Merhum Servet Somuncuoğlu tanıştırmıştı ilk. Ankara'da çalıştığım ve İstanbul'da tesadüfen bulunduğum bir gün telefon edip, uzatmamı istemeyen bir ses tonuyla "Onurcuğum hemen İMÇ'ye gel, çok önemli" diyerek yanına çağırmıştı.

Adrese ulaşıp içeri girdiğimde, arka odaya aldılar. Bütün haşmetiyle orada otururken gördüm ilk Ozan Arif'i. Bankada müdür yardımcısı idim, yurt dışı piyasalarla ilgileniyordum. "Benim oğlum da bankacı, o da Almanya'da yurt dışı piyasalarla ilgileniyor, tanışmanız iyi olur" dedi ve oğlunun kartını verdi. Ne onu bir daha gördüm, ne de oğluyla tanıştım. İsmini, davasının adamı olduğunu gayet iyi biliyordum, ama yakından tanımıyordum.

Üzerinden iki yıl geçti, Frankfurt'ta görev yapmak icap etti. Ozan Arif'in Almanya'da olduğunu duymuştum, ama Frankfurt'ta yaşadığından hiç haberim yoktu. 

Almanya'ya aynı tarihlerde geldiğimiz ve bankaya sık sık uğrayan kıymetli bir profesör hocamız Cuma günü namaz için DİTİB'e (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Derneğinin kısaltması)gitmeyi teklif etti. Zaten oraya gittiğimi söyledim. "Ama namazı idare ofisinde kılalım" dedi. Peki dedim. Birlikte gittik. Alman gurbetçilerin mahkum edildiği minaresiz, apartman dairesinden bozma ve çoğu kez estetik kusurlu binalardan birinin üçüncü katına çıktık. Benimle tanışmayı beklediklerini söyleyen ve büyük bir ilgiyle karşılayan dernek yönetiminden önce, onu gördüm. Misafir bölümü denilebilecek yerde, yine bütün haşmetiyle oturuyordu. Yanına gittim. Beni hatırlamadı. Nasıl tanıştığımızı anlattım, yine hatırlamadı. Servet'in adı geçmiş olmasa neredeyse yüzüme bakmayacak, ama mütereddit kalmaktan rahatsızdı.Çalıştığım bankada güvendiği bir hemşehrisi vardı. Emin olmak için Türkiye'yi çevirip onu aradı. Tesadüf, onunla sadece bir kere oturmuş, yemek yemişliğimiz var. Bölge müdürü olduğu ilde bir şube teftişine gittiğimde, Aziz Yusuf Yılmaz Araç'ın bir telefonu ile beni bir akşam ağırlamıştı. Bu olay, Ozan Arif'le karşılaşmamdan da 2-3 yıl önceydi. Korktuğum başıma geldi, o da beni hatırlamadığını söyledi. Böyle önemli bir karşılaşmanın iki beşerin hafızasının kurbanı olmasına rıza gösterecek halim yoktu. Telefonu istedim, kendisiyle kimin aracılığıyla, ne zaman, nasıl görüştüğümüzü hatırlattım. Ozan Arif'i telefona geri istedi. Bir şeyler konuştular. Bir süre sonra yanımıza gelen dernek başkanı tanışma faslını genişleten sohbete girince Ozan Arif ona ve odadaki yaklaşık yirmi kişilik topluluğa "başkan" dedi, "bu arkadaşımızı buraya sanki ben atanmışım gibi düşüneceksin." Dostluk ve güven bağı halkasında yer almak, böyle tabii meşruiyet ve muhabbet kanallarını açıveriyor işte.

Ardından odaya verilen küçük hoparlörden ezan okundu. Bir anda oturma düzenekleri bozulup seccadeler yanyana dizildi. Dört rekat namazdan sonra birden herkes eski oturma düzenine döndü, önceki sohbet ortamına geçildiğinde hutbe fonda bir sesten ibaretti sadece. Sohbet arasında vuku bulan sessizlik anları "Bu imamların da işi kolay değil, nasıl bir üslup tutturacak, cemaatin içinde profesörü var, işçisi var" tespitleriyle tekrar bölünüyordu. Farzla birlikte tekrar saf düzeneğine geçildi. Sonrası malum.

