19 Haziran Kurultayi ardindan kim muhalif, kim genel merkezci anlasilamasa da ülkücü tabanın çok önemli bir adım attığı ortada. Bu atılan adımı taçlandırmak ise artık genel başkan adaylarının elinde. Hali hazırda umut ışığı veren bir adayı şahsen göremesem de, Meral Akşener'in diğer adaylara nazaran bir kaç adım önde olduğunu görmemek imkansız. Bir siyasetçinin en önemli silahlarından biri olması lazım gelen esneklik ve bu esneklik içerisinde manevra yapabilme kabiliyetine haiz olduğunu 19 Haziran'da gösterdi. Ayrıca yalnız bırakılacağını bile bile, doğru olduğunu düşündüğü konularda adımlar attı ve bunları uygulamakta başarılı oldu. Bunlar artıları olmakla birlikte eksileri de var. Kendisinin iletişime daha açık olması ve daha şeffaf olması gerekirdi. Ancak bu ve diğer adaylarda da karşımıza çıkan sorunların temelinde hareketin ortak sorunları yatıyor. Bunları çözmeden, herşeyin bir anda mükemmel olmasını ve düzelmesini beklemek rasyonel değil. O yüzden sorunun temeline inmek gerekiyor.

İnsan beyninin işleyişine ilişkin bugün geçmişe nazaran oldukça fazla bilgimiz var. İnsan beyni, insan tek başınayken (Robinson Kruzo gibi örneğin) yeterli gelişime açık değildir. Beynimiz, bir network dahilinde gelişir ve büyür. Çevresel etkenlerin beynin kapasitesine etkisi muazzam derecede büyüktür.

Skeels'in 1930'larda zihinsel özürlü yetim çocuklarla ilgili yaptığı araştırmanın bu açıdan cok ilginç sonuçları var. Evlat edinilen çocuklar ve edinilmeyen çocukların IQ'larını karşılaştırdığında evlat edinilen çocuklar edinilmeyenlere göre IQ testinde 50 puan daha fazla alıyorlar. Ancak buradaki ilgi çekici olan yan, evlat edinilen çocukları evlat edinen anneler de özürlü ve bu gelişimi sağlayacak her hangi bir eğitim faaliyeti söz konusu değil. Bu zeka gelişimini sağlayan şey, sadece anne sevgisi ve ilgisidir.

Bunun meselemizle ne alakası var diyenleri duyar gibi oluyorum. Alakası şu, insan beyni ya da zihni aralarındaki görünmez bir ağla birbirlerine bağlıdır. Onun gelişimi, bir şeyler üretmesi, sorunlara çözüm yolu bulması üzerinde bu görünmez ağın önemli bir işlevi var. Doğuştan, genleri vasıtasıyla cok zeki olan ya da yüksek bir potansiyele sahip olan bir insan bile elverişli bir ortamı yoksa her hangi bir fikir üretemeyebilir. İskender Öksüz hoca, "Tek insan yalnız başına taş devri medeniyetini yakalayabilirse dâhi sayılmalıdır" der.

Bu sebeple, bizim en önemli problemimizin ülkücülerin düşey ve yatay düzlemde, kendi ortak yüksek kültür birikimine ulaşmasını engeleyen, zihinlerimiz arasına örülmüş bir duvarın varlığı olduğunu iddia ediyorum. Bu duvar, camia olarak üretkenliğimizi düşüren, fikirlerimizi kısırlaştıran, iddialarımızı güdükleştiren, hayallerimizi örten, dilde-fikirde-işte birlik diye yola çıkanların aynı mekan ve zaman dahilinde tek ses, tek yürek olmasını engeleyen bir duvar. Bu duvarı kim ördü, nasıl ördü ayrı bir tartışma konusu. Şimdi mesele bu duvarı nasıl yıkacağımız.

Bu duvarın nasıl yıkılacağı açık. Aramızda karşılıklı güven ve saygı temelinde bir iletişim ağını yeniden yeşertmeliyiz ama bu da yetmez. Galip Erdem'den ilham alarak, birbirimizi yeterince sevmesini öğrenmeyi de buna eklemeliyiz.

Bunun bir organizasyon dahilinde nasıl işletilebileceği üzerinde tartışmak su aşamada daha yerinde bir soru olabilir. Benim açımdanbunun operasyonelleştirilmesinde önemli bir kaç husus var. İlki parti içi demokrasinin tesisi. Bundan kastım, şeffaf, adil rekabeti önemseyen ve liyakati öne çıkaran ilkeleri hayata geçirmek. İkincisi, birincisini gözeterek büyümek. Büyümekten kastım da, camiamızda ne kadar küstürülen, kaçırılan kimse varsa onlardan başlamak kaydıyla, Türk Milletinin meselelerini kendine dert edinen herkese ulaşmaktır.

Bazı arkadaşlarımızın iktidar isteyenler, muhalefette kalmak isteyenler noktasından tartışmaya bakması da bu açıdan anlamsız. Mesele iktidar olarak ya da muhalefette kalınarak çözülecek bir mesele değil. Yapılarımızı, işleyişimizi nasıl fonksiyonlarını daha sağlıklı yerine getirebilir şekilde düzenleyebiliriz, mesele budur. Benim büyümeyle kastım iktidar olmalıyız olmazsa biteriz şeklindeki bir düşünceden kaynaklanmıyor. Bu zaten her partide olması gereken bir motivasyon. Ama MHP açısından büyümeye odaklanmak bu aşamada masada bulunan bir tercih değil, bir zorunluluk.

MHP, kalbi yıllardır vucuduna yeterli kan pompalamayan bir hasta durumundadır. Organların, uzuvların olması gerektiği gibi hareket edebilmesi şu asamada mümkun değil. Önce vücudumuza kanı güçlü bir şekilde pompalamamız ve her uzvumuzun yeterli kanı aldığından emin olmamız gerekiyor. Bu kanın şu asamda en güçlü bir şekilde pompalanması, varsa damarları tıkayan yabancı maddelerin de bu tıkanıklığına son verebilmek adına önemli.

Eğer partinin, bu aşamada bir takım çevreler tarafından ele geçirilmesi tehdidinden bahsediliyorsa, bu da ancak belirttiğim şekilde aşılacak bir tehdittir, kücülerek, kapılarını kapayarak değil. Aksine, büyüyerek, şeffaflaşarak, adil bir rekabeti teşvik ederek. Yine de bu noktada soruları, sorunları olan olursa cevap almak için bakacakları yerler olacak: Yeterince kan pompalanıyor mu? Damarların hepsi açık mı? Kan akışını bozan başka bir sorun var mı? Eğer bu sorulara olumsuz cevap veriyorsanız, kimsenin partinizi işgal etmesine gerek bile kalmaz. Bu sorulara yanıtınız olumlu yöndeyse de bilin ki partinizi kim ele geçirmeye çalışırsa çalışsın bir sonuç alamaz.