Eril zihniyet, hurafe inançlar, köhne kültür tarafından daha doğmadan kaderleri yontulan, yaşamları boyunca siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal olarak birçok esarete mahkum edilen yine de bir kez gülebilmek ümidiyle yaşamak isteyen Türk kadınına, bu ümidi bile çok gören et yığınlarının katlettiği Ceren Özdemir başta olmak üzere bütün yığın kurbanı Türk kadınlarına…

***

Türkiye, toplum olarak yine yoğun tartışmaların yaşandığı bir dönemden geçiyor. Türk Budun Toyunun (TBT) -atanmışlar- oy birliğiyle aldığı kadın temelli 'yurttaş hak ve özgürlük yasaları' Türk Ulusal Nevruz Şöleninde (21 Mart 2034) Türk Töresine eklendi. Gerçekleştirilen bu töre düzenlemesi, alttan alta her zaman var olan rejim tartışmalarının yeniden su yüzüne çıkmasına neden oldu. Başta inanç kuruluşları (cemaatler) olmak üzere gelenekçi kesimlerden peş peşe töre düzenlemesini reddeden ve rejimi tartışmaya açan açıklamalar geldi. Bazı Türkiye Toplum Meclisi (TTM) -seçilmişler- mensupları bu açıklamalara destek verdi. Gelenekçi kesimler, töre düzenlemesinin yaklaşık bin yıldır kendi içinde gelişim gösteren Anadolu Müslüman Türk kültürünü kökten yozlaştıracağını iddia ediyorlar. Bazı yazarlar ve politikacılar, toplumun seçmediği kişilerin veya kurulların topluma yasa yaptırım hakkının meşruiyetinin olmadığını, olamayacağını, çıkarılan yasaların yok hükmünde olduğunu ifade ederek yeniden demokrasiye geçilmesini talep ettiler. Birçok küçük şehirde töre düzenlemesine karşı onbinlik eylemler gerçekleştirildi. Yozgatta kalabalık yığınların valilik binasını işgal girişimine karşın ordu birlikleri sokaklara indi. Büyükşehirlerde ve üniversitelerde karşıt görüşlü taraflar arasında çatışmalar yaşandı.

Basına verdiği demeçlerle sıkça gündem olan, yurttaşlık yasasının onaylanmasında baskın olduğu ileri sürülen, gelenekçi kesimlerce şeytanlaştırılan ve hedef gösterilen Kadın Kara Harp Okulu Komutanı Albay Başak Türkekul, sürdürülen bu tartışmaların da merkezinde yer alıyor. Bazı çevreler onu, kadın askeri öğrencileri ideolojik bir orduya dönüştürmeye çalışmakla, Türk kadınını ahlaksızlaştırmakla, Fransız feministlerin tesirinde kalmakla ya da Avrupa Birliğinin ajanı olmakla itham ediyor. Adı, ilk kez binbaşı rütbesindeyken İranda kadın hakları savunuculuğu, Türkçülük, Turancılık yaptığı için idama mahkûm edilen Azerbaycan Türkü Fatma Erdebilînin kaçırılma olayına karışmasıyla gündem olan ve bir daha da gündemden düşmeyen Albay Başak Türkekul ile bu ithamları konuşmak ve yaşanan son gelişmeleri sormak için Tahtapod Dergisi olarak 5 Aralık 2034 tarihinde, Türk Kadınının Seçme ve Seçilme Hakkını kazanışının 100. yıldönümü dolayısıyla bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşiyi gerçekleştirmek için Kadın Kara Harp Okulunun bulunduğu İznik ilçesine -şimdilerde Umayeli deniyor- gitmek için Kadıköyden deniz otobüsüyle Mudanyaya geçtim. Bilindiği üzere İznik ve Orhaneli ilçeleri yurttaşlardan tamamen arındırılarak askeriyeye verildi. Bunun için Umayeline normal ulaşım bulunmuyor. Türkiye içinde sadece kadınların yaşadığı bir yurt burası. İskelede beni iki kadın askeri öğrenci karşıladı. Harp Okuluna ait bir cemseye binerek Umayeline doğru hareket ettik. Yol boyunca çıt çıkmadı. Harp Okuluna vardığımızda üst düzey bir güvenlik kontrolünden sonra içeri girdim.

