Yaşadığımız çağ "insan hakları çağı" olarak ifade edilebilir. Gerçekten de bizden önceki nesillerin hayal edemeyeceği bir insan hakları anlayışına ve güvencesine sahibiz. "İnsan hakları" içinde yaşadığımız çağın temel meşruiyet kaynağı ve ekseni. Tüm siyasal, etik, felsefî ve sair tartışmalar bir şekilde insan haklarına temas ediyor. İnsan haklarının anlamı ve kapsamıysa hukukun tartışma konularından bir tanesini teşkil ediyor.

İnsan hakları tanımlanırken evvela bir insanın doğuştan ve salt insan olmakla birlikte kazandığı bir hak olarak ifade edilir. Her insan, insan olmakla bu haklara kendiliğinden sahiptir. Mefhum-u muhalifiyle (tersinden okumayla) bu haklar insana bir otorite tarafından bahşedilmiş değildir. Bu haklar evrenseldir ve tüm insanların istisnasız olarak (iyisiyle kötüsüyle, siyahıyla beyazıyla, suçlusuyla masumuyla, katiliyle maktulüyle) sahip oldukları haklardır. Yine bu haklar bölünemezdir ve bir bütündür. Dahası bu haklar vazgeçilemezdir de… Söz gelimi bir insanın kendi rızasıyla köle olması hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.

Böylesine kapsamlı, kuşatıcı, bir yönüyle de (vazgeçilemez olması yönüyle) katı ve emredici hak anlayışının içerisinde çelişkiler barındırması kaçınılmazdır. Gerçekten de insan hakları üzerine biraz çalışan her araştırmacı kimi insan haklarının sürekli bir şekilde karşı karşıya geldiğini görür. Bunlardan en bariz ve sürekli gündemde olanı özgürlük ve güvenlik çatışmasıdır. Bölünemez bir bütün olan, bir insan hakkının diğerinden üstün olmadığı ve vazgeçilemez olan insan hakları arasında özgürlük ve güvenlik çatışmasının üstesinden gelmek nasıl mümkün olacaktır? Bu sorun modern siyaset felsefesinin çözümü en zor problemidir.

Evde, işte, sosyal platformlarda sohbetlerimizin ilk konusu hiç kuşkusuz korona virüsü pandemisidir. Korona virüsü pandemisi bugün itibariyle Google'dan öğrendiğim rakamlara göre dünya genelinde 94.5 milyon insanın hastalanmasına, 2 milyondan fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Korona virüsü insandan insana solunum yoluyla bulaşan viral bir hastalık olarak ifade edilmektedir. Söz konusu virüsün bulaşma ortamları genellikle insanların sosyal aktivitelerde bulundukları ortamlardır. Bu sebeple de yaklaşık bir senedir devam eden bu süreç içerisinde dünyadaki hemen hemen tüm devletler tarafından sokağa çıkma yasakları, kamusal alanlarda maske takma zorunlulukları gibi tedbirler alınmaktadır. "Yasak" ve "zorunluluk" kavramları tabiatı itibariyle güvenliği çağrıştıran ve özgürlüğe karşı olan kavramlardır. Korona virüsü pandemisi bir "halk sağlığı problemi" olarak ele alınmış, kamusal menfaat için bireysel özgürlükler kısıtlanmıştır. Batılı demokrasilerde söz konusu kısıtlamalara karşı pek çok gösteri ve eylemler yapılmış, yasaklar eleştirilmiştir. Hangi tarafından haklı olduğu bu blog yazısının kapsamını aşacaktır. Ancak bizim konumuz açısından çatışmanın temelinde özgürlük ve güvenlik tartışmalarının olduğu bariz şekilde görülmektedir.

Yine salgının tüm hızıyla devam ettiği şu günlerde çeşitli aşıların üretilmesi ve aşılama çalışmalarının başlamış olmasıyla aşılamanın zorunlu tutulup tutulmayacağı tartışmaları gündeme gelmiştir. Şu an hükumetlerin genel yaklaşımı özgürlük lehine gözükmektedir. Buna karşılık bilim insanlarına göre aşıların etkinlik oranı ve aşılanan bireylerin toplam nüfus içerisindeki oranı salgınla mücadelenin başarıya ulaşması bakımından önemli görünmektedir. Aşılamaya istenilen oranda gönüllü olunmaması hâlinde salgının bitirilebilmesi için hükumetlerin nasıl bir yol izleyeceği meçhuldür. Böyle bir durumda aşılamanın zorunlu hâle gelmesi şimdiden tartışılan bir ihtimaldir. Zira salgınla bireysel mücadele yeterli olmamakta, sosyal yaşamın yeniden tesis edilebilmesi için toplumsal bağışıklılığın oluşması gerekmektedir. Görüldüğü gibi bir tarafta vücut dokunulmazlığı, özgürlük gibi şahsî haklar yer alırken, diğer tarafta pandeminin sona ermesi, diğer bireylerin sağlıklarının güven içinde olması gibi kamusal haklar yer almaktadır.