İlkinde çok yadırgadığım bu duruma hemen ayak uydurdum. Hatta oturma koltuğuna en hızlı erişeceğim noktaya seccade serme yeteneği bile geliştirdim. Namazı aşağıda, camide kılarsam yukarı çıkmam gecikecek, çoktan ikinci tur halis karadeniz çayı eşliğindeki sohbetin bir kısmından mahrum olacaktım. Her hafta Ozan Arif'le sohbet imkânı yakalamak için oraya gidiyordum, bankaya da çok yakındı.

Böyle üç ay kadar sürdü. Sohbet arasına muhakkak çalıştığım bankaya daveti sıkıştırıyordum. İnşallah, diyor, bir türlü gelmiyor. Üç ay boyunca her hafta son derece samimi sohbet ettiğimiz Arif ağabey bir türlü bankada ziyarete gelmiyordu. Acaba neden böyle yapıyordu? Güven meselesini daha ilk oturumda aşmıştık diye düşünüyordum, sohbetimizde en ufak bir mesafe yoktu. Bir türlü çözemiyordum. Soramıyordum da.

Üç ay sonra bir gün, içeri Ozan Arif'in girdiğini gördüm. Bütün karizması, meşhur yeleği, koltuğunda portföyü, dik duruşu, dikkatli bakışları ve insanı rahatlatan güleryüzü ile gelmişti işte. Nereden bilebilirdim, orada daha görev yapacağım on beş ay boyunca haftanın en az üç günü bana geleceğini? Beni nasıl sevindirdiğini, nasıl ruhumun zenginleştiğini anlatmam mümkün değil.

İlk ziyaretinden sonraki günlerin birinde, benim sormamı beklemeden, "Yahu Onur kardeşim, bunca zamandır bakıyorum, gözlüyorum, bekliyorum; senden ne gelecek diye. Bana hangi niyetle yaklaşıyor, menfaat beklentisi mi var, ne isteyecek, ne yapacak diye. Yanlışı bırak, bir ima bile yakalayamadım. Hayatımda da böyle insan görmedim diyemem, ama sen hakikaten bunlardan birisin." diyerek aylardır zihnimi kurcalayan soruyu da cevaplandırmış oldu.

Bu kez samimiyetimiz derinleşti. Haftada üç dediysem, bu ortalamadır. Bazen haftanın beş günü geldiği olurdu. Bunu Frankfurt'ta doğan oğlum Yiğit'in isim ve ezan okuması için evime de gelerek taçlandırdı. Ben de sayısız kez onun evine misafir oldum.

Samimileşme sürecimizin iki kilit noktasından biri oğlu Mehmet Alp Şirin'di. Arif ağabey ile görüşmelerimiz o kadar sıklaştığı halde oğlu bir türlü ortaya çıkmıyordu. Tanışma kaçınılmaz hale geldiğinde telefonlaştık, akşam işten çıkınca işyerime geldi. Geç saatti. Yalnızdım. Bu tanışmaya zorla, isteksizce geldiğini tavırlarından hiç saklamayan bir edayla sordu: "Nerden tanışıyorsunuz babamla?" Soruyu soruş şekliyle muhatap olan kişi "Aferdersiniz, babanızla tanıştığım için özür dilerim, hemen tanışıklığımı geri alıyorum, bir daha sizi rahatsız etmeyeceğime söz veriyorum." demek zorunda kalabilirdi. Öyle sertti. "Ne istiyorsun kardeşim babamdan?" der gibiydi. Bunu saniyeler içinde tartıp bir sınav da oğlu için vermem gerektiğini kabul ederek söze başladım. Sonuç, on altı yıllık sarsılmaz bir dostluk bağı.