Söyleşiden önce kadın bir teğmen bana refakat ederek, okulu gezdirdi. Gezinti boyunca kendimi bir masal diyarında hissettim. Okul, olabildiğince ağaçlandırılmış. Sonbahar nedeniyle solgun bir görüntü hakim. Şehre sinmiş sis, uçsuz bucaksız ağaçlara, durgun göle, Türk kadın kahramanlarının Umayın, Tomris Kağanın, Nene Hatunun, Fatma Seherin ve İhtilâl şehitlerinin göğü delen heykellerine, okulun meydanında yanan devasa meşaleye daha egzotik bir hava veriyordu. Türk bayrağının yanında dalgalanan bozkurtlu bayrak sanki direğinden kurtulmak istercesine çırpınıyordu. Yol boyunca hareket halindeki bazı tanklar yarış yapan atlı öğrencilere yol veriyor, helikopterler doğanlarla yarışıyor, koruluklarının aralarından kurt silüetleri beliriyordu. Kılıç talimlerinden çıkan ses, okların vınlayışı, silah patlamaları, helikopter sesleri, tank sarsıntısı, at kişnemeleri, doğan bağrışları, sonu gelmez kurt uluyuşları her yanda yankılanarak ürpertici bir an yaratıyordu.

Amazon savaşçılarını veya Rum Bacılarını andıran, mitolojik, paganik Türk desenleriyle işlenmiş turkuaz deri üniformalar giyen, yaşları 18 ila 24 arası değişen, boylu poslu, endamlı, sağlam vücutlu, uzun saçlı bu Türk kadın taburu ise (450 kişi) yaratılan ortamı daha da mükemmel kılıyordu. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve içine giren kişinin bütün hücresine nüfuz eden bir tin yaratılmış. Kadın öğrencilerin saçlarına nazar boncukları geçirilmiş, bazılarının yüzlerinde yara izleri mevcut. Dağ sırtlarında künyelerin asılı olduğu bir dilek ağacı da var. Burası her yönüyle Umayeli adını hak ediyor. Komutanın verdiği bilgiye göre ihtiyaç duyulan teknolojinin dışında her şeyi doğal yollarla öğrenciler yapıyormuş. Kısaca burası doğanın, ekolojinin, mitolojinin, kadının, ulusçuluğun, özgürlüğün, hiyerarşinin, militarizmin, felsefenin, sanatın ve tarihin ilmek ilmek işlendiği efsunlu bir in olmuş. Söyleyişi gerçekleştirmek için Türkekul'un odasına giderken her kapının -ortalama insan boyunun- göz hizasına gelecek şekilde yazılmış "Tanrı, Türkü seninle koruyacak!" cümlesi gözüme takıldı. Düşündürücü bir özdeyiş. Günümüz Türkçesi kadar Göktürk Türkçesi yazıları da her yerde göze çarpıyor. Türkekul'un odasının yanında Albay Başak Türkekul tanıtısının altına öğrencilerin yazdığı belli olan, kara kalemle yazılmış bir sıfat bulunuyor: Börüana.

Türkekul'un odası oval bir biçimde yapılmış. Zemin yekpare biçimde mermerden, üzerine Piri Reisin dünya haritası çizilmiş. Odanın duvarlarına panorama şeklinde Türk tarihinin dönüm noktaları resmedilmiş. Tavan dev bir kubbe. Kubbenin ortası eski Türk otağlarına özenilerek camdan yapılmış. Gök görülebiliyor. Kubbenin içi kiliselerdeki gibi Türk düşün önderlerinin resimleriyle süslenmiş. Hepsi uçuşan bir azizi, azizeyi ya da melekleri andırıyor. Belki de kut musalarını. Oda oldukça geniş ve eşyasız. Sadece bir masa ve üç koltuk var. Albay Başak Türkekul beni kapıda karşıladı. Odanın tepesinden sızan cılız güneş ışıkları, odaya bir mabet havası veriyor. Böylece Başak Türkekul, daha bir asil ve yırtıcı görünüyor. İtinayla düşünülmüş bir işçilik. Türkekul, 49 yaşında, 165 santim boyunda, siyah ve kısa saçlı, çekik ve yeşil gözlü, beyaz tenli, çıkık elmacık kemikli, solgun dudakları olan, soylu bir çehre görünümüne sahip durgun bir kadın. Yüz hatları tarihi kadın savaşçılarını andırıyor. İki bin yıl önceye ışınlansa hiç dikkat çekmeyecekmiş gibi.

