Sosyolojik bir meseleye parmak basma niyetindeyim. Fakat bu parmak basma ne kamu yararına ne de kendimi ön plana çıkartmak adına. Sadece duygusal bir trajediye kurban gitmemek için bir haykırış olacak. Evet sosyoloji okudum ama toplumsal bir fayda sağlamak gibi arsız isteklerim olmadı.

Çünkü Türkiye'deki devlet ya da daha genel adıyla otoritedeki yapı Türk toplumunu dizayn etmekten çok toplumdaki sosyoekonomik çatlaklardan beslenip kudretlenme adına teşekkül etmiştir. Atatürk dahi yeni bir devletin temelini attığında kabileleşmiş, dinî tahakküme boğulmuş, tek adamcı, eğitimsiz ve yoksul bir kesimin üzerine bu temeli attığını biliyordu. O yüzden bireyci, bireylerin kendi değerlerini Türklük ile bağdaştırdığı modern bir ulus devlet kurma çabası içerisine girdi. Bunun toplumda derin bir yara oluşturacağını elbette biliyordu. Fakat bir gün yeni kudretli devlet yapısıyla bütünleşmiş bireyler Türklerin eski ama kötü geleneklerini yıkacaktı ve devletinin eliyle yoğrulmuş bireyler devleti daha ileriye taşıyacaktı. Tahayyül ve arzu bu yönde tesir etti ve ülkenin kaderi bir anda değişti.

Şimdi kadına şiddet meselesinde neden böylesine bir girizgah yaptığıma geleyim. Türk toplumu bunalımlı bir toplum. Yukarıda anlattığım hikaye yüzüne geleneklerinden elbette koptu ama kendisine yeni de bir yer bulamadı. Değerlerini hınca hıç yedi ama yerine yenisini koymadı. Post - modern hikaye de buna benziyor ama Türkiye'nin durumu daha spesifik gerçekleşiyor. Kendi kendisiyle savaşan bipolar bireyler gibiyiz. İşte bu bipolarlığın en büyük doğurduğu sonuç:

Kadın cinayetleri ve şiddetidir...

Kadını eski kodlarıyla arzulayan erkeklerin kadınların özgürlüklerine katlanamaması durumudur. İstediğini giyebilme, istediği saatte evine gidebilme, istediği işte çalışma, evlenip - evlenmeme, bir erkeği tercih edip - etmeme gibi özgürlük alanlarını kabul etmeyen, edemeyen ya da ediyormuş gibi görünen Osmanlı erkekleri ( bu tabir herhangi bir partinin erkeklerini işaret etmiyor, sadece 20.yy başlarında yaşayan erkek tiplemesini anlatıyor) kadının bu özgürlüğü karşısında donakalıp ilkel dürtüsünü canavarlaştırıyor. Şiddeti geçelim ; boğaz kesmeler, uzuvlarını doğrayıp çöpe atmalar, silah ile öldürme ve yaralama, şiddetin bir sonucu olan ölüm, cinnet anlarında canını kaybeden kadınlar...

Kadını bir birey olarak kabul edemeyen, kendini yetersiz hisseden, kadın karşısında aciz kaldığı gibi bir hayâl aleminin kurbanı olan bu erkekler hayatımızı yakıyor. Kızlarımıza göz dikiyor, sevgililerimizi - eşlerimizi taciz ediyor. Aldatıcı bir dünya sunup kızlarımıza el uzatıyor. Çekiciliklerini bahane edip güçlü erkek pozlarına giriyorlar. Para kazanma hırsıyla, toplumu eziyor ve güçlü erkek tahayyülüne uyduklarını zannedip kadınlarımıza sahip olmaya çalışıyorlar. Yüzlerce yıllık modernleşme çabalarımıza bakılınca kadınların hakkını yeni yeni teslim etmiş bir toplum olarak bu bunalıma bir son vermeliyiz. Erkeklerimizi en başta eğitmeliyiz. Okulların kapısı bir de kadına - kıza şiddetin çözümü için de açılmalı. Ayrıca kızlarımıza " tehlikeli erkek " profillerini öğretmeliyiz. Hayat müşterektir düsturuna uymayan erkeklerden uzak durmalarını öğütlemeliyiz. Sosyal medya isyanı, tutuklatmalar ve nice protestolar önemli ama bunlar olmadan beyhude...

Devletin teşekkül ettiği bu sosyoekonomik çatlakları kendi elimizle kapatmadığımız takdirde hukuk da adalet de sadece arzuladığımız ve beklediğimiz bir şey olarak kalır.

Çözümü bir siyasi oluşum, devlet, hükümet ya da birtakım sözleşmelerden beklemek, bizim gibi bunalımlı toplumların yapacağı en son şey... Bu coğrafya her şeye üzülen ama hiçbir şey yapmayanların coğrafyası...

Hiçbir şey yapmayan olmaya devam edeceksek -tam da bugünlerde olduğu gibi -
kadına şiddet bunalımlarımızın doğal bir sonucu olarak devam edecektir