By Selim Uysal on Çarşamba, 13 Şubat 2019
Category: Kültür ve Sanat

OZAN ARİF'İN ARDINDAN: SUSMAYAN VE KORKMAYAN BİR ADAMIN PORTRESİ

Ne kadar konuşmaktan çekinsek de, düşünmek istemesek de kaçamadığımız bir şey var: Ölüm! Her ne kadar hepimiz bir gün öleceğimizi bilsek de o an geldiğinde gidenler kadar geride kalanlar için de vurucu oluyor. Hatta yaşı oldukça ilerlemiş veya ağır bir hastalık geçirmiş kişilerin bile hayatlarını kaybetmesini kabullenemiyoruz. Elbette her ölüm yakınlarını üzüyor ancak öyle kişiler var ki onların bu dünyadan göçüşü sadece aile ve arkadaş çevrelerini değil, milyonlarca insanı kahrediyor. İşte onlardan biri olan Ozan Arif de bugün hayata gözlerini yumdu.

Ozan Arif, onu tanıyanlar için isminin başına onlarca sıfat getirmeye gerek olmayan, sadece "Ozan Arif" denilmesi bile çok anlam ifade eden bir insandı. O, bugün bile soyadının "Şirin" olduğunu birçok kişinin bilmediği ve bilmeye gerek görmediği kadar "Ozan"dı.

Ben onu erken tanıyamayanlardandım. Erkenden kastım, büyük büyük konserlere çıktığı zamanlar elbette. Ben o dönemler çocuktum ve ailemde, akrabalarımda ülkücü olmadığı için de tanıma ve o konserlerden birinde bulunma şansım olmadı. 17-18 yaşlarımda Türk milliyetçiliği ile, Ülkücülük ile tanıştığımda Ozan Arif'le de tanışmıştım.

Ozan Arif, destanlarıyla henüz ülkücülüğün ü'sünü yeni öğrenen bir gence Ülkücünün bakış açısını genel hatları ile anlatabiliyordu. Mesela "Mazlum, Yunus olarak bilir bizi / Zalim, Yavuz olarak tanır / Gerek yok başka söze / Ülkücü derler bize" diyor ve "Ülkücünün zalimin karşısında, mazlumun ise yanında" olduğunu, olması gerektiğini söylüyordu.

80 öncesini yaşamak bir yana, yeni yeni öğrenen bir gence "Mamaktan Gelen Mektup" ve "C-5" ile o günleri adeta yaşamışçasına anlatıyordu. O, "Döve döve işettiler altıma / Bayıldıkça sarıldılar hortuma / Islatıp ıslatıp tekrar sırtıma / Çıkarak yaptılar benim sorgumu" dedikçe gözlerden yaşların akmaması mümkün değildi.

"Üç Bela" dediği üç büyük emperyalist devleti "Hiçbirinin aklı, fikri, görüşü / Kabul etmez bu dünyada barışı / Yaptıkları silahlanma yarışı / Amerika, Kızıl Rusya, Kızıl Çin" diye işaret ediyordu.

"Ey Türk Gençliği" diyerek seslendiği gençlere "Uyar isen eğer uyar / Arif'in bir öğüdü var / Bir elinde bilgisayar / Bir elinde Kuran olsun" diye nasihat veriyordu Ozan Arif. Şüphesiz burada bilgisayar "bilimi, teknolojiyi, gelişmeyi", Kuran ise "maneviyatı" simgeliyordu.

Bunlar dışında hem kendisinin hem de milyonlarca insanın başta Almanya olmak üzere çeşitli ülkelerde çektikleri gurbet acısını, oralarda yaşadıkları zorlukları, vatan hasretini haykırıyor "Bitsin Bu Hasret", "Vatanımı Özledim" diyordu. Yurduna döndüğünde ise yıllarca hasret yaşadığı ülke ve insanlarının hâlini görüp "Köyüm Eski Köyüm Değil" diye üzüntüsünü yansıtıyordu.

Türkülerinde sürekli Turan diyor, Türk birliği diyor, Türk Cumhuriyetleri'nin bağımsızlıklarını kazanmaları ile "Turan Türküsü" söylüyordu.

