HEM İÇİNDE, HEM DIŞINDA

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

A. Hamdi Tanpınar

Dörtlük A. Hamdi Tanpınar'ın bir şiirindendir. Biz ise bugün hem içindeyiz, hem de dışındayız zamanın.

Ne güzel metinler vardı, bir zamanlar Türkçe kitaplarımızda. Şimdi onlar gibisi yok artık. Onlardan aldık biraz da hayat derslerini. Öğrencilik yıllarımdan mı, öğretmenliğimin ilk yıllarından mı, aklımda kalmış bazıları.

Bunlardan biri de "Bakmak ve Görmek..." Bakmak ve görmek kavramlarının ayrımını o kadar güzel yapmıştı ki... Bir cümleyle özetlemem gerekirse, baktığımız her şeyi aslında görmediğimizi anlatıyordu.

En basitinden, her gün yürüdüğümüz yollarda bile bir gün; "Aaa, bu bina burada mıydı? Şu ağaç ne kadar da güzelmiş." dediğimiz zamanlar olduğu gibi... Bir tür bakar körlük yani. 

Neyse ki bazı kitaplar var, bizim şöyle bir silkelenip, kendimize gelmemizi sağlayan…

Jose Saramago'nun 1998 Nobel Ödüllü kitaplarından olan "Körlük" ve "Görmek" işte onlardan ikisi… Okuyup bitirdikten sonra, çoğu kez etrafımda olan biten neleri görmezden geldiğimizi, gözümüzün önünde olan neleri fark etmediğimizi çok düşündüm.

Körlük, kısaca insanların birden bire ve bulaşıcı bir şekilde yakalandıkları beyaz körlüğü, o süreçte yaşadıkları çaresizlikleri ve tek gören göz olarak onları o dünyadan çekip alma mücadelesi veren bir kadını anlatıyor; alegori ve metaforlarla…

İlginç bir şekilde kitabı okurken üzerinde düşünüp, gerçek dünyayla ilişki kurup hiç sorgulamadım. Her sayfasında o distopik dünyanın içindeydim sanki. Korku sarıyor insanın bütün bedenini. Yani ben öyle hissettim. Huzursuz, gergin... Sözü edilen o beyaz körlük sizi de içine çekecekmiş gibi geliyor. Hele de gece geç vakit okuyorsanız...

Sonradan hayata dair körleştiğimiz yerlerde "ben bu körlüğün neresindeyim?" sorusunu çok sordum kendime.

Mesela, çöplerden kağıt toplayan çocuklarla her gün karşılaşıyorum. O ayrı dünyaların çocuklarını hiç düşündüm mü? Onların nasıl ve nerede yaşadıklarını hiç merak ettim mi? Okula gidip gitmediklerini bir öğretmen olarak neden hiç sormadım?

Her gördüğümde Kibritçi Kız Masalı'nı hatırlatan mendil satan küçük kızlardan mendil alıp, üzülmekten başka ne yaptım? Hele de kışın hava sıcaklığının eksilerde olduğu günlerde...

Ve özelden genele gelirsek, bu memlekette, bu gezegende olup biten ve hemen hepimizin kör noktasına gelen olaylarla neden mücadele etmiyoruz? Görmezden gelmemizin sebebi korku mu, egoistlik mi? İNSANLIK o beyaz KÖRLÜK dünyasından çıkıp ne zaman GÖRMEYE başlayacak?

Jose Saramago Nobel Ödülünü alırken diyor ki: 

"Başka bir gezegene, oradaki kayaların yapısını incelemek için araç gönderebilecek kapasiteye sahip bu şizofrenik insanlık, milyonlarca insanın açlıktan ölmesini umursamayabiliyor. Mars'a gitmek, yanı başındaki komşuya gitmekten daha kolay görünüyor."

Sahi neden? Neden o beyaz körlükten çıkmayı başaramıyoruz? Birimiz de çıkıp neden gören göz olamıyoruz? Mustafa Kemaller, Gandiler, Marten Luterler hep geçmişte mi kalacak?

Buradan, hazır başlamışken, Körlük'ün devamı olan ve arka arkaya okunduğunda fotoğrafın bütününü görebildiğimiz "Görmek" le ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.

Kendi yorumumu katmadan önce okumayanlar için kısa bir özet geçeyim.

Eser yine Körlük'ün gerçekleştiği, zaman, mekan ve şahısların kimler olduğu belirsiz olan o distopik dünyada geçiyor.

Ülkede yaşanan körlük üzerinden dört yıl geçmiş, çok şey değişmiştir. Olaylar başkette belediye seçimlerinin olduğu gün başlar.

O gün o kadar çok yağmur yağar ki, tek tük gelenlerin dışında saat dörde kadar kimse oy kullanmaya gelmez. Saat dörtte yağmur diner ve bütün şehir halkı sanki sözleşmiş gibi aynı anda evlerinden çıkıp oy kullanmaya gelirler.

Oy kullanma sona erip, sandıklar açılmaya başlanır, oylar sayılır; çok enteresan bir durum söz konusudur. Sağ, sol ve merkez partiler toplamda %30 oranında oy almıştır, Oyların %'de 70'i boş çıkmıştır… Bildiğiniz beyaz boş pusula…

Hükumet çok şaşırır, telaşlanır ve bu durumu yağmura bağlamayı tercih eder; bir hafta sonra seçimleri yeniler. Fakat bu seferki sonuç daha da vahimdir. Boş oylar %83 oranındadır.

Hükumet kendini sorgulamak yerine, bu olayın arkasında başka güçler, komplolar, kumpaslar arar. Halkın arasına ajanlar sokar, yüzlerce kişiyi nedensiz tutuklar, işkenceden geçirir, kimlerin ve neden boş oy kullandığını öğrenmeye çalışır. Bunların adı BOŞÇULAR olarak anılmaya başlanır. Ama ne yaparlarsa nafile, bir sonuç alamazlar. Şehir halkı her durumda sanki gizli bir güç tarafından harekete geçirilmiş gibi ortak hareket eder.

Bu şekilde bir sonuca varamayan hükumet, bu sefer şehirde kaos yaratmaya çalışır. Başkenti terk eder, polisi askeri çeker, belediye işçilerine kendi eliyle grev yaptırır, metroda bomba patlatır. Ne yaparsa yapsın, kaos çıkarmayı başaramaz. Sonunda bir günah keçisi bulurlar, ama o da işe yaramaz. Şehir boşçular sayesinde aydınlanmıştır. Gerçekleri görmeye başlamıştır bir kez. Kimseye geri adım attıramazlar. Tabir caizse, mızrak çuvala sığmaz artık.

Gelelim bizim bu metaforik anlatımın neresinde olduğumuza… Benim özet geçmeye çalıştığım olaylar çok tanıdık değil mi?

Bir farkla… Bizim mızraklar şimdilik çuvallara sığdırılmaya çalışılıyor. Ama ucu göründü, ne yaparlarsa yapsınlar, GÖRMEK yakındır.

Ne demişti usta:

"Güzel günler göreceğiz çocuklar,
Motorları maviliklere süreceğiz.
Güneşli günler…"

Yakındır…