AK: Öncelikle söyleyişi talebimizi kabul ettiğiniz için başta kendi adıma olmak üzere dergimiz adına çok teşekkür ederim.

BT: Rica ederim. Asıl kamuoyunu bilgilendirme fırsatı verdiğiniz için ben, size teşekkür ederim.

AK: Okula kabul hakkında bilgi verebilir misiniz?

BK: Okulumuz her yıl 100 kişilik kontenjan belirliyor. Ortalama bin kişi başvuru yapıyor. Sınavımız birçok aşamadan oluşuyor. Başvuru yapanları 10 günlük bir gözlemevine alıyoruz. Bu on gün içinde komutanlarımız adaylarımızı uzunca gözlemliyor. İlk sınav yabancı dil. İki aşamalı, ilk aşama da İngilizce yeterlilik sınavı yapılıyor, tam puan alamayanları eliyoruz. Yabancı dil sınavının ikinci aşaması sözlü muhabbet. Komutanlarımız istedikleri konular üzerine adayla konuşuyorlar. Telaffuz da dahi hata olursa eleniyorlar. Sınavlarımızın ikinci aşaması coğrafya, biyoloji, psikoloji, sosyoloji, tarih, felsefe, teoloji, etik, dil, mantık, geometri, matematik, bilgisayar alanlarını kapsayan klasik bir sınav. Burada geçme notunu 80 olarak belirledik. Sınavda başarı gösterenler beden dayanıklılığından geçiyor. Eğer bunda da başarılı olurlarsa alım kurulunu ikna etme mülakatına giriyorlar. Tüm bunları geçen yüz kişi kabul ediliyor.

AK: Irken Türk olmayanların ve Müslümanların kabul edilmediğine dair bir söylence var. Bu nedenle alım kurulu mülakatının kaldırılmasını istiyorlar. Bunun bir gerçeklik payı var mı?

BT: Hayır, yok. Sadece başı örtülü olanları ve diksiyon olarak berrak Türkçe konuşamayanları direkt eliyoruz. Okulu gezdiniz. Sizin de gördüğünüz gibi açık camimiz ve kilisemiz var. Camimize Şehit Songül Yakut adı verdik. Ara ara Avrupadan da konuklar ağırladığımız için kilisemizi de açık tutuyoruz. İsteyen öğrencilerimiz ve komutanlarımız ibadetlerini oralarda gerçekleştirebiliyorlar. Ara ara atalar ve şehitler ruhaniyetine hatimler de indiriliyor. Müslümanları almayacaksak bu camiyi niçin açık tutalım, değil mi? Aynı iddia sahipleri kiliseyi bahane ederek misyoner olduğumuza öne sürmüşlerdi. Okulumuzda her bölgeden öğrencilerimiz var. Anayasaya Türklük tanımını nasıl yapıyorsa biz de alımlarımızı ona göre yapıyoruz. Ama dediğim gibi Türkçeyi berrak konuşamayan her kim olursa eleniyor.

AK: Kurtların bu denli yaygın olmasını, sadece ırken Türk kadın kahramanlarının anıtlarının dikilmesini, adlarının verilmesini, beslenilen kaynağın yalnızca Türklük olmasını eleştirenler de var. Bunlara nasıl bakıyorsunuz? Misal Kürt bir kadın burada, bu uygulamalarla sizce asimilasyona maruz kalmıyor mu?

