Yaşanan birtakım toplumsal olaylardan sonra söz konusu olayın faillerinin ceza almasına yönelik talepler çoğu zaman gündemimizi meşgul etmektedir. Son yıllarda Twitter'ın adete bir "Sosyal Medya Savcılığı" gibi çalışıyor olması bu toplumsal fenomeni bizim için daha görünür kılmıştır. O hâlde haksızlıkların nasıl cezai normlar hâline geldiklerinin serüvenine bir göz atmakta kanaatimizce yarar vardır.

Suç bir haksızlıktır. Ceza ise bir tür kınamadır. Fakat her haksızlık bir suç teşkil eder mi? Tüm kınamalar cezaî kınama mıdır? Hukukun ve hususiyetle de suç ve cezanın anatomisi incelendiğinde suçların ve cezaların belirli bir süreçte olgunlaşarak birer hukuk enstrümanı hâline geldikleri görülmektedir.

Kanaatimizce suçun tohumunu ahlakta bulmak mümkündür. Ahlak kabaca insanın ne şekilde davranması gerektiğini gösteren normlardır. (Norm, kendisini göre yargılama yapılan ölçüt anlamı taşıyan bir kelimedir.) O hâlde ahlakî normlar insanlara ne yapmaları gerektiğini gösteren, neticesinde de insan davranışlarını bu ölçütlere uygunluğuna göre yargılayan kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de eylemlerimiz ahlakî olarak yargılanmakta ve ahlakî normlara aykırı hareket eden kişi toplum tarafından kınanmakta, bu kınama neticesinde kimi zaman fail toplumdan dışlanmaktadır. Ancak bu yargılama toplumsal düzeyde gerçekleşen ve henüz hukuk hâline gelmemiş bir yargılamadır. Örnek vermek gerekirse komşusunun selamını almayan kimse Barış Manço normlarına göre "yiğit" değildir. Çünkü ahlak normu selam alıp vermeyi bir erdem olarak belirlemiştir.

Kuşkusuz selam almamak ahlaka aykırı bir eylemdir. Aynı zamanda toplum tarafından kınanan kusurlu bir eylemdir. Ancak böyle bir eylem suç değildir ve karşılığında ceza verilmesini beklemek abes olacaktır. O hâlde suçları ahlaki eylemden ayıran bir ölçüt mevcut olmalıdır. Bu ölçüt hukuktur. Hukuk düzeninde ceza verilmesinin şartı bir eylemin hukuk düzenin dışında yer almasıdır. Bugün kullandığımız anlamda suçların ve cezalarının kanunda yer alması şeklinde bir kanunilik ilkesi henüz mevcut değilken bile Kanonik Hukuk'ta cezalandırılabilirliğin ölçütü olarak "hukukî düzenin dışına çıkmak" ölçütü bir norm olarak kabul ediliyordu. Bir kimsenin cezalandırılabilmesinin şartı hukukî düzenin dışına çıkması bağlıydı. O hâlde kınanan haksız eylem hukuk düzeninin dışında bir eylem olması gerekmektedir.

Hukuk düzeninin belirleyicisi olan çoğu zaman iktidarlardır. İktidar bir şeyi yapabilme kudretine verilen addır. Siyasal iktidarsa buyurma yetkisini elinde bulunduran gücün adıdır. Biz hukuk düzeninin belirleyicisi olarak iktidar derken esasında geniş anlamda iktidarı kastediyoruz. Bu iktidar hiç kuşkusuz ki halkın, Rousseau'nun tabiriyle genel iradenin, kendisidir. Halk, tıpkı Hobbes'un Leviathan'ının orijinal kapağında tasvir edildiği gibi, bir araya gelerek müşahhas hâle bürünür ve siyasal iktidarı teşekkül ettirir. Halkın müşahhas hâli olan bu iktidar halkın ölçütlerini dikkate alarak hukuk yapar. Gerçekten de kanunların belirli bir düzeye gelmiş ahlakî normlar olduğunu ifade etmek gerekir. Zira adaletsiz, halkın ahlakî ölçütlerine ters bir normun hukuk normu hâline gelmesi pek mümkün değildir; "halka rağmen" böyle bir şey gerçekleşirse bile kısa zamanda bu normlar değişerek yerini halkın karakterine uygun normlara bırakır. O hâlde hukukun belirleyicisi olan halkın bizatihi kendisi, kanunların temeli de halk arasında mevcut olan ahlakî normlardır denilebilir.

Ahlakî norm "borcunu öde" diye emreder. Hukuk düzeninde de bu ilke Borçlar Kanunu'nda çeşitli teknik ifadelerle aynı muhtevaya gelecek şekilde emredilir. O hâlde ahlakî düzen de, hukukî düzen de borcun ödenmesini emretmektedir. Bu emrin yerine getirilmemesi anlamına gelen borcunu ödememe şeklindeki negatif eylem bir haksızlık olarak tezahür etmektedir. Borcunu ödemeyen insan, ahlaka aykırı hareket ettiği için diğer insanlar tarafından kınanır. Ancak buradaki kınanma, selam almamaya göre haksızlık içeriği daha yoğun bir kınamadır. Bunu selam almamanın hukuki bir yaptırıma bağlanmadığı hâlde borca aykırılığın hukukî bir yaptırıma bağlanmasından anlıyoruz. Görüldüğü üzere kınanma içeriğine göre ahlakî eylem ve hukukî eylem arasında bir fark meydana gelmiş, belirli bir kınanma seviyesinin üstündeki fiiller hukuk düzeni tarafından tasvip edilmeyerek bir yaptırıma bağlanmıştır. Borcunu ödememenin yaptırımı borcun cebren icrasıdır. Ödenmeyen borç için alacaklı icra dairesine başvurur, borcunu kanıtlaması hâlinde cebriicra yoluyla borçludan alacak tahsil edilir. Görüldüğü üzere bu yaptırım, selam almayanın toplum tarafından "yiğit" olarak kabul edilmemesi ve hakir görülmesi şeklindeki ahlakî yaptırımdan daha nitelikli bir kınamadır.