Ozan Arif'i anlatmaya cidden sayfalarca yazı yetmez, sadece eserlerinin, destanlarının isimlerini yazmaya kalksam bitiremem. Ancak sanırım Ozan'ın en önemli özelliği ozanlığına da uygun bir şekilde en zor şartlarda, en baskıcı zamanlarda, herkese ve her şeye rağmen korkmaması ve susmamasıydı.

O, 80 öncesi dönemde de 12 Eylülcülerin herkesi buldozer gibi ezip geçtiği dönemde de zulme karşı sesini yükseltiyordu. Mesela "Devir sizin diye Arif ne yapsın? / Korkuyu put edip puta mı tapsın? / İnceldiği yerden koparsa kopsun / Korkum yok, korkum yok, korkum yok sizden" diye meydan okuyor, "Ağa diye, bey diye / Boyun eğmem kimseye / Bir deli şart her köye / Susmam, susmam, susman ben" diye haykırıyordu.

Ömrünün son yıllarında en çok da bu özelliğinden çekti Ozan Arif. Zira onlarca yıl Başbuğ dediği Alparslan Türkeş'in vefatından sonra MHP'nin durumunun her geçen gün kötüye gitmesi onu üzmüş ve tabii ki kızdırmıştı. Bu sefer uyarmak için şiirler yazmış, karşılığında hakaretlerle, hainlik suçlamaları ve iftiralarla saldırıya uğramıştı. En sonunda da "Ben adam sanmıştım, adam değilmiş" dedi.

Herhalde bilmeyen yoktur ama hatırlatalım. Atsız'ın Bozkurtların Ölümü romanının henüz başlarında, Çuluk Kağan'ın Çinli eşi İçing Katun tarafından zehirlenerek ölmesi ve yerine kardeşi Bağatur Şad'ın "Kara Kağan" ismini alarak geçmesi anlatılır. Kağanlık kutlamalarında okçuluk yarışması da yapılır. Daha sonra ise ozanlar atışmaya başlar. Kara Ozan ile Çuçu atışırken lafı sürekli o an konuk olarak orada bulunan Çinli Katun'a ve kardeşi Şen-King'e tokat gibi çarpıyorlardı. Katun bu konuda yeni eşi Kara Kağan'a doğru eğilip ozanları susturmasını isteyince Kağan "Ozanların sözü kutludur! Kesilmez!" diye tarihi bir ders veriyordu.

İşte Ozan Arif'in kutlu sözlerini ilk duyduğum günler, MHP'nin koalisyon ortağı olduğu dönemin son günleri, benim de Ülkücülüğü öğrendiğim ilk günlerdi. Radyoda zorla çeken Ötüken FM'i dinlemeye çalışıyor, internet kafelerden ülkücü mp3 CDleri yaptırıyor ya da sokaklardaki tezgahlardan hazırlarını alıyordum. Param yettikçe de kaset almaya çalışıyordum. Bir yandan kitap bulup okuyor, diğer yandan şarkılarda, türkülerde kendimi ve düşündüklerimi buluyordum.

Yıllar biraz ilerlediğinde Ozan Arif, Ahmet Yılmaz gibi sanatçıların tepki içeren eserlerini duydum. İktidarda yapılamayanları eleştiriyorlardı ve sonucunda hain ilan ediliyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, o günkü samimi ama cahil hâlimle ben de bu suçlamalardan etkileniyordum. Bir yandan Ozan Arif'i seviyor, dinlemeye devam ediyor, diğer yandan "neden böyle şeyler söylüyor?" diyordum. Sonuçta ağır şeyler söylediği kişi "Hareketin Lideri" idi. Öyle öğreniyor, öyle görüyorduk. Hatta bir ara, bir kişiden etkilenip de "Bundan sonra Arif Şirin diyeceğim, Ozan demeyeceğim" demiştim.

Toymuşum. Yıllar Ozan Arif'i haklı çıkardı, 20'li yaşların başındaki Selim, 30'a yaklaşmaya başladığında birçok şeyi görmeye başladı. 30'u geçtiğinde artık her şey ayan beyan ortada idi. Ozan Arif gibi biz de "adam sanmıştık". Geriye ise içimizden Ozan'a kızışlarımız ve forum sitelerinde, sohbet odalarında Ozan Arif'in ihanetine dair yazdıklarımız kalmıştı.

