​İnsan, bazen de sanan bir varlıktır. Kimliğime aldanarak yirmi bir yıl önce doğduğumu sandığım zamanlarda, yani bugünün dört yıl evvelinde tanıştığım bir adam beni bu yanılgımdan almıştı. Tanıştığımız ana dek varlığından bihaber olmamızın mahcubiyetine kapıldığımız insanlar vardır hani… O adam da bana öyle hissettiren insanlardan biriydi.

 Bir gün bir arkadaş, ''Çamlıktepe'de biri yaşıyor. 78'de kurşunlanmış. O günden beri de yatalakmış.'' demişti. 1970'li yıllar, bizim mahallenin çocuklarının dinlemeye doyamayacağı anıların membaıdır. Mahalleye Allah'ın selamını vererek girmeye başladığımızdan beri, İsmail Yozgatlı'nın ağzının içine bakarız, bize o zamanları anlatsın diye. E bir tanık daha bulmuşuz, kaçırır mıyız? Varmıştık adamın kapısına.

 Salona buyur edildiğimizde, elinde tespih, omzunda hırkayla göğsünün altına kıstırdığı yastığın üstünde öylece beklerken görmüştük adamı. Sakalına kır düşmüş, gür saçlı biriydi. Yüzükoyun yattığı yerden dahi heybeti belleydi. Ah bir ayağa kalkabilse çatacaktı kaç cihana da… Bu benim tahayyül etmemdi, o kadar. Yoksa iki gözü, masumiyetin imiydi sanki.

 Hal hatır sorma faslını geçince, İç Anadolu şivesiyle mutfağa seslenmişti, ''Bacı, çay oldu mu?'' diye. Çay geldiğinde, ''Bahçeye çıkalım.'' demişti. İçeride bahçeye açılan bir kapı vardı. Ancak yatak ile birlikte hareket edebildiğinden, bahçeye kolaylıkla çıkabilmesi için geniş tasarlanmıştı kapı. Hemen davranmıştık. Ben kapıyı açarken, arkadaşım da yatağı ittirmişti.

 Tütün sardığımı gördüğünde, ''Evdekiler vermiyor, bir sigara da bana sar.'' demişti. Bir tütün uzatmış, yakmıştım. Kaptırmıştık çaya, muhabbete.

 Fırsatını buldukça cafcaflı, biraz da sinkaflı sözler etmekten çekinmiyordum. O da muhtemelen toyluğuma veriyor, geçiştiriyordu. Neden sonra bana, ''Yeğenim kitap okuyor musun?'' diye sormuştu. Elime kitap almayalı yıllar olmuştu. Yakın zamanda bir kitabı üstünkörü incelemiştim ama onun da adını dahi hatırlayamamıştım. Hem bu sorusunda bir ima olduğunu düşünmekten, hem de yanıt verememekten iyice bozarmıştım ki, üzerinde daha fazla durmadan üç kitap adı sıralamıştı: Kilit, Anahtar ve Kapı.

 Aylar sonrasında, bir arkadaşım için gittiğim sahafta rastlamıştım Kapı'ya. O muhabbetimizden beri ilk kez o an aklıma gelmişti tavsiye ettiği kitaplar. ''Ulan vardır bir hayır...'' diye, tütün parama kıymış, satın almıştım kitabı. Dışarıda çok oyalanmadan yurda geçmiş, hemen okumaya başlamıştım. Neredeyse bir solukta bitirdiğim roman, meğer on iki ciltlik bir dizinin üçüncü kitabıymış. Yersiz merakım sağ olsun; İnternetten kitabın sahaf fiyatı ile liste fiyatını kıyaslarken öğrenmiştim.

 Konak, Çatı… Nihayetinde diziyi bitirmiştim. Hem de 7 Haziran Genel Seçimleri için hazırlandığımız zamanlarda… Haftanın üç günü üniversite öğrenimi için Edirne'de MYO'nun kantininde, diğer günleri de seçim çalışmaları için İstanbul'da -o zamana dek neredeyse hiç kitap okumamış biri olduğumu da göz önünde bulundurursak- olmama rağmen yine de okumuş, bitirmiştim.

 Ne zaman ki o adamın tavsiye ettiği kitaplardan birine, kendim için dahi gitmediğim sahafta rastladım, o zaman elinden kitabı eksik olmayan biri oldum. İlkokuldayken kapağındaki görsele hayran kaldığım Metal Fırtına romanı için utana sıkıla annemden para istediğimde, ''Kitaba verdiğin paraya acıma oğlum.'' demişti. E şimdilerde kitap alırken, ''Eski kitaplarını oku, o kadar zaman oldu, unutmuşsundur.'' diye telkin etmesi de gelişigüzel değil haliyle.

 Fakültede bir hocam, ''Okumak zor bir eylemdir; yalnızlaştırır.'' demişti. Bu söylediği benim için de geçerli midir? Sanmıyorum. Çünkü okuduğum her satıra benimle birlikte dokunan bir çift göz daha var, hissediyorum.

 O bir çift gözün sahibi Ahmet Kaleli. Kurşunun adres sorma huyu olsaydı eğer, yöresine uğramaktan imtina edeceği bir adam. Yaşadığı mahalledeki küçük çocuklar okula ürkmeden gidebilsinler diye, sağlığı yerindeyken koca yaşına aldırış etmeden ortaokula kayıt yaptıracak kadar nazik fikirli, alçak gönüllü bir adam. 1978'den beri yattığı yerde elinden bir gün dahi olsun kitap eksik etmemiş; son mektubunda bize, ''Kıymetli genç ülküdaşlarım: Çok okuyun!'' diye tembih etmiş bir adam. Tam tamına otuz sekiz yılı yatağa mahkûm geçmiş -aslında o görüşümüze gelen ziyaretçiydi- bir ömrün, bırak yıldırmayı, yıpratamadığı adam.

 Kimliğime kanarsam eğer 1994'te doğmuşum. Ama dört yıl evvel tanıştığım o adam beni yanılgımdan aldı. Nihayetinde güneşin dünyanın etrafını turlamasına yirmi beşinci kez şahit olacağım bu ayda, sanki kimliğimde yazan tarihe nazire yaparmışçasına, Ahmet Kaleli düştü hatırıma.

 O vardı varalı felek daha da manidar artık. Huzur içinde yatsın…

06.12.2019
02.03
Serdivan/Sakarya