı bu işkence. Allah'ın verdiği canı Allah almalıydı!

Tarsus'un Çamalan Yaylası'nda gözyaşları, gözyaşları arasına sıkıştırdığı gençliği, ölümün kanlı pençelerine emanet ettiği bedeni, hayalleri ve umutlarıyla henüz 28'inde göçtü Bergen, işte böyle gitti erken.

Engin Yeşilyurt
19 Aralık 2020

Related Posts

Leave Comments