BT: Eleştirenlerin gözden kaçırdığı bence çok ince bir gerçek var. O da bu ordunun Türk ordusu olduğu gerçeğidir. Türk Ordusunun, Türklükten beslenmesinden şikayet etmek veya bunu eleştirmek abesle iştigaldir. Kürt bir kadın burada nasıl asimilasyona maruz kalsın? Burada Türk kadınından başka kadın yok ki. Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti Devletine yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür. Bunun haricinde biz buraya insanları zorla kayıt ettirmiyoruz. Askerlik mesleğini ülkü edinmiş insanlar başvuruyorlar ve biz aradığımız niteliklere uygun olanları kabul ediyoruz. E başvuranlar, başvururken buranın Türk Ordusuna ait olduğunu tabii olarak da Türklükten besleneceğini bilmiyorlar mı? Biliyorlar. Bunları kabul ederek, gönüllü olarak başvurup ve seçilmek için çabaladıktan sonra neden itiraz etme hakları olsun? Türkiyede ırken başka ırklardan insanlar yaşayabilir, yurttaşlık hakkına sahip olabilir, Türk yurdunda herhangi bir Türkle her türlü hak ve özgürlüklere denk olabilirler. Ancak en nihayetinde bu toprak parçası Türkler tarafından yurtlaştırılmış ve Türk Milleti bu yurtta örgütlenerek Türk devletini kurmuştur. Bu toprakların Türk yurdu olduğu veya devletin Türk devleti olduğu hakikatini tartışmaya açmak, Türk Milletini taciz etmektir. Biz de bu tacizlere karşı milletimizi korumak ve kollamak için burada eğitim veriyoruz.

AK: Peki eğitimi nasıl veriyorsunuz?

BT: Eğitim süremiz 6 yıl. Bu 6 yıl içinde öğrencilerimiz her mevsim de bir haftasonu, her yıl da bir hafta okuldan ayrılabiliyorlar. Bu 6 yıllık eğitimi, üç evreye ayırıyoruz. İlk iki yıl teorik dersler ve Arapça dil eğitimi. Bu evredeki derslerimiz daha çok orman gezintileri içinde yürüyüşler eşliğinde veriliyor. İslam uygarlık dilinin Arapça olması ve devletimizin Arap devletleriyle olan yakın ilişkisi, Arapça eğitimimizin başlıca nedeni. Orta evredeki iki yılda askerliğin uygulama derslerini görüyorlar ve tabii Rusça dil eğitimi de veriliyor. Türk dünyasında Rus işgalinin neden olduğu yaygın Rusça bilinmesi, Rusya Federasyonunda hala Türk halklarının olması, hem Türklük Bilimi hem de felsefi-edebiyat alanında Rusçanın önem arz etmesi Rusça eğitimimizin nedenleri arasında. Son iki yıl da ise görev dersleri ve Fransızca dil eğitimi var. Başta kadın hareketinin dili olması, yine Türklük Bilimi ve edebiyat-felsefe alanında mühim bir yer işgal etmesi Fransızca eğitimimizin nedenlerinden. Tabii her öğrencinin herhangi bir Türk dil lehçesini Yakutça, Çuvaşça, Kazakça, Kırgızca vb. öğrenmesini de şart koşuyoruz. Görev eğitimi de bir yıl yurtdışı genellikle Batı Avrupa ülkeleri ve bir yıl çatışma bölgesi-saha eğitimi oluyor. Genellikle öğrencilerimizi Türkmen Cephesi ile olan anlaşmamız kapsamında Kerkük kırsalına veya Azerbaycan ile olan anlaşmamız dahilinde Karabağ sıcak çatışma bölgesine gönderiyoruz. Yani bir öğrencimiz okulumuzdan 24 yaşında, çok iyi derece Türkçe konuşan, bir Türk lehçesi ile dört yabancı dil bilen, akademik ve uygulama eğitimleriyle donanımlı, bilgisayarı tüm olanaklarıyla kullanabilen, bir sanat alanında uzmanlaşmış, kadının, ulusunun, doğanın, modanın, nezaketin ve zerafetin ne olduğunu idrak etmiş, Avrupa yaşantısı görmüş, bir yıl sıcak çatışmaya girerek savaş tecrübesi kazanmış, özgür, bilinçli, bilgili, duyarlı Türk kadını olarak mezun oluyor.

AK: Okuldaki yasaklar hakkında bilgi verebilir misiniz? Okulun işkencehane olduğunu bile iddia edenler var.

BK: Okuldaki yasakların haddi hesabı yok. En iyi disiplin, özgürlük ile sağlanır. Ve özgürlük ancak yasaklar yumağıyla birlikte yaşama geçirilebilir. Sadece bir tanesini örnek vereyim. Okula alınan her öğrenciye mezun olana dek yoldaşlık edecek bir at, bir doğan, bir kurt, bir hançer, bir kılıç ve bir silah emanet ediyoruz. Böylelikle emanetin kıymetini, hayvan sevgisini ve yaşamın acımasızlığını aşılamış oluyoruz. Bir anlık dalgınlık sonucu bu emanetlerin birine herhangi bir zararın gelmesi, öğrenciyi yüklü bir borca mahkum eder ve okuldan atılmasıyla sonuçlanır.

