By Mehmet Alp on Salı, 14 Mart 2017
Category: Siyaset

HOLLANDA, ALMANYA ve ÖTESİ...

Hep olaylara Türkiye odaklı bakıyoruz. 

Bunu yaparken Türkiye ve Hollanda, Almanya arasında yaşanan 'diplomasi krizinin' bu ülkeler ve hatta AB üzerindeki etkisini düşünmeyi kaçırıyoruz. 

Oysa yaşanan krize AB odaklı bakmanın da çok önemli olduğunu kanaatindeyim. 

Yaşananların bu ülkelerde popülist sağcı akımların işine yaradığı kesin. 

Söz konusu ülkelerde orta / liberal sağ hükümetler verdikleri tepki ile seçmen açısından sağcı popülist partilere oy kaybını engellemiş olabilirler, lakin bunu yapmak için bu iktidar partilerinin kendileri siyasi yelpazenin sağ tarafına kayma mecburiyetinde kaldılar! 

Örneğin anketler Hollanda'da bayağı güçlenen Geert Wilders'in liderliğinde ki PVV'nin hafta sonundan beri yine puan kaybettiğini gösteriyor. Almanya'da ise Angela Merkel'in CDU'su ve koalisyon ortağı sosyal demokrat SPD özellikle ırkçı söylemleri ile son yıllarda güçlenen AfD'ye puan kaybetmedi.

Almanya'da AfD'nin başındaki Frauke Petry'nin ve Hollanda'da ki Geert Wilders'in ortak görüşlerinden biri de, AB'ye karşı olmaları ve egemenliğin AB'de değil ülkelerde olmasını savunmaları.

Öyle veya böyle, Avrupa'da liberalizm zemin kaybederken sağ popülizm ciddi ivme kazandı. Bunun en bariz göstergelerinden biri de bugün Lüksemburg'da AB Mahkemesinin iş verenlerin iş yerlerinde başörtüsünü yasaklama hakkına sahip olduklarını teyit etmesidir.

Bence asıl ilginç soru bunun en çok kimin daha doğrusu hangi güçlerin işine geldiğidir.

Değerlendirmeye evvela ABD - AB ilişkileri açısından bakalım;

Bir yandan ABD ve AB arasında ta Obama döneminden başlayan bir kırılma var. Beni takip edenler bilir, gerek İngiltere'nin AB'den ayrılacağını, gerek ABD'de başkanlığı Trump'ın kazanacağını gerekse İtalya'nın referandumda Renzi'ye karşı oy kullanacağını doğru tahmin etmiş biriyim.

Geçen haftalarda Thereasa May'in ABD ziyareti esnasında ABD Başkanı Trump ile son derece samimi el ele tutuşurken verdiği pozlar bir çok şeyi gösteriyor. Aslında bugün gerçekleşmesi gereken ama kötü hava nedeniyle Cuma'ya ertelenen Merkel - Trump buluşmasında aynı samimiyette kareler görülür mü merakla bekliyorum.

Bence özellikle İngiltere'nin AB'den ayrılma kararı asla sürpriz değildi. Çatırdayan bir AB'de devam etmektense İngiltere'nin tercihini ABD'den taraf kullanması beni şaşırtmadı. Geçen sene yine 'halk oylaması' yolu ile başlayan İngiltere'nin AB'den çıkış süreci dün gece İngiltere parlamentosunun çıkışı onaylaması ile kesinleşti ve Kraliçe yasayı imzalar imzalamaz yürürlüğe girecek. Akabinde İngiltere AB'ye resmen çıkış başvurusunu verecek ve çıkış müzakereleri başlayacak.

Yakın zamanda gerçekleşecek diğer önemli olay da, Hollanda'nın yarınki genel seçimleri. Hollanda AB içinde nispeten küçük bir ülke ve gerek nüfus gerekse ekonominin büyüklüğü açısından bir Almanya veya Fransa ile boy ölçüşemese de, Hollanda'yı bu kadar önemli kılan unsur AB'nin kurucu ülkelerinden olması. Ayrıca başından beri özel kural ve imtiyazlara sahip olan İngiltere gibi bir statüsü de yok. Bas bayağı kurucu üye. Her ne kadar küçük olsa da, Hollanda'da bir AB karşıtı gelişme AB'yi bir çok yönden sarsar.

