​İBB seçimlerini kaybeden iktidar partisinin geri dönebilmek için her yolu denediğini görüyoruz. İktidarın, İstanbul Boğazı'nın kontrolünü İBB'den alıp Cumhurbaşkanlığına bağlı bir yapıya devredeceği haberi, aklıma Sevr ve Lozan'daki Boğazlar Komisyonu maddelerini getirdi...

Herkes meselenin arsa, bina, rant boyutuna odaklanmışken, ben tarihi boğazlar sorunumuzu ve günümüz siyasetiyle ilişkisini farklı bir açıdan irdelemek istedim...

***

Boğazlar meselesi özetle İstanbul ve Çanakkale boğazlarından ticaret ve savaş gemilerinin Türkiye'nin kontrolü ve müdahalesi olmaksızın elini kolunu sallaya sallaya geçebilme meselesidir. İstanbul'un fethiyle beraber tamamen Türk hâkimiyetine giren boğazlar, Osmanlı döneminden beri, çevre ülkeler ve coğrafyamızda emperyal hayalleri olan devletlerle dış politikamızda hep gündem olmuş ve ülkemiz askeri ve ekonomik yönden güçlü olduğu dönemlerde bizim sözümüz geçmiş zayıf dönemlerimizde ise güçlü ülkelerin dediği olmuştur.

Deniz taşımacılığı, günümüzde ulaşım yöntemlerinden en etkili ve ucuzu olması sebebiyle denize kıyısı olan ülkelerin ticari çıkarları için çok önemlidir. Tarih boyunca en zengin, en gelişmiş kentlerin liman kentleri olduğu bilinir.

İstanbul ve Çanakkale boğazları da, Karadeniz ve Akdeniz gibi etrafında onlarca ülke bulunan iki işlek denizi birbirine bağlayan tek suyoludur. Günümüzde Karadeniz'e komşu olan ülkeleri dünya piyasalarına bağlayan ana ticaret güzergâhıdır. Suriyeli mülteciler konusunda da görüleceği üzere, Avrupa ve Asya gibi iki önemli kıtayı gerektiğinde birbirine bağlayan, gerektiğinde ayıran noktadır. Haliyle ticari ve askeri açıdan çok stratejik bir yerdir.

***

Boğazların yönetimi ve denetimi konusu, Osmanlı Devleti'nin yenik çıktığı Birinci Dünya Savaşı sonrası tekrar gündeme gelmiş ve Osmanlı topraklarının paylaşılması amacıyla 19-26 Nisan 1920 tarihleri arasında İtalya'nın San Remo şehrinde toplanan milletler konferansında alınan kararların neticesi olan sözde "Sevr Barış Antlaşması"nda yer almıştır.

Sözde "Sevr Barış Antlaşması", Damat Ferit'in de onayıyla Osmanlı Devleti adına Maarif Nazırı Hadi Paşa'nın başkanlık yaptığı heyet tarafından, Paris'in Sevr banliyösünde bulunan bir seramik fabrikasında 10 Ağustos 1920 yılında imzalanmıştır.

Kısaca özetlemek gerekirse Sevr Barış Antlaşması'na göre:

"1- İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalmaya devam edecek. Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü yerler İstanbul ve çevresinden oluşan küçük bir toprak parçası olacak(Sevr'in meşhur haritasını hatırlayınız). Eğer Osmanlı Devleti, İtilaf güçlerinin belirlediği şartlara uymazsa İstanbul'da ellerinden alınacak.

2-Osmanlı Devleti İzmir'deki egemenlik haklarını Yunanistan'a bırakacak ve kalelerden sadece birinde sembolik anlamda bir Türk bayrağı dalgalanacak. Batı Anadolu ve Doğu Trakya Yunanlılara verilecek. Ege Adaları Yunanistan'a bırakılacak, Rodos ve 12 Ada İtalya'ya verilecek. İzmir bölgesi dışındaki Batı Anadolu, İtalya'ya ait nüfus bölgesi olacak.

