Böğürtlen topladığımız, sonra dağ çileklerini fındık yapraklarına sarıp yediğimiz günler gelir aklıma sayın Sürmene'den başlayıp Of'un kıyı kesiminden devam edip Hayrat'ın(Trabzon'un güneyde kalan ilçesi) dağ doruklarına uzandığımız günler. Artık her şeye "sayın" der oldum bugünlerde. Sayın orman, ağaç; il, ilçe, köy, belde falan. Sayın diyerek isimleri, yerleri anar oldum. Sayın gökyüzü, yeryüzü, deniz, kum, kıyı, dere, tepe... 

Aklıma geldikçe hiçbir engel tanımadan alabildiğine uzanabildiğim maviyi hatırlarım. Göğün dağın tepeleriyle buluştuğu, akşam saatlerinde mordan bordoya döner gibi olduğu vakitleri içim büyüyerek anarım. Yemyeşil bir bölgenin içinde yer yer kısmen yer yer de resmen renklenen devasa bordolu mavili safkan bir gerçeklik gelir otururdu dizlerimin üstüne. İşte, tam da burada sevince, coşkuya ve umuda kucak açardı renkler, aslında Türklüğün kadim dokusuyla mayalanan memleketim, ben zamirine denk düşen gerçek öznelerim; benim toprağım renklerim, köyüm, ilçem ve ilçemin renkleri. Kusursuz bir takım gibiydik her biriyle. Dağlar, köyler, ilçeler, yeşil örtüler, ormanlar ve ben. Baştan sona bordo mavi...

Yıllar geçti aradan. Geçer tabii, yılların işi geçmek değil mi? Yıllar inatla geçti, tıpkı Trabzonspor'un, daha çok Karadenizlinin inadı gibi. Beynim derin bir sorgunun içinde mevsimleri, iklimleri, kültürleri, kimlikleri sorgularken hatta Tanrısal iklimin yöre insanı üzerindeki etkisini deneyimlerken yeğin bir araştırmanın içine girdi. Kim diye sordu sayın beynim. Doğduğum bölgeyi, bölgemin takımını; ağaçlarına tırmandığım ormanlarını kim iyi anlatır, kimden daha açık, daha saydam okurum diye baktım, inceledim; ama büsbütün bulamadım. Bulur gibi olduysam da hep bazı şeyler eksik kaldı. Trabzon'u, Trabzonspor'u spor camiasından, futbolla uğraşan birisinden değil de edebiyatla uğraşan bir yazardan, bir çizerden okumak istedim; lâkin tamamıyla olmadı, elde ettiğim kaynaklar kâfi gelmedi. Taraflı olmayı değil, tarafsız olmayı aradım sayfaların arasında; daha önce söylediğim gibi: ama olmadı. 

Kitaplar, resimler, çizgiler, tuvaller, fırçalar; dönüp dolaşıp başa sardıkça fiiller, yüklemler, sıralı bağlı cümleler, etken, edilgen yapılar kısır bir döngünün çeperinde sıkışıp kaldı. Bu şehir, bu köy, bu dağ, bu dere, bu tepe ve bu bayrak: bordo-mavi, nasıl da kalemin, çizginin, dizginin, fırçanın arasında kendini gösteremedi. Bir çocuk, dağlardan şehirlere uzanan yalçın ve buruk arazinin böğründe kentinin takımını kendine yaraşır bir bilgiyle hangi yazarı ve çizerinden öğrenecekti? Sordu, içine içine dalıverdi düşüncelerin, ilmek ilmek çözülsün istedi buğulu yapıların camından düğümler; ama olmadı, layıkıyla öğrenemedi. Belki müzikte vardır bu kültür, diyerek o yörenin ses sanatçılarına baktı. Bozuk şivenin, sığ tümcelerin vücut bulduğu Volkan Konak ve İsmail Türüt'te de aradığı cevabı bulamadı. Bir şehrin ses sanatçıları yetersiz kaldı 50 yıllık takımlarını anlatmaya. Tekrar başa sardı filmini, yeniden kitaplarına eğildi. Belki Sunay Akın'ın üslubu ve içeriğindedir şehrimin takımını anlatacak sanat gücü diyerek tüm eserlerini okuduğum Sunay Akın'da da bulamadım yeterli bilgiyi yahut benim tabirime göre yetkin cevabı. Belki yöremizin agresif, agresif olduğu kadar yorgun kalemi, 70'lerde Dev-Solcu, seksenlerde Ülkücü, doksanlarda antikomünist, iki binli yılların başında hümanist, iki bin onlu yıllardan beri yarı dindar, yarı hümanist, yarı Türkçü görünümlü(nasıl oluyorsa hepsini başaran) Nihat Genç'tedir diyerek Nihat Genç'in de tüm eserlerini alıp okudum. Yalan yok, edebi nitelikli yazılarında, örneğin kasap ve katil Sırpların Bosna'ya yaptığı zulme duyarsız kalmayan yönü ile küçük bir çocuğun ölümünü, tabutunu anlatan "Nihada" isimli öyküsüne gizli gizli ağladım ve diğer birkaç öyküsünde de benzer şekilde ağladığım Nihat Genç'in eserlerinde de bulamadım aradığım cevabı. Zaman zaman bir iki öyküsünde Trabzon'u, Trabzonspor'u anlatan Nihat Genç'in vermeye çalıştığı sosyolojik, siyasi mesaj ya yarım kalmıştır ya da yazmanın hevesiyle anlamsız bir sona evrilmiştir. Bir bölgenin, ilin, coğrafyanın yazarları, çizerleri, ses sanatçıları bir nevi hümanist tutkuları yüzünden yazılarında, sözlerinde Hrant Dink'i anlattığı, Hrant Dink'e ağladığı kadar kendi yöresinin takımına ağlamadı, kendi yöresinin takımının onca yıl kıl payı kaybettiği şampiyonluklarına gözyaşı dökmedi. Hrant Dink'in katillerini aradıkları, Hrant Dink'in cansız bedenini sorguladıkları kadar kendi yöresinin sıkıntılarına eğilmedi, insanının dertlerini, futbolunun kaybını, hüznünü, acısını anlatmadılar. Nazım Hikmet'e düzdükleri methiyelerin çeyreğini kendi takımlarına düzmeyen yazarı, çizeri, ses sanatçısıyla halkına, halkının gencine anlatılmayan, esere, sanata konu edilmeyen, edilse de edebi gücü olmayan, şikayeti varsa da kime, neye söylediği belli olmayan kalemlerin pasifliğine terk edilen bir Trabzon ve Trabzonspor tam 38 yıl sonra şampiyon oldu. Hrant Dink'in tabutunu yazılarında, ekranlarında omuzlayan Trabzonlu hümanist yazar ve ses sanatçıları, Trabzonspor'un taraftarından istediği, " Mutluluğuna Kurşun Sıkma" kampanyası adına tek kelime etmedi. Kurşun sıkılmasın, insanlar, canlar ölmesin demeyi kendi yöresine sıra geldiğinde söylemeyenler, Nazım'ın şiirlerinde insan kesildi, vatan hasretiyle dolup taştı. Hrant Dink'le ölen, kalkan, dirilen, tekrar ölen Trabzonlu hümanist yazarlar kendi takımlarının yıllar sonra gelen sevincine silah sesleri, kurşun karışmasın diye tek satır yazı yazmadı...

