By Emel Uysal on Pazar, 05 Kasım 2017
Category: Öykü

EMANET YÜZÜK

​🇹🇷🇹🇷🇹🇷  Biz sustukça hikayemizi başkaları anlattı. Onlar da genelde yalan yanlış anlattı. Bakın ben size doğrusunu anlatayım bu bayrağın öyküsünün...

      Büyükler ekranlarda masallar izliyorken, küçüklere gerçekler anlatalım...

     Artık kaç yıldır içinde olduğumu bile unuttuğum, hatta zaman zaman orada doğup büyümüş olabileceğimi bile düşündüğüm lojmanların, dış hattını kale gibi kollayan bir apartmanının 8. katında tam da nizamiyeye bakan bir dairesinde oturuyordum o vakitler. Ve bekliyordum... Günlerce bekliyordum, gecelerce bekliyordum. Haftalarca ve aylarca bekliyordum. Giden ve geri döneceğini bile bilmediğim bir adamı bekliyordum. Sadece ben mi? Apartmanın en az yarısı giden ve geri döneceğini bile bilmediği adamları bekliyordu. Şimdinin çok bilmiş çaylakları diyor ya hani "eşimin işi beni ilgilendirmiyor, bana ne?" diye... Öyle değil efendim, parmağımızda emanet yüzükler, bir alay kadın, kocasını bekliyordu.

     Kızım o zamanlar 4-5 yaşlarındaydı ve her akşam kreş dönüşü aynı soruyu sorardı :"Babam gelmiş midir anne?" Her akşam o nereden geldiğini anlamadığım sabırla aynı cevabı verirdim : "Daha .... gün var anneciğim, bitsin gelecek". Ve dönüp eve, buzdolabına magnetle iliştirdiğimiz çeteleden yeni bir güne daha çarpı atardık. Aradan 10 küsur yıl geçmiş, geçen akşam eve geliyoruz kızım hala aynı soruyu soruyor: "Anne babam gelmiş midir?" 

     Hala sorabilecek bir sorumuz ve verilebilecek bir cevabımız olduğu için ettiğimiz şükür ayrı tabii. O akşam küçük hanım o soruyu sorarken geldi geçti gözümün önünden o 8. kattaki nizamiyeyi gören daire. Pek tabii o apartmanın önünden geçerken... Nizamiyeyi görmek en basit haliyle geleni geçeni görmektir, kısaca her şeyi. O yüzden o kapıdan geçen bir resmi araç, bir ambulans size, o an olabileceklerin tamamını düşündürür, kısaca her şeyi. Bir fırtına kopacaktır, o fırtına adrese teslim edilecektir. Şansınız varsa o adres sizinki değildir.

     Bakmayın şimdi çenemize vurduğuna, bildiğiniz suskunları oynadığımız yıllardı. Ne bize öyle dizilerdeki gibi uzun uzun ruh halini anlatan vardı, ne bizi uzun uzun dinleyecek olan biri! Zaten meramınız da, merakımız da yoktu. Soyutlanmış bir dünyada, mutluluk oyunu oynayan bir avuç kadındık ve uzaktan bakıldığında herkes çok mutlu olduğumuzu düşünüyordu, Rolümüzü iyi oynuyorduk kestirmeden ve kes-tirmeden...

     Çok hikaye, tek sorun vardı, siyah arabalar ve ambulanslar... Nizamiyeden içeri girdikleri anda hayat duruyor, lanet olası akrep, yok olasıca yelkovanı ne yapıyorsa zamanın bir yerinde donup kalıyordunuz. Önce apartman seçilir,sonra bırakılırdı bin yıllık bir acı.

