"Ne iş yapıyor?" diye gerek duymuyorsun sormaya, girip sosyal medya hesabına bakıyorsun ya da o bir şeyler yazıyor, yorum yapıyor, nokta koyuyor; gülen, ağlayan, sızlayan, elini açan, aşağı, yukarı, yana bakan emojiler bırakıyor meslektaşlarının veya beğendiği sayfaların gönderilerine...

Okudukları okul, aldıkları diplomalar, sertifikalar; gezdikleri şehirler, ülkeler; içtikleri kahveler, çaylar; indikleri, bindikleri arabalar, hobileri fobileri falan genelde orada yazıyor insanların! Ara ara yorumlarda bulunuyor meslektaşlarının veya beğendiği sayfaların gönderilerine. El işaretiyle de gösteriyor yazdığı yorumu. "Gördün mü, bak buradayım!" diyor. Görmemek mümkün mü, görüyorsun tabii! Bir yanıt bekliyor bazen, bazen de aylarca hiç yanıt beklemeden yazıyor, neden diye sormuyor, yazmayı sevdiğini anlıyorsun!

Babasından kesitler sunduğu anlar da oluyor. Bazen, "Ah babam! Gerçekten büyük adamdı," diyor. Bazen giyimi, kuşamı, konuşmasıyla şehrin yapısına uygun olmadığını düşündüğü babasını ağzına dahi almıyor. Bazen de "Gayet mütevazıdır," deyip Anadolulu olmanın nasıl bir acıya denk düşebileceğine dair paylaştığı fotoğrafının altına iliştirdiği birkaç satır yazıya sığdırıyor sevgisini, "hayatın matematiği budur," diyor. Acıyı acıyla çarparcasına tek kare fotoğraf üzerinden çoğaldıkça çoğalan heybetli bir duruşun varlığını kanıtlamaya çalışıyor. Annesi desen o da emekçi, ev yemeklerinin ustası, üstâdı unvanıyla evini çekip çeviriyor, düzeni, tertibi sağlıyor; çocukları mutlu olsun diye saçını süpürge etmekten vazgeçmiyor.

"Doğru bulmuyor, eğridir de diyemiyoruz, ama ortada hak etmediğin kadar yoğun bir tepki var sana karşı... ne kadar fedakârlık, sanki o kadar nankörlük... yani nasıl desem, değmez be kardeşim... Saçını süpürge yapacağına süpürgeden saç yap," deyip olayı, durumu tersine çevirmek isteyenleri içtenlikle dikkate aldığı da oluyor.

Kocası tam yirmi yıldır, "dişlerini yaptırtacağım" dediği hâlde yaptırtmadı kadının. İlgilenmedi onunla, ilgilenseydi üzülür, kahrolur, zamansız şükürden, niyazdan medet umar mıydı? Yarım ağız güler, komşularına maskara olur muydu? O ki, hep aynı çeneyle çiğnedi ekmeğini, yeri geldi yutkunmada zorluk çekti, boğulma tehlikesi atlattı. Yine de sararmış, kararmış, mağara gibi ağzı, çürük çarık dişleriyle gülümsedi dünyanın çirkin yüzüne. Utandı bazen, komşuları arkasından defalarca alay etti, alay edenler o gün orada yokmuşçasına, "Şu kadın var ya, senin için neler neler söyledi. Ağzının leş gibi koktuğunu, üstelik utanmadan da leş kokulu ağzınla iyice yaklaşıp neredeyse dudak dudağa gelip pis nefesini solumalarına sebep olduğunu da giderayak cümlelerinin sonuna eklediler..."

"Aman boş ver! Aldırmıyorum, umurumda değil," dese de manzara hiç de öyle değildi. Akşamları kocası işten döndüğünde, "Acaba ağzım kokuyor mu?" telaşıyla iki dudağının arasından su sızar gibi incecik kelimeler, fısıltıya dönüşen cümleler çıkıyordu. Biraz da kapı başında dokunsan yıkılacak gibi yana eğilimli vücudunu istemsizce bekleterek buyur ediyordu onu içeri. Elindeki poşeti kaptığı gibi mutfağa yöneliyordu.

"Ne almıştı marketten? Eksiği gediği biliyor muydu?" merakıyla özenle düğümlenen poşetin uçlarını bıçakla kesiyor, elini poşetin içine daldırmadan önce eğilip bakıyordu.

Salça,
Helva,
Zeytin,
Peynir,
Şeker.

Kulak temizleyici,
Tırnak makası,
Diş macunu,
Diş fırçası.

"Şeker lazım, tamam. Zeytin lazım, o da tamam. Helva ne, Allah aşkına! Helvayı sevmediğimi biliyorsun, yani oldu mu şimdi bu?" diyecekti diyemedi. Sonra kendi kendine, "Onun da sevdiği şeyler var, helvayı ben sevmiyorum diye o sevmeyecek mi? Ama ne gerek vardı, gene de almasaydı iyi olurdu," dedi. Kendi tezini çürütmeye iştahlı ağzıyla konuştu. El âlemin ürktüğü kirli, lekeli, sararmış, kararmış dişleriyle gülümsedi yine, ama aklından geçmeyi bekleyen çok çok önemli o şey henüz geçmemişti.

