"Hepimiz birbirimize yabancıyız; birbirimize verebileceğimiz tek şey, dünyadaki güzel şeyleri nasıl gördüğümüzü göstermektir. Bu uçsuz bucaksızlığı kaldırılabilir kılan tek şey budur" 

Justin KER. s:136 

Tanınmış bir yazar değil, daha önce adını hiç duymadım. DNR mağazasında "ne alırsan 9 TL" köşesinde buldum. Daha doğrusu o köşede, alakarga yayınlarına ait ne varsa topladım. dün gece biraz daldım kitaba ve son dönemde okuduğum en ilginç öyküleri okumuş oldum. Çeviri de çok iyi. İlgiyle okudum.

Bazen böyle olur; hakkında binlerce yazı bulabileceğiniz çok tanınmış bir yazarın kitabını alır, ilk on sayfada elinizden atarsınız. 

Bazen de ilk basımda ilgi görmemiş, stok boşaltmak için bir kitapevinin "kelepir" köşesinde "ne alırsan ... TL" mantığı ile satılan bir eser çok ilginizi çeker, kitabın bitmesini istemezsiniz. Bu tip kitapların satılmamasının nedeni arkasında "güçlü bir reklam kampanyası ve parası bol bir yayınevi" olmamasıdır.

Şunu da belirteyim ALAKARGA yayın evinin kitaplarında, çeviri konusunda hiç hayal kırıklığına uğramadım. Yayınevinin sahibini tanısam, deposuna gidip, bende olmayan ne kadar çeviri varsa hiç düşünmeden alırım.
Yazar Singapur Ulusal Nörobilim Enstitüsü'nde hekimlik yapıyor. Hasar görmüş beyin hasarlı hatıralara yönelik özel ilgisi varmış.

Biraz araştırdım yazar bir röportajında;
′Bence birçok doktorun yazar olma potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü çok sıradışı insanları görüyoruz" demiş.

Geçmişte Nörolog Oliver Sacks'ın dilimize çevrilen tüm eserlerini keyifle ilgiyle okumuş biri olarak Justin Ker'e katılıyorum. Özellikle insan beyni üzerine uğraşan hekimler çok iyi yazar oluyorlar.

Umarım Justin KER başka kitaplar da yazar ve dilimize çevrilir. Bu kitap onun tek kitabı…

Öykülerinde bol yağmur var. Öyküler biraz melankolik gibi görünse de, melankoliden nefret eden insanı çekiyor. Bazı betimlemelerinde çok detay var. Sanki o sahnenin fotoğrafını elinizde tutuyor ve her noktasını her pikselini inceliyor gibi oluyorsunuz…

Ben bu hissi yaşadım: Yani öykü okumuyor, karşımda o sahnenin siyah beyaz metrelik çerçevelenmiş bir baskısı varmış ve ben o fotoğrafın güzelliğine dalmışım hissi bu.

"Yağmur iniyor ve insanlar binalarla alt geçitlere kaçıyorlar. Kaldırımlar artık boş, gökyüzünün yansımasıyla kayganlaşmış vaziyette. Çatı olukları çalkantılı beyaz akıntılara dönüşüyor ve bir kaldırım taşının yanındaki tıkanmış rögar ağzı yola doğru su fışkırtıyor, suyun her bir fırlayışı bir kalp atışı kadar sabit. İnce su dalgaları sonu gelmez terkin dalgaları gibi cam pencerelerden kaçarak dış sokaktan gelen ışığı kırıyor. İki bina arasında sallanan bir telefon hattında, yağmur damlaları hattın ortasındaki hafif çöküntüye tutunuyor. Bir yağmur damlası yere düşünce yerine derhal bir yenisi geliyor.

Yağmur gökyüzünün rengini değiştiren bir paravan misali, kentin üstüne bir sepya filtre örtüyor. Kent sanki zamanda geriye, tam renkli fotoğrafların icadından önceki çağa gitmiş gibi. Işık yaygın ve dingin hale geliyor. Boş durumdaki ufak bir dar sokakta, içinde boş bir bira şişesi bulunan bir kahverengi kağıt torba terk edilmiş bir evin pencere pervazında, dar girinti sayesinde yağmurdan korunmuş halde duruyor. Bu yağmur paravanıyla belirsiz ışık altında, torbanın şekli ve kırışıklıklarının örüntüsü gözün görsel bir şüphe yaşamasına yol açıyor…."

(Yağmur, sayfa 145)

Bu öyküleri okurken Hindistan, New York, Şili, Lübyana, Bağdat, Hong Kong, Tayland, Bolivya'da dolaşıyorsunuz da.