     Burjuvaydık biz, öyle diyordu gazetelerin türbanı beynini yok etmiş bir bacısı. Sanırım ülkede yaşamaya, nefes almaya hakkımız yoktu fikrince. Aklı sıra bedava orduevlerimiz, subay piçi şımarık çocuklarımız vardı, böyle düşünüyordu muhterem halkımız. Oysa biz o çocukları nasıl büyüttük biliyor musunuz? Mesela aylarca babasının sesini duyamayan çocukları, birimizin eşi arar "baba" diye, "babası" gibi konuşurdu. Çocuk küçük, çocuk anlamaz... Konuşurdu garibim "baba" diye. Ki bunlar "baban çikolata parası kazanmaya gitti yavrum" diye büyütülen çocuklar... Siparişlerini verirlerdi sonra, "barbi bebek ve çikolata getir baba", "uzaktan kumandalı araba var mı baba orada?". "Var tabi oğlum, en güzelinden alırım ben aslan oğluma, prenses kızıma". Ta ki o çocuklar "baba söz çikolata istemeyeceğim artık. Ne olursun gel artık" diyene kadar... 

    Sonra, hep baba görevin orta yerindeyken ateşlenen çocuklarımız, bozulan arabalarımız vardır bizim. Hadi arabaya binmezsin olur biter, ama çocuğun ateşi karbüratör değil ki beklesin. Tek başına hastaneye götürebileni var, yeni gelip yolları bilmeyeni var. O yüzden mecbursun şekerim hangi alay görevde değil, Ankara'da kim kalmış, bunları bileceksin. Yani neymiş küçük hanım, kocanın sadece işini değil, iş arkadaşlarını da bilmek zorundaymışsın parmağındaki o emanet yüzükle. Çok geçmeden Beytepe'nin, Gülhane'nin tüm nöbetçi ekibini öğrenirsin nasıl olsa...

     İşte o siyah araba ve ambulansı gördüğünde nizamiyede, tüm bunlar gelir geçer gözünün önünden. Hastalıklar, arızalar, yalnızlık, ev, anne, koca, yalnızlık, telefon, çocuğun, yalnızlık, en son ne zaman gördün yüzünü, ne zaman aramıştı? Ne söylemişti? Güzel şeyler söylemişti, "Hayatta ben en çok seni sevdim" demişti mesela... Sonra yine bir büyük yalnızlık. Kaç yaşındayım ben, kaç yıldır beraberiz biz? Çocuk kaç yaşında? Ne anlatılır ki ona? Sonra yine kırık dökük bir yalnızlık. Kaç gecedir uyumuyorum? Kaç gecedir bölük pörçük rüyalarım? Sonra yine sultan kabus bir yalnızlık.

     Böyle böyle geçti yıllar... Arkadaş ne kırıldık be... Acıyı gördük kırıldık, ölümü gördük kırıldık, ihaneti bile gördük değil mi geçen yazdı sıcak bir Temmuz günü hani? Silindir gibi geçti ülke üstümüzden. 200 küsür kemiğimiz bildiğiniz çatır çutur kırıldı. Kırıldık biz, en çok da dost bildiklerimize. Mesela peşin peşin bizi suçlu ilan edenlere, her haltı bildiğini sanıp bize hain diyenlere en çok...

     Bir de o ambulansın önündeki siyah arabadakilere kırıldık en çok. Parlak siyah papuçlarıyla, bizim gururumuz olan ve her birinde yaşayamadığımız yıllarımız yatan o brövelere asla sahip olamayan üniformalarıyla, mahzun ve üzgün tavırlarıyla gelen o salon abilerine çok kırıldık biz. Ankara'nın doğusuna geçmeden, yorgunluk edebiyatı yapan eşlerine daha bir kırıldık aslında. İtiraf etmemiştik hiç ama, biz bu camianın kadınlarına kırıldık en çok. En az size kırıldığımız kadar kırıldık onlara, parmağımızda emanet o yüzüğe bakıp bakıp, eşlerimizin işini kendimize iş edindiğimizi düşünen kim varsa alayına kırıldık. Siz bizi çok üzdünüz be... Fakat iyi üzdünüz hani... Biz bu ülkeye bunca emek verdiğimize iyi üzüldük yalan yok... Gönlümüzü almaya çalışmayın boşuna, gönlümüz küs bizim... Bu yalnızlık da bize iki cihanda yeter zaten.... 

Related Posts

Leave Comments