Artık Ozan Arif'le görüşmek isteyen gazeteciler beni arıyor, görüşme ayarlamamı istiyorlardı. Bankanın diğer pek çok müşterisi yıllardıraynı şehirde yaşadıkları Ozan Arif'i benim işyerimde tanıyacaktı. Böyle bir atmosferde sırayı aldım. "Arif ağabey" dedim. "Allah razı olsun, bana güvendin, samimiyetini paylaştın, sırrını verdin, ben de seni tüm kalbimle sevdim. Bu bir ayrıcalık benim için. Biliyorum ki benim yerimde olmak isteyen binlerce ülkücü genç vardır. Ama sana söylemez isem vicdanım rahat etmez. Ben ülkücü değilim. Öyle ülkü ocaklarından falan yetişmişliğim yok. Ülkemi, hem de çok seviyorum. Üniversitedeki yıllarımız islamcılıkla geçti. Şimdi tek derdim adam olabilmek. Sen içi dışı bir insansın. Hem samimi hem yürekli bir sanatçısın. Böyle insanı sevmekten saymaktan kendimi alamam. Seni kalben benimsedim, ağabey belledim, tavrım ikiyüzlü değildir. Senin içinde yer aldığın işte ben de yer alırım. "

Arif ağabeyin bana verdiği cevap on sekiz aylık yurt dışı görevimin en üst düzey madalyasıdır:

"Onur'cuğum keşke ocaktan yetişen kardeşlerimizin hepsi senin gibi olsa. Benim için Onur Yılmaz tek başına bir teşkilattır. Nokta."

Yiğit üç aylıktı. Fransa'da, Almanya sınırına yakın Forbach kasabasında ülkücüler kendi imkânlarıyla Alparslan Türkeş Külliyesi kurmuşlar, açılış töreni için Ozan Arif'i davet emişler. O bu kez sunuculuğunu üstlenmiş, Türkiye'den epey davetli var. "Gelemeyeceğini biliyorum, daha yeni bebeğiniz var, ama unutulmadığını bil diye getirdim" diyerek bana bir davetiye bıraktı. Boğazım düğümlendi. Teşekkür ettim. Yiğit'in annesiyle programa katılmaya, davete icabet etmeye karar verdik, oradan da görmek istediğimiz Strazburg'a geçmeye niyet ettik. Alp'in Frankfurt'tan başlayan eskortluğuyla oraya vardık. Sevinçle karşıladı, hazirunla tanıştırdı, bebek arabasındaki oğluma bakıp "ooo, bu büyümüş, afiş asma vakti gelmiş" dedi. Program başladı, coşkuyla devam ediyor. Birkaç saat geçince annesi Yiğit'in vakti geldiğini, ayrılmamız gerektiğini söyledi. Arif ağabey sahnede, konuşamadım. El sallayıp gitmek olmaz. Alp'i bulup ayrılmak zorunda olduğumuzu, uygun bir sırada babasına iletmesini söyledim. Böylece ayrıldık. Takip eden hafta başı Alp aradı. "Babamla konuştun mu?" diye sordu. Konuşmadığımı söyledim. "Başka birinden duydun mu?" dedi. "Hayırdır, neyi duyacaktım?" dedim. "Babam biraz moralsiz görünebilir sana karşı" dedi. Üsteleyince anlattı: Meğer programa ara vermeyince ayrıldığımızı söyleme fırsatı bulamamış, o ara sahneye Esat Kabaklı'yı çıkarmış. O türkülere başlamadan 'şimdi size aramızdaki bir başka saz sevdalısından bahsetmek istiyorum. Kendisi Almanya'da bir banka müdürü. Buraya sevincimizi paylaşmak için geldi, şeref verdi. Ama benim kendisinden bahsetme sebebim onun çok iyi saz çalması veya mesleği, mevkii değil. Gelirken beraberinde bir Yiğit getirmiş olması. Bu Yiğit daha üç aylıkken aramızda. İnşallah vatanımızın geleceğimizde yerini alacak yiğitlerden biri olacak.' diye övgüde bulunup, arkasından Arif Nihat Asya'dan içinde bol miktarda yiğit kelimesi geçen bir şiir okumuş. Şiir bitince 'Yiğit'i salona göstersin diye Onur Yılmaz'a seslenmiş'. Kimse kalkmayınca, bir kez daha seslenmiş. Salondakiler anonsu tekrar etmeye başlamış, koridordadır, dışarıdadır diye haber salınmış. Maalesef bir tepki gelmeyince mahzun ve mahcup olmuş. Alp ancak programın sonuna doğru söyleyebilmiş. Ama gerçekten çok üzülmüş. Alp bana bunları anlatınca ben de çok üzüldüm, arayıp ne söyleyeceğimi bilemedim. Derken aynı günün sonuna doğru Arif ağabey kapıda göründü. Nasıl derler hevesi "bir tık" düşmüş gibiydi, olayı baştan bir de o anlattı. Salondaki gibi coşkuyla şiiri de tekrar etti. Defalarca özür diledim. Ne surette olursa olsun vedalaşmadan ayrılmak büyük bir hatamdı, insanlara mahcup olmasına sebep olmuştum. Büyük insan, gönül insanı yine beni sevmeye devam etti, hiç gönül koymadı.