AK: Bildiğiniz üzere Türk Nevruz Şöleninde yurttaşlık yasaları kabul edildi. Her zaman var olan ancak kısık sesle yürütülen rejim muhalefeti, bu yasaların kabulüyle yeniden yükselmeye başladı. Ülke genelinde eylemler gerçekleştirildi. Sizin bu yasaların geçmesi için özel çaba sarf ettiğiniz iddia edildi. Bunlar hakkında ne diyorsunuz?

BK: Evet, biliyorum. Yasaları, Türk'ün özgürleşmesi için faydalı buluyorum. Bir Türk yurttaşı olarak da sonuna kadar destekliyorum. Bunu daha önce de ifade etmiştim. Her Türk yurttaşının nasıl ifade özgürlüğü varsa ben de bir Türk yurttaşı olduğuma göre benim de ifade özgürlüğüm var ve bunu kullandım. Bunu neden bir etki, bir muhtıraymış gibi sunuyorlar? Herkes konuşsun, askeriye sussun mu? Bizim kaderimizi başkaları mı belirlesin? Olacak şey mi? Rejim tartışmaları herhalde ilk insan örgütlenmesinden beri vardır, doğaldır, olmalıdır ve olacaktır da. Ancak bu tartışmalar, birey hak ve özgürlüklerini koruyucu ve genişletici türden olmalıdır. Ancak ne yazık ki bugün olan gelenek bahane edilerek Türkün özellikle de Türk kadının yeniden çevre baskısıyla esir edilmesi talebinden başka bir şey değildir. Eylemleri anlayışla karşılıyorum. Tabii insanların kabul etmedikleri şeyleri eleştirme ve buna karşı eylem yapma hakları vardır. Ancak bu eylemler herhangi bir zulüm karşısında olmalıdır. Oysa bu eylemler, ataerkil dönemin hortlaklarının kendi kafalarında kurguladıkları ve herkese kabul ettirmeye çalıştıkları ahlak, aile, annelik, namus, şeref gibi kavramları istismar etmeleri ve bilinçsiz yığınları tahrik etmesi sonucu cereyan etmiştir. Lakin oturup akıllıca düşününce önce şu soru öne çıkıyor. Bu yasalar ne diyor? "Her Türk yurttaşı, ergenlik çağında şehirdışındaki devlet kamplarında beş yıl eğitim görmelidir" diyor. Peki bunu neden istiyor? Ailelerinden, mahallelerinden edindikleri hurafelerden, yanlış davranış biçimlerinden, etik bilgisizlikten, popüler kültürün ve tüketim toplumunun etkilerinden sıyrılabilsinler, bilimsel eğitim ve toplumsal yaşamamın bir zaruriyeti olan etik felsefe eğitimi alsınlar diye istiyor. Bu beş yıllık eğitim sonrası devletin var ettiği özgür, bilinçli ve bilgili yurttaş, tüm yaşamında alacağı kararları neyin ne olduğunu bilerek alacak, bunda ne gibi bir sorun var? Tabii yasalar bundan ibaret değil ancak eğitimin kadın erkek eşitliğini esas alan bir felsefeyle topyekûn dönüştürülmesi ve kadını özgürleştirmeci girişimi, geleneğin tortularınca en çok eleştirilen nokta.

AK: Yeniden demokrasiye geçilmesi talepleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Biliyorsunuz bazı TTM üyelerinden bu görüşe katılanlar oldu.

