İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin üstüne, sanayi ve üretim patlaması, büyük dünya savaşları ve teknoloji devrimi üç yüzyıldan küçük bir süreye sığdı. Bütün nizam, sosyal hayat şu özetini geçtiğim hadiselerle birlikte tanzim edildi. Her ülke bu hadiselere nasıl tepki vereceği ile ilgilenmek zorunda. Çünkü hakim ruhu bunlar besliyor. O yüzden eski yaşamlarla birlikte  zamanı bütünüyle algılayabilsek bu değişimin baş döndürücü olduğunu görürdük. Çok farklı zamanların anormal insanları olarak tarihe geçeceğimizi düşünüyorum.

Şöyle derin bir nefes alın. Gözlerinizi kapatın. Yazı uzun ve düşündürücü olacak. Bu devrin pek bir tarzı değil ama mevzu derin hanımefendiler ve beyefendiler! O halde uzamasına mahal vermeden başlayalım.

Etrafınızdaki insanların gerçek hayattan ne kadar kopuk olabileceğine dair bir kanı geliştirmek için düşünün. Hepimiz emin olmasak da bildiğimiz bir doğru mutlaka var. O halde genel ahlak, dinsel ahlak ya da evrensel kurallar bütünü gibi değerlere inananlar kaç kişi? Sayı bulamasanız bile nadir olduğunu hemen anlarsınız. Trafik kazalarında bile polis gelmeden kimse kurallara uymadığını kabul etmek istemiyor. Oysaki kırmızı ışık yanarken hızlıca geçersen kavşaktaki arabaya yanlamasına girersin değil mi?

Artık insanlık doğruların peşinde olmak istemiyor. Doğru diye sunulan her öğreti bireyi sınırlandıran, geçici bir hevesle yapmak istediği çoğu şeyi engelleyici bir tavır gösteriyor. İslam kimliğine sığınmak isterseniz içkiden uzak duracaksınız, gösterişe merak sarmayacaksınız ve israf etmeyeceksiniz. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Giyimiyle, arabasıyla, içtiğinizin ismiyle bile yargılandığı bir dünya burası. O zaman Müslüman kimliğimle yaşamak beni toplumdan bertaraf eder. Dışlanma korkusu sizi reddetmeseniz bile bu kimlikle yaşamaktan men edebilir. Çünkü yalnızlık, kimsesizllik demek olarak algılarımıza yüklenmiştir. 

Bu sadece somut bir örnekti. Modernizmle birlikte doğan sosyal kültlerin yıkılışı için çok küçük bir örnektir. O yüzden genel - geçer kurallar devletin kitaplarında yazdığı ile var olur. Oysaki gerçek hayat farklıdır. Dişli olmazsan, kendini ezdirirsen hiçbir şey yapamazsın. Böyle demiyor mu herkes? Hani iş ahlakı, toplum ahlakı, demokratik değerler ve hukuk felan vardı? Nerde bu okulların bizi bağırmaya zorladığı değerler?

Çünkü yoklar... Atalarımızın masallarına benziyorlar. Geçmişteki birkaç şizofrenik ya da inatçı adamın haykırışları yüzüne var gibiler. Sosyal hayata böyle bakarken canı yanan birkaç topluluğun sokağa çıkmasıyla insanlar kendilerini onlara katılımış da bulabiliyorlar. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu... Çelişkilerle örülmüş bir ağ...

Sebebi çok basit. İnançlarını kaybettikleri değerler yüksek özgüvenli birilerinin bağırmasıyla alevleniyor. Aslında içten içe aradığımız özgürlük, inançlı olmak, adalet, eşitlik değerleri kapitalizm çağında bir yanılsama gibi gösteriliyor. Pratik ve tamamen bireyci bir sistem olduğu için bu tip toplumun tümüne lazım olan değerler tişört baskısının ötesine geçemezmiş hissiyatı bırakıyor. Fakat öngörülemeyen bir olay patlak verdiğinde ise o tişörtler birer ikon, simge haline gelip daha önce yolda karşılaşmadığın, evli mi değil mi bilmediğin bir adama taş attırıyor. İşçisinin ücretini kesen adam dahi sokakta slogan atıyor. Çocuğun rızkını yemiş bir adam " bu düzen değişecek" diye bangır bangır bağırıyor. Protestoculara çakıyor gibi düşünmeyin. Sadece gündelik hayat ile patlak vermiş kitlesel hareketler arasındaki çelişkiyi anlatacak çarpıcı birkaç örnek vermek istedim.

Barış ve savaş zamanları aynı davranılmaz doğrudur. Fakat her iki durumda da sizi sekteye uğratmayacak karakteriniz olmalıdır. Savaş zamanı hiç tanımadığın bir insana sırf aynı meydanda olduğun için su veriyorsan, barış zamanı sokakta yardıma muhtaç birini gördüğünde de su vermelisin. Çelişki böyle ortadan kalkar. O zaman içi boşaltılmış kutsalların yüzüne ümitsizliğe düşmezsin.

Peki ya içi boşaltılmış kutsallarımız nelerdir? Eski dünyadan bize kalanlarla, yeni dünyanın bütün toplumsal enstrümanları birlikte değerlendirilmeli. Çünkü her ne kadar geçmiş ve gelecek bizi ilgilendirmiyor gibi görünse de hepsi birer bütün.

Eski dünyadan kalan en büyük kutsalımız din. Din yeni dünyanın birey içerisine sıkıştırdığı bir nesneye dönüştü. Kitlesel ibadetler toplum dışı görülmeye başlandı. Normalde bütün dinler bireylerin kalplerinde yaşamak için değil bütün sosyal hayatı tanzim etmeye kendisini adamıştır. İşte inançların seküler hayat tarzı ile çelişmesi dini yavan ve anlaşılmaz hale getiriyor. Uygulanabilirliği düşüyor ve bizler inançlarımızı kişisel bloklarımıza çekerek birer yanılsama duyuyoruz.