Özellikle 23 Nisan'da ilk turu gerçekleşecek olan Fransa seçiminden önce Hollanda'da AB karşıtı akımın kazanması veya hükümeti kurmayı rahatsız edecek şekilde güçlenmesi çok sakıncalı olur; zira daha bir kaç ay evveline kadar kendisine hiç şans tanınmayan Marine Le Pen şu anda Brüssel ve üye ülkelerin AB taraftarı hükümetlerini ciddi şekilde endişe edebilecek kadar güçlenmiş durumda.

Bütün bunları ABD'de seçilen yeni başkan ve Obama dönemine nazaran değişen ifadeleri kapsamında değerlendirmek gerekir.
Trump seçildikten sonra Almanya eski dışişleri bakanı Joschka Fischer www.project-syndicate.org sayfasında 5 Aralık 2016 tarihinde ''Batı'ya elveda'' (Goodbye to the West) başlıklı bir makale yayımladı. Fischer makalesinde 2. Cihan Harbi sonrası oluşan 'Batı' kavramının Trump'ın ABD başkanı olmasıyla beraber sonlandığını, gelecekte ABD'nin çok daha özüne dönük kendi odaklı hareket edeceği için AB'nin bu doğrultuda strateji geliştirmek mecburiyetinde olduğunu vurguluyordu.

Özellikle Trump'ın seçim kampanyası esnasında NATO ve AB hakkında yaptıkları yorumları Fischer'in bu sonuca durup dururken varmadığını kanıtlıyor olsa bile, Trump'ın başkan seçildikten sonra da yaptığı icralar ve yorumlar Fischer'in haklılığını desteklemekte.

Trump'ın henüz daha yeni sayılabilecek başkanlığına bakmadan önce özellikle Obama döneminin sonunda ABD dış politikasının bazı ülkelerde yankısına bakmakta fayda var.

Rusya başkanı Putin 2007 Münih güvenlik konferansında alenen Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra oluşan tek kutuplu (ABD) dünyaya Rusya'nın daha fazla müsade etmeyeceklerini ifade etmiş, komşu AB'ye zeytin dalı uzatmıştı.
Rusya'nın bu konuda ne kadar iddialı olduğunu Arap Baharı ile başlayan olayların Suriye'ye yansıdıktan sonra tüm dünya gördü. Tam Batı Suriye'de isyancılarla istedikleri başarıya ulaşamadıkları için kimyasal silahları bahane ederek Suriye'ye açıktan askeri müdahaleyi konuşurken, Birleşik Milletler Güvenlik Konseyinin daimi üyesi Rusya söz konusu kimyasal silahların kendi güvencesi altına imha edileceğinin garantisini vererek Batı'nın elinden açık askeri müdahale için gerekli zemini yok etti.

Benzeri bir hamle ile İran'ın nükleer maddeleri sadece enerji iretimiı için kullanacağına dair kefil olarak yine Batı'yı İran ambargosunu sonlandırmak ve İran'la masaya oturmak mecburiyetinde bıraktı (Ne tesadüftür ki Türkiye'de hükümetin Fetö ile ters düşmesinin ilk açıkça görünen belirtileri de üç aşağı beş yukarı bu tarihlerde görünür oldu) ve Batı Ortadoğu stratejisini değiştirmek mecburiyetinde kaldı.

Obama başkanlığında ABD'nin (Batı'nın) Suriye ve İran'a karşı yeni tavrından en çok rahatsız olan ülkeler İsrail, Suudi Arabistan ve yörüngesinde ki diğer Arap Emirlikleri oldu.

Suudiler Obama'ya Mısır'da Hüsnü Mübarek'in devrilmesini engellemediği, Suriye'ye açıktan askeri müdahalede bulunmadığı ve İran ile anlaşma yoluna gittiği için tavırlıydılar. Hatta bu gerginlik o kadar büyüktü ki Obama Nisan 2016'da Suudi Arabistan'a veda seyahatini yaptığında onu Riad hava alanında karşılayan Kral Selman bin Abdülaziz el-Suud değil Suudi Arabistan Prensi oldu.