3- Doğu Anadolu'da bir Ermeni Devleti ve güneyinde Kürdistan Devleti kurulacak. Kürtler, Doğu Anadolu'da bağımsız bir devlet kurmak isterlerse ve bu istek Cemiyet-i Akvam(Milletler Cemiyeti) tarafından kabul edilirse, Osmanlılar bu duruma itiraz etmeyecek.

4- Osmanlılar, Mısır üzerindeki bütün haklarından vazgeçecek, Filistin, Irak ve Suriye için alınan kararlara uyacak. Irak, Musul ve Arabistan İngiltere'ye verilecek. Şam ve çevresi, Mardin, Antep ve Urfa Fransa'ya verilecek ve Sivas'ın kuzeyine kadar olan bölgede Fransız nüfusu yer alacak. Hicaz bağımsız bir devlet olacak.

5-Osmanlı Devleti'nin mali durumu ve bütçesi İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan komisyon ile Düyun-u Umumiye İdaresi tarafından yönetilecek. Bu komisyonda Osmanlı üyeleri sadece danışman olarak yer alacak. Osmanlı, mâli bakımdan zor durumda olduğu için savaş tazminatı vermeyecek ve borçları silinecek.

7-Kapitülasyonlar; İngiliz, Japon, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir komisyonun düzenlemesiyle genişletilerek yeniden gündeme gelecek ve bütün azınlıklar bu ayrıcalıklardan yararlanabilecek. Ayrıca azınlıklara geniş haklar verilecek ve askerlik yapmayacaklar. Azınlıklar sınırlarımız içinde okul ve dini kurumları açabilecekler. Osmanlı'nın bu konuda yaptığı uygulamalar ise denetlenebilecek.

8-Osmanlı Devleti'nde zorunlu askerlik kaldırılacak ve askeri gücü 50.700'ü geçmeyecek. Ayrıca orduda ağır silahlar ve uçaklar kesinlikle bulunmayacak ve donanması İtilaf Devletleri'nin kontrolü altında olacak. Deniz Kuvvetleri'nde 13'ten fazla savaş gemisi bulunmayacak.

9-Boğazlar, bütün ülkelerin gemilerine savaş zamanlarında dahi açık bulundurulacak ayrıca söz konusu boğazlar on ülkeden oluşan bir Avrupa Komisyonu tarafından yönetilecek ve bu komisyonda Türk üye bulunmayacak."

Tamamı, çeşitli başlıklar altında toplam 433 maddeden oluşan ve tarihe "Sevr Barış Antlaşması" olarak geçen ve aslında ölüm fermanımız olan bu sözleşmeyi kendimce kısa bir şekilde özetlemeye çalıştım. Konumuz "Boğazlar meselesi" olduğu için en sona bu maddeyi koydum(Emeğe saygı: Sözde Sevr Barış Antlaşması maddeleri için kaynak olarak faydalandığım https://antlasmalar.com/sevr-antlasmasi-maddeleri/'ne teşekkürler).

Sevr'in yukarıda özetlemeye çalıştığım maddelerinden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı Devleti'nin,hukuki varlığı sadece kâğıt üzerinde kalmış ve İtilaf Devletleri'nin sömürgesi haline gelmiştir. Devletin ordusu, ekonomisi, ticareti, vatandaşlarının eğitimi kısaca nefes alışımız bile tamamen yabancıların denetimi altına girmiştir.

İşte aslında ölüm fermanımız olan ve Damat Ferit hükümeti tarafından kabul edilen Sevr'in resmi olarak yürürlüğe girmesi için, Meclis-i Mebusan'da görüşülmesi ve imza için Padişah Vahdettin'e gönderilmesi gerekiyordu. Fakat tam antlaşmanın imzalandığı dönemde Meclis-i Mebusan kapalı olduğu için üzerinde meclis görüşmesi yapılmamış ve haliyle Padişah Vahdettin tarafından da imzalanmamıştır(Buradan hareketle Vahdettin ve hıyanet konusunu objektif olarak inceleyip aydınlığa kavuşturmak gerek).