Yıllar sonra bir adam gibi adamla tanıştım. Mehmet Alp adındaki bu kişi Ozan Arif'in oğluydu. Hiç konserine gidemeden ve hiç göremeden sevdiğim Ozan Arif'in oğlu olduğu kadar bir zamanlar kızdığım ve hain ilan ettiğim Ozan Arif'in de oğluydu. Bu yüzden hem saygı ve sevgi duyuyor hem de çekiniyordum. Zaman geçip de daha yakından tanıştıkça, samimiyetimiz ilerledikçe ne kadar içten davranan bir insan olduğunu gördüm ve geçmişte düşündüklerimi söyleyip Ozan'dan onun vesilesi ile özür diledim. "Suç sende değil, o genç yaşlardaki insanları kışkırtanlarda" tarzında bir şeyler söylemişti. Ozan'a yapılanlarla ilgili sorular sorduğumda hep geçiştirdi, "boş ver" dedi Mehmet Abi. Ancak yine de vefasızlıklara, insafsızlıklara nasıl üzüldüğünü hissedebiliyordum. Bir davaya ömrünü veren bir adamın oğlu, babasına yapılan saldırılara bu kadar üzülüyorsa, o adamın kendisi nasıl kahroluyordur diye düşünüyordum.

Ozan Arif, hastalandıktan sonra çok sorup da can sıkmak istemediğim için merak etsem de konuyu açmadım ama bazen durumunun iyi olduğunu öğrenip seviniyordum. Biz Ozan'ı hasta hali ile görüp üzülürken, o ise yine ülkesini, milletini düşünüyor, gördüğü yanlışları kendine has üslubu ile destanlaştırmaya devam ediyordu. Lafı bazen gümbür gümbür muhatabının kafasına indiriyor, bazen de bombanın pimini çekip ortaya bırakıyor ve adeta "sahibi kimse gelip alsın" diyordu. Ne ilginç ve ne komiktir ki o bombayı sahiplenen de genelde aynı kişi oluyor ve Ozan Arif hedefi tam on ikiden vuruyordu. Onun zeka ve ustalık kokan sert ve sivri sözlerine aynı kıvraklıkta cevap veremeyenler ise kanalizasyon borusu gibi ağızlarını sonuna kadar açmaktan çekinmiyorlardı.

Ve en sonunda Ozan Arif gitti. "Ozanız" diyen hemen hemen herkesi susturup kendilerine bağlayanlar ve "Ozanız" diyen, "Sanatçıyız" diyen, televizyon ekranlarına ve sahnelere çıktıklarında şarkılarının dışında felsefi sözler de söyleyenler ise bugün "adettendir" diyerek bile bir anma mesajı yayınlayamadılar. Hoş, onların anma mesajının bir değeri yoktu aslında, şüphesiz Ozan'ın kendisi ve ailesi de bunu istemezdi diye düşünüyorum. Yine de samimi olmasa bile "siyaseten" ve "nezaketen" bir mesajın yayınlanmasını bekleyen çok insan vardı. O mesaj yayınlansa, bağıra çağıra içlerindeki Ozan Arif hasretini haykıracak olanlar da vardı. Mesajı göremeyince sustular. Yeri geldiğinde büyük laflar eden bazı şarkıcılar, yazdıkları mesajları silmek zorunda kaldılar.

Ancak en kötüsü de bir rahmet dileyemediği gibi, arkasından konuşan, saldırmaya devam eden, ağzını eğip bükerek rahmet diler gibi yapıp aslında laf çarpan, düşmandan bahsedermiş gibi paylaşımlarda bulunan vahşi köpek misali tiplerin olmasıydı."Bunlar kendilerine ülkücü dese ne olur, müslüman dese ne olur?" diye düşünmeden edemedim gün boyunca.

Söz epey uzadı, zira bizim Ozan Arif gibi sözü kısa ve öz olarak söyleme yeteneğimiz yok.

İçimde onu dünya gözüyle bir kez olsun görememiş ve dinleyememiş olmanın hüznü var. Ozan Arif belki de bugüne en uygun şiirinde "Yalan dünya işte senden / Aha geldim, gidiyorum / Kalanlara selam benden / Aha geldim, gidiyorum" diyordu. 

Biz de bu yalan dünyada kalıp çile çekmeye devam edecekler olarak "Aleyküm selam Ozan Arif, güle güle git, Başbuğ'a ve şehitlere bizden selam söyle" diyelim.

Ruhun şad, mekanın cennet olsun Ozan Arif….

Related Posts

Leave Comments