90'lı yılların sonuydu sanırım. Kırıkkale yıllarım. O yıllarda bir grup arkadaşla okula servisle gidip geliyorduk.

Erkenden yollara düşer, herkesten önce simit peynirimizle okula gelmiş olurduk.

Yardımcı personel olan arkadaşlarımız bizden de önce gelir, okulu açarlardı. Diyelim ki, Ayşe hanımla, Ahmet olsun adları. Çok severdim ikisini de. Çocukları ve işlerini severlerdi çünkü. İşini aşkla yapan herkesi çok takdir eder, ilişkim varsa çok da severim.

Sanırım Marten Luter King, diyor ki;

"Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Michelangelo'nun resim yaptığı, Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin."

Öylelerdi ikisi de. En çok da kendi aralarındaki sohbetlerine bayılırdım. Güzel günlerdi.

Okulumuzun bayağa ev mutfağı gibi kocaman bir mutfağı vardı. Erkenden gelir, çayı demlerlerdi. Mutfakta 10-15 dakika onlarla simit çay keyfi yapardık. O arada da sohbetlerine eşlik ederdik.

Bir gün bunlar yine sohbet ediyor, ama nedense ben mevzuya bir türlü giremiyorum. Bir olaydan bahsediyorlar. Çok karışık, çok fazla olay ve isim geçiyor.

"O dedi, bu dedi; yoo sen yanlış anlamışsın Ayşe abla, o öyle olmadı."

İkisi de olay ya da olaylar her neyse, hem içinde hem değil. Şahısları hem tanıyorlar, hem tanımıyorlar. Bir yandan da adı geçenler bana da tanıdık geliyor. Ama nereden?

Neyse, baktım olmayacak, ben işin içinden çıkamıyorum; adı en çok geçeni sorayım belki anlarım diye düşündüm.

"Ahmet, Gaye kim?" dedim.

Ahmet bana şöyle bir baktı, sanki "Türkan Şoray kim" diye sormuşum gibi...Gözlerinde bir "Nasıl tanımazsın!" ifadesi...

"Hocam, sen ki Gaye'yi tanımıyorsun, ben sana nasıl anlatayım?" dedi.

Ayşe hanıma baktım, "Siz neden bahsediyorsunuz?" dedim.

Gülerek:

"BBG evinde dün gece olanları konuşuyoruz hocam." dedi.

"Hımmm!" diyebildim.

...

İşte öyle, o yıllarda başladı, Mustafa Kemal Atatürk'ün on yılda yarattığı 15 milyon gencin sosyokültürel çöküşü...

Ayşe hanım ve Ahmet'in özelinden genele gelirsek; kitap okumayan, sinemaya gitmeyen, tiyatroyla hiç tanışmamış bir topluma televizyonlarda ne yayınlarsanız, kültür seviyesi onunla eş değer olur.

Televizyonların Amerika'da bile yaygın olmadığı 1930'lu yıllarda, daha yeniyken adına "aptal kutusu" demişler.

Bir tür uyuşturucu, dozu giderek artırılan.

BBG'ler, şekil değiştirerek her geçen yıl yenisi yeni kanallara eklendi, çığ gibi büyüdü. Her konuya el attılar. Gazetelerin "rümuz goncagülleri" açıkça her yaşta insan pazarına dönüştü. "Siz bir çay için." Cümlesi, çaydan nefret ettirdi. 

Adına yarış dediler, genci çocuğu her yaşı araç olarak kullandılar. Sunucusu, yapımcısı birileri inanılmaz paralar kazandılar. 

Sonra ünlü olduğunu sanan o çocuklar, gençler kaybolup gittiler.

Bu arada da kumpasların, balyozların sonucunda ne sönen ocaklardan, ne evlere düşen ateşten çoğu zaman kimsenin haberi olmadı. İşlerine nasıl geldiyse artık...

Şimdilerde ise çıta iyice yükselmiş, ahlak sükut etmiş dedirtecek boyuta gelmiş. Kimin eli kimin cebinde belli değil.

Adına aile denen kurumun bireyleri önce tek tek, sonra hep birlikte ekrana çıkıyorlar. Yaşadıkları sefil hayatı utanmadan, yüzleri kızarmadan milyonlarca insanın önünde paçoz paçoz programlarda anlatıyorlar. Neden oradalar, beklentiler ne, o da ayrı bir mevzu.

Eşini komşusuyla aldatanlar mı dersiniz, babasının kim olduğu belli olmayan çocuklar mı dersiniz! Benim burada dile getiremeyeceğim daha neler neler...Ahlak sükut etmiş.

Bütün ahlaki ve vicdan değerlerini yerle bir etmiş bir başkası, adını vermeyen bir izleyici olarak televizyonlarda para karşılığında ahlaki fetva veren hocalara yaptıklarının günah olup olmadığını soruyor. Bu dünyada yaşadığı çirkeften rahatsız olmamış, utanmamış, vicdanı sızlamamış, ama öte alemde cehennemde yanmaktan korkuyor. O kadar da egoist... Edep ya hu!

Felsefede euthyphron ikilemi diye teolojik bir problem vardır. "Ahlaki davranışlar tanrı tarafından emredildiği için mi ahlakidir, yoksa ahlaki olduğu için mi tanrı tarafından emredilmiştir?"

Ne dersiniz?