Aynı şekilde İsrail'le de ABD arası bir hayli gergindi. Obama'nın başkanlığında ABD'nin İsrail'in Filistinlilere karşı mesken politikasını desteklememesi hatta BM'de İsrail'e karşı oy kullanması ve İran ile yapılan nükleer santral anlaşması, İsrail'in aşırı sağcı hükümeti ile ABD'nin arasının iyice gerilmesine yol açtı. Gerginliğin ne kadar büyük olduğunu İsrail'li kültür ve spor bakanı Miri Regev'in Aralık 2016'da bir TV kanalı ile yaptığı söyleşi de 'Obama kim? Obama geçmiş. Artık Trump var.' sözleri ifade ediyordu.

Henüz Trump'ın başkanlığı çok yeni sayılır. Trump'ın başkanlığında ABD'nin Obama'dan ne kadar farklı bir dış siyaset izleyeceği veya Trump'ın seçim kampanyası esnasında vaadlerini ne kadar gerçekleştireceği tam olarak belli olmasa da yukarıda bahsettiğim örnekler en azından uluslar arası politikada bir çok ülkenin ABD'den farklı bir yol çizmesini beklediklerini göstermekte.

Trump bu beklentileri hangi derecede tatmin edebilir henüz belli olmasa da bazı konularda ABD''nin dış politikasının Obama'nın çizgisinden farklı olacağını göstermekte. Örneğin başkan olduktan sonra Trump'ın verdiği en tartışılan karar, belirlediği 7 ülkenin vatandaşlarının ABD'ye girişlerini yasaklamak oldu. Her ne kadar bunu istediği şekilde gerçekleştirmesi ABD mahkemeleri tarafından iptal edilse de bu kararın hangi ülkelerin vatandaşlarına karşı olduğu ABD'nin Ortadoğu politikasında farklı bir yöne gittiğini göstermekte.

Başka bir ilginç gelişme ise Trump'ın 7 müslüman ülkeye giriş yasağı koyarken Fransa, Almanya, Kanada gibi batı ülkelerinden çok eleştiri gelmesine rağmen özellikle sünni müslüman ülkelerden ses çıkmamasıydı. Bunu anlamak için Trump'ın hangi ülkelere karşı giriş yasağı koymak istediğine bakmak gerek. Her ne kadar ABD mahkemeleri tarafından kaldırıldıktan sonra değişimle yürürlülüğe geçen bu yasakta artık Irak olmasa da, başta Trump'ın hedeflediği 7 ülke Irak, Suriye, Lübya, Somalya, Yemen, Sudan ve tabii ki İran dı. Bu ülkelerin hiç bir vatandaşı son 20 yılda ABD toprağında Amerikaya karşı bir terör saldırısında bulunmamıştı. Oysa 11 Eylül saldırganlarının memleketi Mısır, Lübnan, BAE ve Suudi Arabistan dı. ABD Bush döneminde ilan ettiği Teröre Karşı Savaş'ı Afganistan'dan başlatmış olmasına rağmen Trump'ın listesinde ne Afganistan vardı, ne Pakistan, ne de Mağrip ülkeleri. Oysa IŞİD'e en fazla katılım bu ülkelerden oluşuyordu. Trump'ın yasak koymak istediği ülkeler özellikle İran'ın etki alanında olan veya son dönemde etki alanını artırdığı ülkelerdi. Trump Obama döneminde başlayan 'ılımlı' Ortadoğu politikasının aksine tekrar ABD'nin İran'a karşı sert bir tavır sergilemesine başladı. Gerisi de gelecek gibi.

Özellikle İran ile yapılan nükleer santral anlaşmasına katkısı olan ve anlaşmayı imzalayan AB ülkeleri Trump'ın bu kararını sert şekilde eleştirirken, İsrail, Suudi Arabistan ve yörüngesinde ki arap ülkeleri duruma sessiz kalmayı tercih ettiler.

Bu durum yine AB ile ABD arasındaki ilişkilerin eskisi gibi olmadığını ve Joshka Fischer'in söylediği gibi AB'nin daha bağımsız hareket etmesi gerektiğini göstermekte.

Dolayısıyla Trump yönetiminde ABD 2. Dünya Savaşından sonra komünist bloka karşı bir proje olan AB'nin güçlü ve birlik olmasını artık çok da tercih etmiyor gibi.

Bütün bu gelişmeler ABD - AB arasında yaşanırken dünya en geç Suriye 'iç savaşına' doğrudan müdahalesi ile Rusya'nın da artık Ortadoğu'da dikkate alınması gereken bir etkili güç olduğuna tanık oldu.