Özgürlüklerin bir başkasının haklarıyla mahdut olduğu şeklindeki klasik tanımlamanın işbu tartışma noktasında yetersiz kaldığı görülmektedir. Zira hak ve özgürlükler öylesine iç içe geçmiştir ki, alınan bir kararın herhalde bir grubun özgürlüklerine müdahale olması kaçınılmazdır. Her iki tarafın argümanları incelendiğinde; bir grup eski sağlıklı günlere geri dönebilmemiz için söz konusu pandeminin sona ermesi gerektiğini, daha da önemlisi milyonlarca insanın bu salgın sebebiyle sağlığını ve hatta hayatını kaybettiğini, bu sebeple salgının bir an önce son bulması için toplumsal bağışıklılığın oluşması gerektiğini, bunun için de aşılamanın yapılması gerektiğini savunmaktadır. Diğer bir grup ise aşılarla gerek aşılarla ilgili soru işaretlerinin yeterince cevaplamadığını gerekçe göstererek, gerekse farklı dayanaklarla kişinin bedenî üzerinde tek otoritenin kendisi olması gerektiğini, bu sebeple de aşılamanın zorunlu olamayacağını, toplumsal yarar için bireysel hakların hiçe sayılamayacağını savunmaktadır. O hâlde ilk grubun fikirlerinin kabul gördüğü bir konjonktürde, ikinci grubun vücut dokunulmazlıkları ihlâl edilecektir; aksi durumda ise pandemiyle mücadele başarılı olamayacak, insanlar ölmeye devam edecektir.

Her şeyden önce kişinin kendi bedeni üzerinde mutlak tasarrufu olduğu iddiası bugün hukuk düzeni tarafından kabul edilmiş sine qua non bir şart değildir. Kimi kamusal zorunluluklar sebebiyle kişinin vücut bütünlüğü cebren ihlâl edilebilmektedir. İnsan hakları açısından her ne kadar tartışmalı olsa da, söz gelimi babalığın tespiti için kan örneğinin alınması, uyuşturucu madde taşıdığı tespit edilen şüpheliden bu maddenin tıbbî müdahaleyle alınması gibi kimi istisnaî durumlarda hukuk düzeni vücut bütünlüğü hakkının özüne dokunulmamak ve kanunda belirtilen şartlara uygun olmak kaydıyla kısıtlanabileceğini düzenlemiştir. Buna karşın insanlar kendi bedenleri üzerinde bile bir tasarruf yetkisine sahip değillerse daha ne üzerinde hak iddia edebilirler? Üstelik insan haklarının eşit değerde olduğu, vazgeçilemez ve bir bütün olduğu şeklindeki temel insan hakları tanımıyla bu uygulamalar bağdaşır mı? Kamunun sağlığı, bireyin vücut üzerindeki hakkından daha mı üstündür, bunun meşruiyet kaynağı nedir? Toplum, sayısal olarak bireyden fazla olduğu için bireysel haklar hiçe sayılabilir mi? Peki ya bireyin hakları bahane edilerek kamunun sağlığı ve güvenliği tehlikeye atılabilir mi?

Her iki görüş de kendisine argüman bulmakta zorlanmamaktadır. Üstelik her iki görüşün de temel dayanağı insan haklarıdır. İnsan haklarıysa kendisinin bir bütün olduğunu, bölünemez ve vazgeçilemez olduğunu iddia etmektedir. Ancak ateş ve su gibi özgürlük ve güvenlik de bir diğerini buharlaştırmakta veya söndürmekte ancak bir arada bulunamamaktadır. Bu bir aradalık nasıl sağlanacaktır? Somut olay nezdinde iki temel insan hakkı arasındaki denge durumunu bulmak, her ikisinden de vazgeçmeden bir bütünlük içinde ele almak nasıl mümkün olacaktır? Önümüzdeki süreçte bu hukukî tartışmalara şahit olacağız ve kuşkusuz bu tartışmalardan sonra daha nitelikli bir insan hakları doktrinine sahip olacağız.


17.01.2021

Pirali Çağrı ŞENSOY