Onların yazmadıklarını, dile getirip altını çizmediklerini ben söylerim gayri, ben bu sevdanın aşkını elimden geldiğince kurşundan, ölümden uzak tümceler eşliğinde duyururum:

Her şeyden önce 38 yıl oldu sevgili Trabzonspor ve Trabzon. Büyük bir özlem mevcut ve bu özlemi kucak dolusu ümitlerle bekleyen koca taraftar grupları, sevdalı yüreklerin coşkusu... Bu yüreklere yakışan nitelikli duruş ki silahların patlamadığı, yoğun gürültülerin yaşanmadığı, galiz küfürlerin dillere pelesenk olmadığı doygun bir sevinci çağırmaktır.

Marmara'nın bazı bölgelerinde bir avuç orman ya da ağaç kalmışken şöhret, para budalası zıpırlarca kutlanılan şatafatlı doğum günlerinde dahi patlatılan havai fişeklerle kısa süreli de olsa hayatın olağan akışına edilen müdahale yabana atılacak gibi değildir... Hiçbir şeyi düşünmüyorsan yuvasını cılız bir ağacın gövdesine kuran kuşları düşün. Nice kuş türü bu devasa havai fişek sesinden olumsuz etkilenmektedir. Sorumluluğu ve inceliği insan olarak sen üstlen, doğanın ve kuşların ve daha nice canlı türünün dostu sen ol...

"Ne var ki başta Marmara olmak üzere ülkemizin birçok yerinde kendini bilmez zıpırların attığı havai fişeklerle temelde gürültü kirliliği oluşmaktadır. Bu sebeple aşırı gürültüye yeltenme, aşırı gürültü çıkartarak hem insanları rahatsız etme hem kuşları!" dedik mi yıllar önce? Dedik. Hatta her patlayan havai fişek nedeniyle duyulan rahatsızlığın hemen ardından söyledik mi bunları? Söyledik, belli ki faydası olmadı. Duyulmadı sesimiz. Şimdi sen, ey Trabzon, Marmara'daki, Ege'deki, esasında yedi bölgedeki Trabzonlular, ayrıyeten Trabzonlu olmayıp Trabzonspor'u tutan insanlar; silaha, havai fişeğe ve bu türlere özgü nicesine yönelme, aşırı gürültü çıkartarak kuşları incitme!

38 yıl sonra gelmesi beklenen ve gelen şampiyonluğa yakışacak pozisyon; hiç kimseye ve hiçbir şeye rahatsızlık vermeden bordo-mavi aşkının âdeta bir bayrak misali göklerde ve gönüllerde muazzam bir neşeyle dalgalanmasıdır.

Dipnot: 38 yıl sonra geldi şampiyonluk. Olumsuz bir havaya şahit olmadık. Bundan böyle de aynı havayı koruyup yola devam etmenizi istirham ediyoruz. 

Böğürtlenler şahit, dağ çilekleri şahit, 38 yıl sonra şampiyon olduk, yani biz, yani bordo-mavi. Böğürtlenler, dağ çilekleri, köyleri, yaylalar, ovalar ve Karadeniz ve yedi bölgem şahit; önce kendime, sonra şehrime söz veriyor, asla "Mutluluğa Kurşun Sıkma"yacağım diyorum.

Engin Yeşilyurt
3 Mayıs 2022