"Diş fırçası, diş macunu," dedi. "Bana mı satın aldı, kendine mi? Sorsam mı, sormasam mı, sussam mı susmasam mı? Sormayayım, susayım," dedi. Sormadı, sustu, suskun suskun çıkarıp poşetinden yerli yerine koydu ürünleri. Çaydanlığı suyla doldurup ocağın üzerine koydu, ocağı ateşleyip düşünmeye devam etti. Neler geçti yüreğinden, kızıl uçlu kılıçlarla deşilen bakışlarının ortasından ne acılı sancılı duygular geçti, bir o biliyordu bir de göklerdeki...

Elini, ayağını, yüzünü yıkar yıkamaz lavabodan çıkıp "Çay hazır mı?" diye soran kocasına yanıt vermekte kararsız kaldı. Aklında dış macunu ile diş fırçası vardı, her biri aklının en derinlerine çakılıp kalmıştı âdeta.

"Ah ne desem! Geçsem karşısına, tam yirmi yıl oldu. Ağzımı görüyor, gördüğün hâlde kılını kıpırdatmıyorsun! Kırıldı, döküldü, çürüdü dişlerim, henüz kırkımda kocadım, ah kocadım! Ah senin yüzünden, sırf senin ilgisizliğin çürüttü beni, deyip kenara mı çekilseydim, ah çekilseydim!"

" Seslendim, duymadın... Dalgınsın galiba?" diyen kocasının diline malzeme vermemek için konunun dışına çıkmak istedi, suçlanacağını bildiği için sözü helvaya bağladı yine.

"Helva helva helva! Her seferinde helva, bir kere de almazsan ne olurdu yani?"

" Aynı şeyleri sevmek, yemek zorunda mıyız?"

"Değil elbette! Ama yani, ne bileyim, keşke bir gün de almasan!"

Ne yaptı, ne ettiyse dilinin altındaki baklayı çıkaramadı. Yıllardır "dişlerim..." dedi durdu, bir kez daha denedi. Diş macunu, diş fırçası diyecek; sözün başını, sonunu helvaya bağlamadan anlatıp duracaktı. Olmadı, bağlayamadı...

Sanki parça parça kopup geliyordu ağzında kalan son dişleri de, tükürdüğünde ağzından paslı, mıcır taşı gibi bir şeyler dökülüyor, iğreniyor, kusuyor, güne geceye küsüyordu.

"Ne vardı bu kadar kusacak, hayata küsecek?"

Uzaktan bakanların anlamadığı da buydu, gerçi yakından bakanlar da anlamıyordu. Söylediği hâlde hiç anlamayanlardan biri de kocasıydı...

Çoktan demini alan çaydan afiyetle içen kocasının karşısında işaret parmağını ağzına sokup kalan son dişlerine dokunuyor, yüreğinde tarifi imkânsız bir acı yankılanıyor, ölümün pençelerinden kurtulamayan sevgisizliğin salası okunuyordu.

"Her gece her gece elini ağzına götürmelerinden sıkıldım bile," demedi, görmezden, duymazdan geldi kadını. Soğuk mu soğuk bakışlarını mutfak tezgâhının üzerinde gezdirip, "Satın aldığım ürünlerin arasında diş macunu ile fırçası vardı, kaldırdın mı?" diye sorunca artık yapılması gerekeni yapmanın vakti geldiğine tüm ruhuyla inanıp kararını verdi kadın.

Sabah oldu, güneş perdelerin arasından altınımsı huzmeleriyle tel tel süzülerek odanın içini doldurduğu hâlde güçlükle uyandı. Yaşamın heyecanı, sıcaklığını kotaran güneşin bile ısıtamadığı yüreği ile ağır ağır sürüyerek gövdesini mutfağın kapısına uzandı, kapıyı yavaşça açıp ilerledi, çaydanlığı suyla doldurup ocağın üzerine koydu, kibriti ateşleyip dünden kalan bulaşıkları yıkamaya başladı. Su kaynayınca çayını pişirip kahvaltısını yaptı. Kahvaltısını yaptıktan sonra dışarı çıktı. Kendisi hakkında bir gün olsun kötü söz söylemeyen, tek dostu, arkadaşı, "Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla!''nın yanına gitti.

"Abla! Böyleyken böyle oldu...Biraz paraya ihtiyacım var. Söz, çalışıp ödeyeceğim," dedi.

Bir dediğini iki etmedi, elini yeşil hırkasının cebine saldığı gibi ihtiyacı olan parayı verdi ona "Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla!"

...

Aradan aylar geçti. İş buldu, çalıştı, o adamı boşadı. İlgisizliğin faturasını ödemekten kurtularak ve aynı zamanda iş güç sahibi olarak sosyal medya hesabına yeni bilgiler ekledi.

O da diğer birçok kadın gibi harıl harıl çalışıyor şimdi. Kendisine sormanıza gerek yok. Sosyal medya hesabına girip baktığınızda: "Aşçıda çalışıyor'da çalışıyor" yazıyor.

Aşçıda çalışıyor'da çalışırken geldi aklına. Şimdi anladım dedi, hiçbir kadın erkeğinin kölesi olarak yaşayamaz. İlgisizliğe katlanmanın zincirleri hiçbir kadını özgürleştiremez.

5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü kutlu olsun, dedi.

Engin Yeşilyurt
5 Aralık 2021