Kayahan'ın "E bebeğim eee eee" şarkısını alfa kuşağı ne bilsin! İlk benden duydular şarkıyı, "E" sesini öğrenirken.

"AAA bak geldi kış babaaaa"

Tam da ne yaptığımızı anlamadan öğrenmeye başladık okuma yazmaya.

"Yani bu şekilleri gördüğümüzde bu ses mi çıkacak öğretmenim?" dediler.

"Eveet! Okurken ve yazarken çıkardığımız seslerin şekil olarak karşılığı var. Onlar sayesinde okuma yazma gerçekleşiyor."

"Peki bunlardan kaç tane var öğretmenim?"

"Bizim dilimizde 29 tane. Birisini öğrendik, kaldı 28!"

"Oooo! Çok varmış."

Önce E, L, A derken sosyal medya postlarında dillere pelesenk olan ilk "Ela LaLe el ele." Diyerek Ela ile Lale'yi el ele tutuşturduk.

Ana okulu alt yapısı olan ve evde anne baba tarafından kitap okunarak büyüyen çocuklar okuma yazmanın bu şekillerle gerçekleştiğini biliyorlar, biliyorlar ama nasıl? İşte onu bilmiyorlar.

Ela, Lale derken bir bakıyoruz birinci grup harfler bitmiş. Kısaca ELAKİN olarak grupladığımız harflerden oluşan heceler, kelimeler, iki üç kelimelik cümleler, kısacık metinler… Artık biliyoruz, anladık ki, o garip şekiller bir araya gelince okuma yazma denilen büyülü dünyanın kapıları açılıyor. Biz o kapıyı aralamıştık.

Birinci grup, ikinci grup harflerimiz bitince biz, okuma yazma denilen becerinin sesleri birleştirerek gerçekleştiğini çoktan öğrenmiştik. Hatta geriye kalan harflerin seslerini de keşfetmiştik.

"Öğretmenim "H" sesini öğrendiğimiz zaman sizin adınızı da yazabiliriz."

"ŞŞŞŞ sesini daha öğrenmedik, "Şebnem" yazamayız." Derken sadece onların sırası gelmemişti.

Haftada iki ses, üç ses… Bir de baktık ki harfler bitti!

Heyooo! Biz artık her şeyi okuyup yazabiliriz!

Aslında biz aylardır okuyup yazıyorduk, ama 29. harfi de resmen öğrenince artık gerçek anlamda okur yazar olduk.

Ama şimdi çok ciddi ortak bir sorunumuz var(!) Hatta bazılarına göre bir sorunsal!

"Harfler bitti, peki şimdi ne yapacağız?"

Bu soruyu farklı şekillerde bütün gün sordu kuzucuklarım ve ciddi anlamda kafa yordular. Tabi buna ben sebep oldum; çünkü hiçbirisine, bundan sonraki süreci hemen anlatmadım.

"Sence ne yapabiliriz, sen ne yapmak istersin?" gibi sorularla ne düşündüklerini anlamaya çalıştım.

Ben birinci sınıfta yarı yıl karnemi aldığımda babama koşup:

"Baba ikinci sınıfa geçtim." dediğimi çok iyi hatırlıyorum.

"Artık okuyup yazıyoruz, her şeyi okuyarak öğrenebiliriz, her gün okula gelmesek de olur." diyen mi,

Benim gibi artık ikinci sınıfa geçebileceğini düşünenler mi…

Ama en güzeli:

"Yeterince büyümüş olsaydık 4. katta liseye gidebilirdik." ti.

Çok dikkatimi çeken bir şey oldu; kızlar genelde daha gerçekçiydi.

"Okuma yazmamızın hızlanması lazım, onun için çalışırız."

"Daha çok kitabımız var, okuyacağımız."

"Defterlerimizi bitirmemiz lazım." gibi...

Kızlarla erkeklerin aynı olaydaki yorumlarıyla ilgili olarak doğaçlama bir sosyal deney oldu benim için…

İlkokul öğretmenliğinin en özel sınıfıdır birinci sınıf. Çünkü diğer sınıflarda olan alt yapı onlarda yoktur. Her şeyi, ama her şeyi sizden öğrenirler. Bunu bariz bir şekilde görürsünüz ve bir öğretmen için en büyük mutluluktur, eğer her şey yolunda giderse. Tabi tersi durumlar da yaşarsınız; üzülür, ağlarsınız, çözüm bulmak için kendinizi paralarsınız.

Farklı ailelerde doğup büyümeleri, farklı çevrelerden gelmeleri, doğuştan getirdikleri özellikleriyle çocukların her biri nev-i şahsına münhasır birer birey… Hem bu nedenle, her birine kendi özelliğine göre davranacaksınız, hem de o farklı özelliklere rağmen aynı kurallara uymalarını sağlayacaksınız. Kolay değil.

İlk iki ay onlar için de öğretmen için de zordur. Bir yandan akademik takvim için ter dökersiniz hep birlikte, diğer yandan da ana okulundan çok farklı olan ilkokul yaşamına uyum sağlamaları için kazanmaları gereken bilgi ve becerileri davranışa dönüştürmek için mücadele edersiniz.

Sonra bir gün bakarsınız ki, pazılın parçaları yerlerini bulmuş.

Birinci sınıfın en keyifli bölümü okuma yazma öğretme sürecidir. Hani kendi çocuğunuzu büyütürken ilk dişi, ilk adımı, ilk "anne" "baba" deyişi… hepsi ayrı bir heyecandır ya, okuma yazma öğretmek de öyle bir şey.

Bilinçli okudukları ilk kelime, siz söylerken bakmadan yazabildikleri ilk hece, ilk kelime… İşte o gün sizin gününüzdür. Nasıl da mutlu olursunuz!

Bir canım çocuğum ilk hikaye kitabımız olan "Veli'nin Elma Ağacı" adlı kitabı okuyup bitirdiğinde dedi ki;

"Ben ağlayacaktım neredeyse öğretmenim, çok duygulandım."

"Neden bu kadar duygulandın canım?" dedim.

"Gerçek anlamda okumanın ne olduğunu şimdi anladım, öğretmenim." Dedi. Konusuyla, karakterleriyle gerçek bir kitaptı. "Veli'nin Elma bahçesi"ne kadar, ya birbirinden bağımsız cümleler, ya da birkaç cümlelik kısa metineler okumuştuk çünkü. Benim de gözlerim doldu.

Daha önceki birinci sınıfımdan bir çocuğum da:

"Annem babam bana kitap okurken, onların resimlere bakarak bir şeyler uydurduğunu sanıyordum. Okuma diye bir şey gerçekten varmış." Demişti.

Tabi ki bütün bunlar onlarca çocuğun bulunduğu sınıflarda aynı anda gerçekleşmiyor. Gecenin bir vakti uyanıp: "Acaba X için başka ne yapabilirim harflerin şeklini unutmaması için?" diye düşünürken, okuduğu halde yazmakta zorlananlar, harfleri ısrarla ters yönden yazanlar için mücadele ederken de bulabilirsiniz kendinizi.

6 Eylül'de yolları benimle kesişen çocuklarıma yaka kartlarını takarak başladığımız "okuma yazma" serüvenimizi tamamladık. Onlar da artık diğer çocuklar gibi normal okul yaşamına geçtiler. İkinci dönem, "Harfler bitti, şimdi ne yapacağız?" sorumuza cevaplar verirken, bir bakacağız ki, ikinci dönem de bitmiş.

Zaman göreceli, kimine göre daha çok var, kimine göre "Ömür dediğin bir gün, o da bugün."

Bazen de o sözü edilen "bugün"ü yaşamak lazım.