Hukuk düzeni içerisinde, hukuk normuna aykırılık şeklinde tezahür eden haksızlıkların çeşitli kınamalarla karşılandığı görülmektedir. Bu kınamalar örnek verdiğimiz cebriicra gibi özel hukuk yaptırımları şekilde tezahür edebileceği gibi, ceza hukuku yaptırımları olarak da karşımıza çıkabilir. O hâlde ahlakla hukuk düzeni arasında olan haksızlık içeriğinin ağırlığı noktasındaki farklılık, hukuk düzeninin kendi içerisinde de mevcuttur. Hukuk düzeni içerisindeki her haksızlık, her norma aykırılık aynı şekilde kınanmaz. Kimi haksızlıklar özel hukuk yaptırımlarıyla kınandıkları hâlde, kimi haksızlıklar hapis ve adlî para cezası gibi cezaî yaptırımlarla kınanır. Bir haksızlığın cezaî yaptırımla mı, yoksa idarî yahut hukukî bir yaptırımla mı kınanacağı tamamıyla kanun koyucunun suç politikasının belirlediği bir şeydir.

Bu hâlde suç, ceza hukuku normunun ihlâli anlamına gelen bir haksızlıktır. Ceza ise bu haksızlığın karşılığı olan hukuk düzeni içerisindeki en ağır kınamadır. Bu kınama toplum tarafından, toplumsal düzen anlamını taşıyan hukuk kuralının ihlalini yapan faile yönelmektedir. Bu anlamda ceza hukuku kınaması bireysel bir kınama olmayıp toplum tarafından yapılan bir kınamadır. Bu sebepledir ki ceza muhakemesini başlatmak üzere kamu davasını açan toplumu temsille mükellef cumhuriyet savcısıdır. Mağdur, şikayetçi ve sair herhangi bir sıfata sahip hukuk süjesi ceza mahkemelerinde dava açamaz, ancak cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunabilir.

Ahlak bir insanı öldürmemeyi emreder, bu öyle yoğun bir emirdir ki hukuk kuralları arasına girer, yine bu eylemin haksızlık içeriği öylesine yoğundur ki ceza hukuku yaptırımıyla kınanır. İşte bu serüven selam almamak, ayağın takıldığı taşa sövmek gibi haksızlık içeriği düşük ancak toplum tarafından kınanan ahlakî haksızlığın, bir ceza normunun ihlâli anlamındaki haksızlığa dönüşmesinin serüvenidir.

Tüm bu hikâye neticesinde şunları söylemek mümkündür sanıyorum: Toplumsal yaşamın mevcut olduğu yerde birtakım normların mevcudiyeti ve bu normlara aykırılıkların olacağı kuşkusuzdur. Bu haksızlıkların içerikleri bir olmadığı gibi, bu haksızlıklara karşı toplumun geliştirdiği tepkiler de bir değildir. Hukuk normu olamayacak derecede, burada ölçütün toplumun varlığını devam ettirmesi olduğu belki söylenebilir, haksızlık içeriği düşük eylemler salt ahlakî bir kınamaya tâbi tutulurlarken toplumsal yaşamın temellerine dinamit koyan cana, mala, ırza yönelik saldırılar cezaî kınamalara tâbi tutulmuşlardır. Üstelik cezaî kınamalar da sabit ve katı olmayıp suçun haksızlık içeriğinin ağırlığına göre kademelendirilmiştir. Örneğin basit yaralama kısa süreli hapis cezasıyla veya seçenek yaptırımlarla kınanırken kendini koruyacak kudretten yoksun bir çocuğu canavarca öldürmek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla kınanmaktadır. Haksızlık içeriğinin yoğunluğu toplumsal ahlak kaideleriyle suç politikalarının bir eseri olarak belirlenmektedir.

Umuyoruz ki, bir haksızlığın suç olarak belirlenmesine kadar geçen bu serüvenin öğrenilmesi basit haksızlıklara en ağır cezaî yaptırımların istenmesi şeklinde karşımıza çıkan sosyal medya ajitasyonlarının sonunu getirecektir. Çünkü, görülmektedir ki bir haksızlık ceza normu hâline gelmesinin arkasında bir mantık yatmaktadır. Bu mantığın kaybolması, amiyane tabirle "kantarın topuzunun kaçırılması" adalet terazisini yerle yeksan edecek, böyle bir durum da toplumun bir arada kalması imkânını ortadan kaldıracaktır. Çünkü tarihî tecrübemiz göstermektedir ki, kınamada intikam ve hınç duygularıyla ölçülülüğün kaçırılması ilkel toplumlarda "kan davası" olarak karşımıza çıkan daha büyük bir haksızlığa zemin hazırlayabilmektedir. O hâlde, adalet terazisinin ayakta kalabilmesi için ahlakî kınamayı gerektirecek eylemlere karşı neredeyse can isteyen bir gözü dönmüşlüğe kapılmayarak sükunetimizi korumak, herhangi bir haksızlığa karşı o haksızlığın en adil karşılığın olan kınamayı yapmakla yetinmek gerekmektedir.


Pirali Çağrı ŞENSOY

Hukukçu