Eski dünyanın diğer kutsalı bireylerin toplumun ahlakına, dinine ya da kültürüne göre hareket etmek zorunda olmasıydı. Avrupa'da bile böyleydi. Galileo dünyanın merkezde olmadığını, güneşin etrafında döndüğünü söylediğinde toplum tam tersine inanıyor ya da duyup önemsemiyordu. Nitekim kabuller dışında bir şeyler söyleyen Galileo çürümek üzere hapsi boyladı. Nice din adamları, aile reisleri, kutsanmış liderler insanların akıbetine güçlü karar vermeye başlayınca toplumculuk iki yüzyılda derin yaralar aldı. Hepsi birer mahalle baskısı oldu. Bugün vereceğimiz kararlar açısından dünyaya baktığımızda başkasının tesirinde mi yapıyoruz diye düşünüyoruz. Eğer öyleyse hakikat o olsa dahi inanılırlığı bizim için gitmiş oluyor. En mütedeyyin ailelerde bile çocukların başının dikine gitmesi zamanın ruhunun bireyi kutsamasıdır.

Fakat 20.yy ortalarından sonra birey karar verme mekanizmasında farklı bir bakış açısı geliştirdi. Yani birey derken zamanın ruhunu kastediyorum. Genel - geçer estetik, ahlak, kültür, bilim kurallarını dahi reddeden bir anlayış gelişti. Bugün tüm dünyada aya çıkıldığını, dünyanın elips şeklinde olduğunu reddeden ve popüler olan bir anlayış geliyor. Öte yandan bütün hukuki ve sosyal meseler adalet çerçevesinde değil kitlelerin eğilimlerine göre belirlenebiliyor. Rasyonel hukuk, tanzim edilmiş etikler boşa düşüyor. Twitter ' dan atılan binlerce tweet hukuk kurallarından üstün hale gelebiliyor. Bugün Twitter ahalisi kimi tutuklatmak isterse neredeyse %100 bir oranla bunu başarabiliyor.

Yani modern, seküler dünya ne inşa ettiyse kişiler ya da bireyin kendisi bunu hiçbir akılcı mantığa dayanmasa dahi reddedip hayatını daim ettirebilir ve birey " bu benim kararım " diyerek kararının çok önemli olduğu yanılgısına düşebilir. Artık genel - geçer kurallar yerine kişilerin ya da kişinin öznel görüşleri var.

Özgür irade ve özgürlük ise yeni dünyanın kutsallarından. Yani kişi kendi karar verdiği ve bunu dilediğince yaşayabildiği yanılsamasına düşüyor. Modern zamanda ortaya konmuş okul kavramı bireyin aile ve toplumsal bağlarını koparıp bir birey olarak kendisini inşa etmesini ve 18 yaşını da geçince kendi hayatına dair görüşler geliştirmesini istiyordu. Yani demokrasi öğretisini benimseyecek, hukuk kurallarına riayet edecek, başkalarının görüşlerini, yaşam tarzını küçümsemeden kabul edecekti. Oysaki kapitalizm sermayenin ve girişimciliğin önünü açınca fırsat eşitliği yerine " fikir eşitliği " sunuyordu. Parayı nereden bulacağın ise bireyin " becerikliliğine" bağlanmıştı. İş böyle olunca birey kafasında hürce geliştirdiği fikrini yeterince sermayeci ve girişimci davranışlarla desteklemezse fikir imkansız bir hayalin deryasına düşüveriyor. O halde özgür irademiz ve özgürlüğümüz imkansızlıklara kurban giden birer yanılsama oluyor. İşte bu şekilde içi boşalmış kutsallarımıza bir yenisini daha ekliyoruz.

Yeni dünyanın belki de en önemli kutsalı adalet ve eşitliktir. Adalet ve eşitlik sağlayıcıları olarak cumhuriyetlerde yargı erkleri varken bizler nedense yürütücülerden bu görevleri bekleriz. Çünkü onlar kanun koyucu olarak bütün vatandaşların eşit olmalarını sağlamakla yükümlüdürler. İşte bizim çarpık demokratik anlayışımız yüzüne hükümetler bizden aldıkları yetkiyi yargıya müdahelede pek tabii rahat davranırlar. Çünkü bu müdahele aslında halk arasında meşrudur. Bu sayede birçok ülkede hükümetler yargıya direkt ya da dolaylı müdahele etmekte çekinmezler. Nitekim Türkiye'de de bunun yaygın bir biçimini görmekteyiz. Aslında adalet ve eşitlik arayıcıları olarak biz bireyler ya da topluluklar kanun kısmında hükümetleri denetleyerek, kanunları yürütenler olarak yargı erklerini avucumuzun içine almalıyız. Bu sayede adalet ve eşitlik birer oy potansiyeli olmaktan men olur.

Günümüz insanı hakikatte birçok dış unsur tarafından manipüle edilmesine rağmen kendisini karar verebilen, özgür hisseden ve adalet ile eşitlik arayıcısı olarak nitelendiriyor. Oysaki kapitalizmin etkisi, hükümetlerin şovları ya da gerçek hayatın derin etkisi yüzüne insanlar kutsallarını çiğneyip basit birer metaya dönüştürüyor. Yani kısaca modern hayatta yaşamasını bilmeyen koca bir insanlığız.

Huhh... Uzun oldu. Fakat anlatmak istediğim çok şey vardı. Buraya kadar geldiyseniz beni çok minnettar ettiniz demektir. 

Esenle ve hijyenle kalın.