BT: Biliyorum ve esefle karşılıyorum. Sanki Türkiye demokrasiyi hiç denememiş gibi, sanki tarihten ders almamış gibi demokrasi talep ediyorlar. 1945-60, 1961-80, 1983-2017, 2017-25 yılları arasında Türkiye, demokrasinin hem parlamenter ve özgürlükçü sistemini hem de başkanlık ve muhafazakar sistemini tecrübe etti. Peki ne kazandı? Halk oyuyla seçilmiş başbakan olan Menderes, bir ili kendisine oy vermiyor diye ilçe yapmıştı. Yine halk oyuyla seçilmiş bir diğer başbakan Ecevit, başbakan olur olmaz birçok teröristin affını sağlamıştı. Hem başbakanlık, hem cumhurbaşkanlığı yapmış olan Demirelin meşhur lafı hala bilinir. "70 cente muhtacız" demişti. Koca Türk devleti, yetmiş cente muhtaç. Az şuurlu tarih bilgisi olan bu söz karşısında ağlardı. Halk oyuyla seçilmiş başbakan Erbakanın laikliği ya da toplumsal barışı tehdit eden söylemlerine ulaşmak o kadar zor değildir. Yine inatla ve ısrarla halk oyuyla sayısız seçim kazanmış, başbakan, cumhurbaşkanı, başkan olmuş Erdoğanın dönemine hiç değinmiyorum. Yargının bir cemaat sonra terör örgürünce ele geçirilmesi, orduya yönelik operasyonun yürütülmesi, çözüm sürecinin ve ardından terörle mücadenin yeniden başlaması, Suriye merkezli dış politika hezimeti diye uzar gider. Bunların hepsi halkın gözü önünde yaşandı. Şimdi bu sisteme geri mi dönelim? Türkiye 2020lerin ortasında bir toplumsal buhran yaşadı. Kurumlar toplumu yönetemez hale geldi. Hukuk, toplumu karşılayamaz bir hal aldı. Böyle bir ortamda şehir sakinleri, üniversite, kadınlar, aydınlar ve subaylar el ele vererek asli kurucu iktidarı yeniden ortaya çıkardı. Geçiş hükümetleri, devri sabık, kurucu meclis, yeni anayasa derken Türkiye kendi toplum koşullarına uygun bir sistem doğurdu: Toyculuk. Toplumun ilçe, il ve ülke yürütmesini temsilcileriyle belirlediği, şehir devletli örgütlenmenin olduğu, yargının yasama ve yürütmeden bağımsızlaştırıldığı, basının özgürleştirildiği, üniversitelerin ve silahlı kuvvetlerin bir baskı unsuruna dönüştürüldüğü bir sistem bu. Yasa yapma hakkını da kurucu meclisin atadığı, Türk Milletinin bağrından yetişmiş, yaşını başını almış, kendini topluma ve dünyaya kanıtlamış bilgelerimiz yapıyor. Böylelikle insan hak ve özgürlükleri, yargıyı, üniversiteleri ve basını özgürleştiren yasalar koruma altına alınmış, torba yasalarla ya da halkoylamalarıyla saptırılmamış oluyor. Edirnenin batısında yığınların çok azı sandığa giderken ve çoğu da bilinçsizce oy kullanırken yani bir kitle keyfiyeti, diktatörlüğü varken, Karsın doğusunda ideolojilerin, geleneklerin, inançların, liderlerin ya da devletlerin diktatörlükleri var. Biz iki dünya arasında bir Türk dünyası yaratarak ne olursa olsun insan hak ve özgürlüklerini korumaya aldık, yasaları bir akıl temeline, akıl diktatörlüğüne oturttuk ve diğer alanları toplumun keyfiyetine bıraktık. Öncü devlet eliyle de toplumun üyelerini bireyleştirme yolunu seçtik. Bundan kim, neden, niçin şikayet eder gerçekten anlamıyorum.

AK: Yurttaşın, yaşamını belirleyen hukuku, yasaları kendi yapmadığı, onaylamadığı, bir yurttaşın onayı alınmadan yapılan yasanın ona yaptırım meşruiyetinin nereden geldiği gibi sorular soruluyor. Haksızlar mı?