***

İstanbul'da bunlar yaşanırken, Ankara'dan Türkiye Büyük Millet Meclisi(TBMM)'nden de antlaşmaya ve imzacı Osmanlı hükümetine karşıtı sert bir reddiye yükseliyordu.

Kısaca toparlamak gerekirse, sözde "Sevr Barış Antlaşması", Osmanlı Padişahı tarafından imzalanmadığı ve Mustafa Kemal ve Arkadaşları tarafından Ankara'da kurulmuş olan TBMM tarafından da kesinlikle reddedildiği için hukuken geçersiz sayılmıştır.

Şahsi kanaatimce sözde Sevr Barış Antlaşması'nın uygulamaya konulamaması için Osmanlı meclisinin kapalı oluşu ve metnin Vahdettin'e gönderilmemesi ile aynı zamanda TBMM'nin şiddetle karşı çıkıp İstanbul hükümetini tanımadığını ve imzacı heyetin vatan haini olduğunu ilan etmesi bilinçli ve çok başarılı bir operasyondur. Yani Vahdettin imzalamak zorunda kalsa bile, TBMM bu imzayı ve İstanbul hükümetini yok hükmünde saydığı için yine kadük kalacaktı. Tabi burada itilaf devletlerinin paylaşımdaki menfaat çatışmalarının etkisini de yadsımamak lazım.

Gerçi biz tanımadık, hukuken yok saydık, yırtıp çöpe attık fakat Sevr'deki birçok madde dost, kardeş, ümmet dediklerimizin ihanetleri sayesinde maalesef gerçekleşti. Kalan maddeleri de yedi düvel, o günden bu güne hiç ara vermeden ve çeşitli metotlar uygulayarak adım adım hayata geçirmeye çalışıyor. Bunlardan birisi de İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının Türklerden alınması meselesidir.

***

Lozan Ve Boğazlar Komisyonu:

İtilaf devletleri, Sevr'de başaramadıkları Boğazlar komisyonunu Lozan'da küçük bir fark ile kabul ettirmişlerdi. Sevr'e göre yönetiminde hiç Türk bulunmayan "Boğazlar Komisyonu"nda Lozan'a göre başkan Türk olacaktı. Bu, içinde bulunulan siyasi, askeri ve ekonomik şartlar bakımından incelendiğinde iki taraf için de kazanımdı. İtilaf devletleri Sevr'de uygulayamadıkları Boğazların denetimi konusunu hayata geçirirken, Türk tarafı da Sevr'de yanından bile geçemedikleri boğazların yönetim komisyonuna Lozan'da başkan olmuşlardı.

Yazının çok daha fazla uzayıp okunurluğunu yitirmemesi için Lozan'ın diğer maddelerine girmeyeceğim. Fakat bilinmesini isterim ki, "Lozan Barış Antlaşması" bütün eksikliğine, kusurlarına rağmen ve özellikle Damat Ferit Hükümeti'nin kabul ettiği ölüm fermanımız olan Sevr ile kıyaslayıp içinde bulunduğumuz şartları düşündüğümüzde cennet bahçesidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş senedi, dünya tarafından resmî olarak tanınma iradesidir. Lozan her şeye rağmen, Boğazımızı "Boğazlar Komisyonu" ile sıkmaya çalışan emperyalistlerin kanlı ellerinin, Anadolu coğrafyasında kurutmak üzere olduğu Türklük çınarına can suyudur.

