Oysa ne güzel şarkılar öğretmişlerdi bize çevreye, doğaya, yeşile ve ağaca dair... Ilgaz Anadolu'nun ne yüce bir dağıydı mesela... Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönmeliydi yurdumuzda oysa... Kestane, gürgen, palamutun altı hep yaprak, üstü alabildiğine buluttu bir zamanlar...
Şimdi... Şimdi artık değil... 80 sonrası geçirdiğimiz hızlı kapitalist dönüşüm, tek parti iktidarlarının rant hırsı, gözlerin hep, "doğanın en savunmasız rengi" olan yeşile dönmesine neden olmuş;

Kimsesiz sakinleri mücadele yeteneği olmadığı için çaresiz terk etmek zorunda kalmıştır ikametgahlarını. Sonra bir bakmışsınız gazete manşetlerinde bir haber. "Istanbul'a ayı indi". " Istanbul'a ayı inmedi hacıabi, İstanbul ayının mekanına tecavüz etti". Beynin olsaydı, bilirdin.

Insanoğlu da ilginç yaratıktır vesselam. İçindeki canlı döngüsü ile telef ettiği ormanlara yaşamak için evler yapar, sonra nefes almak için şehrin dibindeki ormanlara kaçar. Bu sırayla etraftaki tüm yeşil alanların yok edilmesine kadar sürer gider. O sebepten, İstanbul'un beton yığınları arasında oturup da "esmiyoooorrr annem esmiyooorrr" diyen teyzemin, ya da "hele gardaş, klima yoh mi? Bi yol bas şunun düğmesine" diyen kelli felli müteahhit amcanın ağzının ortasına kürekle, ne küreği, 5-10 kalasla vurup darma duman etmek istediğim doğrudur. Be embesil adam, o ormana kepçeyi, dizesi getirip sen yok ettin; nefes almanı sağlayacak tek ormanı. Sen konu komşu görsün diye milyon milyon tlleri verdin de aldın o evleri hanım abla. Zırlama şimdi. Kafa şişirdin.

Kalantor kısma ayarı verdiysem demek; gireyim asıl mevzuya. Yanda görmüş olduğunuz fotoğrafları yürüyüş yapmak için gittiğim Beynam Ormanlarında çektim hafta sonu. Evlerinde kola kutularını, plâstik tabaklarını salonun ortasına atan ablalar, sigara izmaritlerini arabaların döşemesinde söndüren abiler, ağaçların çöp poşetlerini çöp konteynırlarina dalları ile götürüp atacağını umduklarından olsa gerek; poşet poşet çöplerini yürüyüş yolumuz üstüne gelişigüzel savurmuşlardı. İnce bir düşünce haliyle... Ağaçların yürüdüğünü düşünmek bir beyinsiz için mesele değildir fakat benim için mesele oldu haliyle. Önce fotoğrafladım, sonra hakaret ede ede yürümeye devam ettim. Üstlerine alınmadılar tabii ki; böyle de dümbelek milletiz.

Gelgelelim asıl komedyayı içerilere girdiğimde yaşadım. Orman Genel Müdürlüğünün çok bilmiş personeli doğaya salınılmış ağaçların üzerine bildiğiniz çiviyle tabelalar çakmış. Hadi çivinin ağacın canını yakmasına kurduğum empatiyi anlatmayayım size de; arkadaş ağaçlarda ve yolda ne kadar tabela varsa tamamında kurşun izleri var. Üşenmedik saydık eşimle birlikte; tam 20 tane domdom fişeği vardı bir tabelanın dibinde.

Pazardan beri düşünüyorum şimdi... Ne ben, ne eşim, ne çocuğum başımıza silah dayasalar ne o ağaca, ne kamu malı tabelaya mermi sıkmayız. E be kardeşim, nasıl bir çocukluk geçirdin sen? Hiç mi sevmedi anan baban seni? Hiç mi bir Anadolu türküsü dinlemedin? Bu toprağın hamuru değil miydin sen? Ağaçlara ateş edecek psikolojiye eriştirecek ne travmalar yaşattılar sana? Bir insan nasıl bu kadar kötü yetiştirilebilir ya da nasıl bu kadar kötü olabilir? Cevabını öğrendiğim gün, sizinle de paylaşırım. Sözüm olsun...
Saygılarımla...