BK: Kuram olarak haksız değiller. Ancak hepimiz yurttaş, birey ve insan derken çok ideal bir canlı tasavvur ediyoruz. Peki bu yurttaş üstüne düşen yurttaş sorumluluklarını yapıyor mu? Yurttaş sorumlulukları yalnızca kanuna uymak, vergi vermek, askere gitmek olabilir mi? Bir yurttaş eksikliğini kabul etmiyorsa okumayı, araştırmayı, sorgulamayı alaya alıp önemsemiyorsa, kitle iletişim araçları kanalıyla toplum gündemini takip etmiyorsa, kendini toplumda yaşanan olaylar karşısında duyarlı ve sorumlu bulmuyorsa bu yurttaşa, yasalarımızın ne olması, çocuklarımızın nasıl eğitilmesini, bilinçli, bilgili ve duyarlı kadınlarımızın nasıl yaşaması gerektiğini belirleyen yasama hakkının verilmesi doğru olabilir mi? Varsayalım ki toplum, kamusal alanda tesettürle dolaşılmasını yasaklamak istiyor, acaba demokrasiyi savunanlar, bunu da savunacaklar mı? Ki savunsalar bile biz Türk Silahlı Kuvvetleri olarak, tesettürlü yurttaşlarımızın yaşam biçimine yönelik her türlü saldırıya da cephe alırız. Silahlı kuvvetlerin görevi yalnız hudut beklemek değildir. Yeni sistemle bu da ihya edildi zaten. Bir toplumdaki meşru silahlı erk, o toplumun huzurunu, güvenliğini ve özgürlüğünü tabii bu özgürlüğün uzantısı olan bilimi, felsefeyi, sanatı, kültürü, doğayı korumakla da mükelleftir.

AK: Ancak bu söylemleriniz hepsi sizin pencerenizden bakınca doğrudur. Bir kişi topyekün başka bir toplum sistemi ortaya koyamaz mı? Yurttaşların kendi yasalarını yapabildiği bir toplum?

BK: Sizinle bir soru cevap yapalım, olur mu? -Olur- Toplumsal cinsiyetin ne demek olduğunu biliyor musunuz? -Biliyorum- Peki daha bunu bile, tabii kriter bu değildir ancak örneklendirmek için bunu ele alıyorum, bilmeyen insanlarımız sizce toplumda çoğunluk mudur, azınlık mı? -Çoğunluktur- Çoğunluğunun daha toplumsal cinsiyet kavramının dahi ne olduğunu bilmediği, inançlarını, geleneklerini, değerleri, "doğrularını" sorgulamamış bir toplumda, yapılacak yasalar ne denli kadın özgürlüklerini esas alabilir? Batı da seküler yaşam yer tutmuş, bazı olaylar aşılmış olabilir ancak bu orada da kadın haklarının korunduğu, genişletildiği anlamına gelmemektedir. Hem gündemlerini takip ediyoruz hem de ara ara gidip yerinde gözlemliyoruz.

AK: Rejim muhalifi çevrelerin yasama üyelerini, diğer politikacıları, üst düzey generalleri bırakarak doğrudan sizi hedef almasını nasıl görüyorsunuz?

BK: Tuhaf görüyorum. Bundan da oldukça rahatsızım. Sadece ben değil diğer kadın subaylar da rahatsız. İki de bir beni ve okulumuzu hedef göstermeleri hiç uygun değil. Zaten bu konuda birkaç dava da sürüyor. Biz burada Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaç duyduğu kadın subayları yetiştirmeye gayret ederek yurdumuza olan hizmetimizi sürdürmeye çalışıyoruz. Sürekli politikaya çekilmemiz, bizim de bu iftiralara cevap vermek zorunda kalışımız, askerler topluma müdahale ediyor gibi görüntüye neden oluyor. Burada basının da sorumsuzlukları var. Her söylemimi manşete taşıyarak, sanki orduyu ben idare ediyormuşum gibi fotoğraflar atarak yanlış izlenime neden oluyor. Cemalabdül Nasır ile fotoğrafımı yan yana koyup "Dişi Nasır" yazan gazete bile vardı. Bunları yapmalarının nedeni bence, kadınların silahlı bir erke kavuşmasını istemiyorlar. Bunun içinde kadın harp okullarını hedef alıyorlar. Biraz medyatik olduğum içinde beni hedef seçiyorlar. Eğer kadınları ordudan uzaklaştırırlarsa, eril bir söylem, namus ve şeref demagojisi üzerinden erkek subaylarımızı etki altına alabileceklerini, böylelikle rejimi değiştirebileceklerini düşünüyorlar. Bir gazetelerinde erkek subayların kadın subaylardan rahatsız olduğunu yazmışlardı. Burayı didiklemek istiyorlar gibi duruyor.

AK: Böyle bir ihtimal olabilir mi?

BT: "Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler!"

AK: Genel olarak söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? Siz konuştuğunuz için yarın yine gündem olacaksınız. Altını çizmek istediğiniz konular böylece daha çok kişiye erişebilir.