Atatürk'ün Yunan mezalimini dünya kamuoyuna göstermek için özellikle İzmir'de toplanmasını istediği fakat itilaf devletlerinin kabul etmemesi üzerine İsviçre'nin Lozan kentinde, 23 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan "Lozan Barış Antlaşması"nın boğazlar ile ilgili maddesine göre İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından geçişi denetlemek üzere Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile bir komisyon oluşturuldu.

Sözleşmenin 10. maddesine göre İstanbul'da bir Türk temsilcisinin başkanlığında, imzacı devletlerin temsilcilerinden kurulacak olan "Boğazlar Komisyonu", yetkilerini İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının suları üzerinde kullanacaktı.

ABD ve Karadeniz'e kıyısı olup sözleşmeye katılan diğer bağımsız devletler de komisyonda birer üye bulundurabilecekti.14. maddeye göre komisyon, savaş gemilerinin ve askeri uçakların geçişiyle ilgili hükümlere uyulup uyulmadığını denetleyecekti. Bu görevini Milletler Cemiyeti(şimdiki BM)'nin şemsiyesi altında yapacak ve her yıl Milletler Cemiyeti(Birleşmiş Milletler)'ne rapor verecekti. Komisyon ayrıca ticaret gemilerinin seyrüseferleriyle ilgili bütün bilgileri de kayıt altına alarak Milletler Cemiyetine sunacaktı.

Zaman içinde değişen dünya dengeleri, Rusya'nın Akdeniz'e yerleşme çalışmaları Batılı ülkeler ve ABD'nin işine gelmediği için millî bir politika izleyen Türkiye'ye iyi bir fırsat sundu. Türkiye'nin talebiyle gerçekleştirilen "Montrö Boğazlar Sözleşmesi" sayesinde bu komisyon ortadan kaldırılmış ve Boğazlar tamamen Türkiye Cumhuriyeti'nin hükümranlığına girerek günümüze kadar gelmiştir.

Hatay'ın anavatana katılması da, boğazlar meselesi gibi dönemin siyasi dengelerini lehimize kullanarak başarılmış büyük ve millî bir operasyondur.

***

Ve aradan yıllar geçti…

Soğuk savaşın bitip iki kutuplu dünyanın çökmesiyle Rusya ve Varşova paktının yerine yeni bir düşman ihtiyacı doğan AB/D ülkeleri, Enerji kaynaklarına, stratejik ulaşım yollarına ve ticarete hükmedebilmek için yeniden İslam ve özelikle Türkiye/Türkistan coğrafyasına göz dikmiştir.

ABD, boğazları geçip Karadeniz'i kontrol ederek Rusya'yı güneyden ablukaya alıp oradan Türkistan coğrafyasına sızarak Çin'i de tecrit etmek istiyor. Rusya, Ortadoğu coğrafyasında varlığını pekiştirmek ABD ve müttefiklerinin jandarma rolüne daha fazla ortak olmak istiyor. Çin, Türkiye dâhil bütün batıyı pazar haline getirip çekirge sürüsü gibi mal ve hizmet satmak istiyor.

Metotları farklı farklı olsa da, bütün emperyallerin amacı boğazlarımızı kendi kontrolleri altına alarak, coğrafyamızda daha fazla nüfuz sahibi olmak, enerji koridoruna yani Avrupa'nın hayat damarlarına hâkim olmak, bölgemizin yer altı ve yer üstü kaynaklarını daha çok sömürmek, bölge insanını kendilerine bağımlı kılmaktır. Bunun için de mesele, dünyanın bu en önemli coğrafyasında bulunan Türkiye'nin boğazlarında düğümleniyor. Kirli eller her fırsatta boğazımıza sarılmak için arkamızı kolluyor.

Buraya kadar anlattıklarım dünya siyaseti ve devletle arasındaki güç ve hükümranlık mücadelesi ile ilgiliydi.