Peki Rusya'nın AB'ye karşı olan tutumu nasıl?

Yukarıda da bahsettiğim gibi Putin 2007'de Rusya'nın da artık alenen uluslar arası siyasette etken olacağını ilan etti. Oysa AB buna fazla yanaşmamakla kalmayıp ne NATO ile ne de bir Batı ülkesi ile hiç bir dikkati alınması gereken uluslararası organizasyonda beraberliği olmayan Ukrayna'nın iç politikasına doğrudan karıştı. Ukrayna'nın AB'ye girişini engellediği bahanesi ile Viktor Janukowitsch'e karşı başlayan Maydan olayları çok kısa süre içinde Ukrayna ile siyasi bağları çok güçlü olan Rusya'ya karşı bir yön aldı. Sonunda Rusya olaylara daha fazla seyirci kalmayıp Ukrayna'nın doğusunu ve Kırım'ı işgal etti.

Aynı zamanda Rus TV kanallarında Nato ve AB'nin Doğu genişlemesinin haritaları 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi Almanya'sının ilerlemesini gösteren haritalarla mukayese ediliyordu. Rusya defalarca AB doğu genişlemesi ve AB'ye katılan bu ülkelere sonradan NATO üyeliği verilmesinden rahatsız olduğunu alenen açıkladı.

Dolayısıyla Rusya sadece Ukrayna'da bu gelişimi engellemekle de kalmadı. Eski Varşova üyesi ve şimdi AB üyesi olan Polonya'nın iç siyasetinde de etkili olduğu ve Polonya'nın son yıllarda AB'nin 'Batı' yanlı siyasetine aykırı davranmasında Rusya'nın etkin rolü olduğu AB hükümeti tarafından açıkça ifade edilmese de biliniyor. Kısmen farklı şekilde olsa da Macaristan'ın diğer AB üyelerini rahatsız edecek derecede Rusya ile iyi ilişkiler içinde olduğu da gerçek.

Yani ABD'den farklı sebeplerden ötürü de olsa Rusya'nın sınırlarına komşu güçlü bir AB'den rahatsızlığı çok açık.

En geç 2008'de patlak veren finans krizinden beri AB'nin çatırdaması duyulurken ve bu iki dünya gücünün işine geldiği hassas bir dönemde uzun zamandır gittikçe zora giren Türkiye - AB ilişkilerini özellikle Hollanda örneğinde veren patlak veren diplomasi krizini sadece Türkiye ve önümüzdeki anayasa değişikliği referandumu açısından değerlendirmenin fazlası ile yetersiz kaldığı kanaatindeyim.

Türk hükümetinin yaşanan olaylarda etken rol aldığı tartışılmazken kişisel görüşüm ise olayların bilerek kışkırtılığı yönündedir. Bunu yaparken muhakkak ki mağduriyet yaratıp referandumda Evet tarafının güçlenmesi amaçlanmıştır. Lakin kendime sorduğum soru ise AKP'nin bunu kendi kendine mi akıl ettiği yoksa birileri tarafından yönlendirilmiş olabilirler midir?

Son günlerde moda olan bir 'üst akıl' bir vuruşla iki hamle yapmış, yani Türkiye'nin, daha doğrusu hükümetin içinde bulunduğu durumu aynı zamanda AB'de sağcı popülizmin güçlenmesi için alet etmiş olabilir mi?

Eğer bu böyleyse bu üst akıl kimler? Daha ziyade ABD tarafı mı yoksa Rusya tarafımı?

Bütün bu gelişmeler karşısında Türkiye'nin izleyeceği strateji ne olacaktır?

Türkiye'nin iç durumunu ve uluslar arası gelişmeleri takip edebildiğim kadarı ile bu referandumda 'Hayır' çıkma ihtimalinin çok yüksek olduğunu tahmin etsem de her hukuk devletinin gerekliliğine inanan ve demokratik hukuk devleti yanlı Türk vatandaşı gibi tabi ki 'Evet' çıkmasından son derece endişeliyim.

Ama en az bu endişem kadar da, 'Hayır' çıksa bile vatanımı bu uluslar arası ortamda Türkiye ve Türk milletinin çıkarları doğrultusunda doğru yönlendirebilecek ekibin olmama ihtimali beni endişelendiriyor.

Mehmet Alp
14 Mart 2017

Related Posts

Leave Comments