BT: Herkesin bildiği üzere yüzyılı aşkın bir süre sonra Kerkükte Türkmenler egemen oldu. Vali, belediye ve kent konseyi Türkmenlerden oluşuyor. Şehrin güvenliği ve asayişi de Türkmeneli Türkmen Cephesince sağlanıyor. Ancak Barzan eşkiyaları, Kerkük hayallerinden vazgeçmiş değiller. Kerkükte hala canlı bomba, intihar saldırıları, şakilik eylemleriyle kargaşa çıkarmaya çalışıyorlar. Bölgede vazifesini tamamlayıp dönen öğrenciler, şehir merkezinde günlük yaşamın olağan aktığını, gök bayrağın çölün ortasında bir serap gibi dalgalandığını ancak kırsal kesimlerde ara ara ciddi çatışmaların yaşandığını aktarıyorlar. Birleşmiş Milletler toplantısı öncesi Kerkükü tarafsız bölge yapmaya çalışıyorlar. Türk Milleti bu tarihi eşikte rejim tartışmaları yerine Kerkükün ilhakına odaklanmalıdır. Musulu kazanıp Kerkükü vermek büyük tarihi hata olur. Türk Milletinin esas vekilleri olan Türk aydınlarına, Türk şehirlisine, Türk gençlerine ve Türk ordusuna burada ciddi sorumluluklar düşüyor. Kamuoyunun şekillenmesinde daha fazla etkin olmalılar. Bu çağrım, Türkmen soydaşlarımızın 100 yıllık bahtsızlıklarının sonlanması içindir.

Söyleşiden sonra Türkekul, beni uğurlamadan önce gerçekleştirecekleri tatbikatı izlemeye davet etti. Gün dönerken ve güneşin alacakaranlığının yerini yavaş yavaş ay ve yıldızlar alırken rüzgar sanki daha manalı esiyordu. O rüzgâr ve soğuk havada birden kösler vurulmaya başladı. Tatbikat, herhangi bir çapulcu saldırı karşısında okulu korumaktı. Tuğlar kalktı. Bir bölüğün taarruzu karşısında uyku halindeki kadın askeri öğrenciler uyku kıyafetleriyle kalktılar. Önce mühimat ve silah deposunu, ardından hayvanların barınaklarını korumaya aldılar. Sonra kıyasıya bir boğuşma evresi başladı. Kılıç sesleri hiç susmadı. Hepsi kudurmuş bir dişi kurda benziyordu. Taarruz bölüğünün göl üzerinden saldırısı sonrası yüzlerce savaşçı genç kadın o soğuk ve rüzgarlı havada tereddütsüz gölde atlayarak en az bir saat alan mücadelesine giriştiler. Püskürtülen taarruz bölüğünün ormana dağılması sonrası hepsi etkisiz hale getirilmiş bir biçimde yakalandı. Tatbikat kusursuz başarıyla sonlanmıştı.

Tatbikat sonrası temsili zaferi kutlamak için meydanda göl kıyısındaki amfitiyatro da tören düzenlendi. Antalyanın Kaş ilçesindeki

Antiphellos tiyatrosuna özenilerek yapılmış. Amfitiyatro meşalelerle aydınlatılıyordu. Yüzlerce kadın öğrenci atlarla meydandaki zafer taklarının içinden geçerek tiyatroya geldiler. Tıva müzikleri eşliğinde zafer marşları çalındı. Kutlama sonu, bir zamanlar pek gözde olan Türk kanı marşıyla yapıldı. Dionysosun bağboğumu ayinlerini ya da çok eski şamanik ritüelleri andıran danslar büyüleyiciydi. İnsanı vecd haline gark ediyordu. Okul komutanı Türkekul, takdir konuşmasını yapmak için sahneye çıktı. Dinleyicilerin ayağa kalkışı, oturduktan sonra soluksuz dinlemeleri, sınırsız sadakatleri dışardan benim gibi birine Türkekulu daha kutsal kılıyordu. Sanki hakiki bir tanrıça gökten inmiş de kızlarını kutluyordu. Tören, Türk Kadın Andı içilerek sonlandı.

Deniz otobüsüyle İstanbula dönerken gördüklerimin etkisinden hala kurtulamamıştım. İnsana istemsizce böyle iradeli bir kadın ordusu olan milletin kadınları, esir alınamaz dedirtiyordu.