Alp'e ziyarete gittiğim bir gün, yokluğunda bana babasının çalışma odasını gezdirdi. Muzaffer Akgün, Ahmet Sezgin sayısız kasetten oluşan arşivden ilk gözüme çarpanlar. Grup Yorum, Grup Kızılırmak, Ruhi Su'nun tam serisi… Fark ettiğim anda üzerimden atmaya çalıştığım müzikteki önyargılarımın beni ne kadar çok şeyden mahrum ettiğini bir kez daha hissedip, bağnazlığa lanet ettim. Arif ağabeyin bu topraklarda üremiş her şeyin kayda değer tarafını görme iştahına bir kez daha saygı duydum. Anladım ki, altı, üstü, içi dolu olmayan bir konuda bu nedenle ahkâm kesmez; ozanlığın alameti farikası olan büyük meseleleri halk dilindeki basitlikle anlatmak yeteneğinin arkasında Allah vergisi yetenek, dava aşkı kadar, büyük, hem de çok büyük bir emek var. O şiirleri ürün olarak ortaya çıkaran imbiğin kazanı çok büyük, işleme kanalı çok hassas demek ki, ürün verimi üst düzey olduğuna göre…

Servet Somuncuoğlu için hatıra kitap çalışması yapılıyordu. Merhumun eşi Nevin Hanım çalışmanın başlamasına bizzat önayak olmuş, devamını getirip en mükemmel şekilde sonuçlandırma işini de bu sorumluluğu alabilecek yegâne kişi Yusuf Yılmaz Araç üstlenmişti. Arif ağabeyin katılımını istişare ettik. Ricada bulunma görevi bana verildi. Allah ondan razı olsun, çok kısa sürede bir metin gönderdi. Göndermeden önce arayıp telefonda okudu. Yaptığı her işi ihsan ile yapan büyük bir gönül insanı olduğuna bir kez daha şahit oldum. Haddimiz hiç olmadığı halde isimlerimizin aynı eserde, üstelik alfabetik talihle, alt alta yazılmış olması mutluluğunu yaşadık.

Vefatından dört beş ay önceki son konuşmamızda arayan oydu. Memleket meselelerinden mesleğimize tekabül eden kısımda yine iltifatkâr sözlerle mahcup ederek bazı sorular sordu, sohbet ettik.

Arif ağabeyi çok daha iyi tanıyan, onunla belki de anlatmakla bitiremeyecek kadar anısı olan binlerce insan varken, kendi küçük hatıramı nakletmemin, vefa duygumu kayda geçirmek dışında bir iddiası bulunmuyor. Heyhat, o günlerimi yâd edebileceğim bir fotoğraf da maalesef yok…

Cenab-ı Allah'tan ona gani gani rahmet diliyorum. Kalabalıktan görülemeyen tabutu önündeki gibi tekrar tüm benliğimle sesleniyorum: İyi bilirdik, tüm haklarım helal olsun…