***

Günümüze ve iç siyasetimize gelirsek, kendini yenilmez armada olarak gören AKP'nin dengeleri, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığını(İBB) 14.000 oy farkla kaybetmesiyle bozuldu. Onlar için İstanbul'u kaybetmek, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan'ın tabiriyle Türkiye'yi kaybetmekti. Bu doğruydu, çünkü kendilerini iktidara taşıyan ve on yedi senedir orada tutan süreç 1994 yılında İBB'nin alınmasıyla başlamıştı.

Her yaptığı icraat, doğru-yanlış denmeden ve sadece CHP karşıtlığı üzerinden kutsanarak kabul edilen AKP erki, 31 Mart 2019'da Ankara'yı kaybetmesi yetmiyor gibi İstanbul'u da kaybedince akıl tutulması yaşayıp İstanbul seçimini iptal ettirdi. Bütün siyasi besini, genelde CHP'ye, özelde ise Atatürk'e sövmek olan AKP kadrolarının akıl almaz iftira ve iddiaları eşliğinde 23 Haziran 2019 tarihinde yenilenen İBB seçiminde bu kez 806.456 oy farkla kaybettiler. Pervasızca kullandıkları kamu imkânlarına rağmen halk doğru bir karar verdi ve siyasette kavga değil, hizmet istediğini söyledi.

Fakat AKP bunu anlamıyor, anlayamıyor, anlamak istemiyor…

İstanbul'da yapılan iki seçimi de kaybettiler fakat bundan ders çıkarıp halkın artık nasıl bir davranış istediğini özümseyerek gelecek seçimlere hazırlanmak yerine, yapılan seçimi iki kere ve ezici bir üstünlükle kazanmış olan İBB başkanını çalıştırmamak için her engeli çıkartıyorlar.

Farkındalar mı bilmiyorum fakat İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nu frenlemek için yaptıkları her hareket onu daha da büyütüyor, oylarını çoğaltıyor. AKP, ya muvazenesini kaybetti ne yaptığını bilmiyor ya da İmamoğlu'nu daha yukarı taşımak için bilinçli olarak böyle davranıyor.

Her fırsatta İstanbul'u aşkı olarak gördüğünü söyleyen AKP yönetimi, maalesef boşandığı karısını başkasına yar etmemek için bıçaklayan kötü koca misali, bugün İstanbul'a yarın ise Türkiye'ye zararı dokunabilecek kararlar alıyor.

Bunlardan birisi de İstanbul Boğazı'ndaki yetkilerin İBB'den alınarak saraya yani Cumhurbaşkanına bağlanması.

***

Hazırlanan kanun taslağına göre İstanbul Boğazı ile ilgili planlama, izin ve denetim yetkileri İBB'den alınarak Sayın Erdoğan tarafından oluşturulacak kurullara verilecek.

İddialara göre bunun için kurulacak olan ve başkan ile yardımcıları Cumhurbaşkanı tarafından atanacak olan "Boğaziçi Başkanlığı", Boğaz'daki uygulamaların gerçekleştirilmesi ve denetimi konusunda tam yetkili olacak, ilçe belediyelerince yerine getirilmeyen konulara da doğrudan müdahale edebilecek. İBB'ye ait olan bölgedeki yapıların denetimi yetkisi de Boğaziçi başkanlığı ile ilçe belediyelerine bırakılıyor.

İBB'nin boğazdaki yetkilerinin Cumhurbaşkanına bağlı olacağı söylenen, "Boğaziçi Başkanlığı" adlı yapıya devredilmesi AKP'liler ve kronik CHP muhalifleri tarafından normal görebilir. Hatta havuz medyasının yanlı haberleriyle CHP'ye karşı verilen "beka" mücadelesinin önemli bir adımıymış gibi gösterilerek alkışlanabilir.

Fakat meselelere kız tavlası oyuncusu aklıyla değil satranç oyuncusu mantığı ile bakmak gerekir.

Bence bu çok yanlış ve ileri vadede ülkemize çok zarar verebilecek bir uygulama olup derhal vazgeçilmelidir. Ankara hatasından dönmeli, İstanbul'un seçilmiş belediye başkanı ile kavga etmek yerine koordineli çalışmayı ve bölmeden, ayırmadan herkese adil hizmet vermeyi öncelemelidir.

Çünkü bugünün "Boğaziçi Başkanlığı"nın yarın Sevr'deki "Boğazlar Komisyonu"na dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez.

Sayın Cumhurbaşkanımızın İstanbul aşkı ve vatan sevgisinden şüphemiz yok. Ancak yarınların neler getireceği bilinmez, mevcut seçim sistemi sayesinde adamın birisinin çıkıp batılılara Sevr'in "Boğazlar Komisyonu" maddesini uygulama sözü vererek iktidara gelmesi muhtemeldir. Bütün yetkileri tek adam olarak elinde toplayacak olan o şahsın, kendine iktidar yolunu açan AB/D'li dostlarına jest olsun diye yabancı üye atamayacağının garantisi yok. Hatta oturduğu koltuktan kaldırılma şantajı veya ekonomik ambargo, döviz kuru tehdidiyle zaman içinde bütün üyeleri yabancı yapmayacağının garantisi yok. Kahpeliği meslek edinmişler için itiraz edenlere satılık medya vasıtasıyla, "üyeler yabancı fakat başkan bizden, kararı biz veriyoruz" deyip susturmak ve halkı uyutmak da zor olmaz. Alın size Lozan'daki başkanı Türk, üyeleri yabancı "Boğazlar Komisyonu".

Bir süre sonra başka birisi çıkıp başkanı da müttefiklerimizin(!) isteği doğrultusunda yabancı olarak atayacağı sözünü verip saraya çöreklenebilir. Bir başkası çıkıp Boğaz sınırlarını Çanakkale ile birleştirerek büyüteceği sözünü verdiği için getirilir başımıza. Sonra bir gün bakmışsınız ne Türk başkan kalmış ne de Türk üye. Ne İstanbul kalmış, ne de Çanakkale. Alın size Sevr'de dayatılan İstanbul ve Çanakkale boğazlarının elimizden alınıp yanından geçmemizin bile yasaklandığı, "Boğazlar Komisyonu"...

***

Bu saydıklarım elbette akşamdan sabaha gerçekleşecek bir hadise değildir. Belki biz görmeyiz fakat evlatlarımızın boğazını çok sıkacakları aşikâr.

Allah muhafaza böyle bir felaket gerçekleşirse bu komisyonun yönetim merkezinin ABD'nin İstinye sırtlarına yaptığı ve bütün Boğazı kontrol eden İstanbul Başkonsolosluğu olacağını unutmayın.

Yani bize yedirmezler…

***

Olmaz demeyin, bu milletin tarihinde ne olmazlar olmuş bilseniz. Çünkü biz cephede kazandığımızı beceriksiz ve kendi menfaatini devletin-milletin menfaatinin üstünde gören yöneticilerimizin masada vermesiyle ünlü bir milletiz. Yedi düvel, yüzyıldır içinde Türk olmayan boğazlar ve kendi denetiminde bir, "Boğazlar Komisyonu" için bekliyor; bir yirmi veya elli yıl daha beklemek onlar için uzun değildir.

Ayrıca ne malum, "Edirne'yi Enver alacağına Bulgar alsın" diyen alçakların torunlarının "İstanbul Türklerde kalacağına Yunan alsın" demeyeceği…

Ne malum, bir veya iki seçim sonra bu milletin yeni bir Damat Ferit seçmeyeceği!

***

Ey iktidar!

Bizden olmayan belediye başkanının yetkilerini kırpıp çalışmasını engelleyerek İBB'yi geri alacağız derken İstanbul'u komple kaybedeceğimiz bir kumara girmeyelim. İstanbul'u kaybetmenin Türkiye'yi kaybetmek olduğunu en iyi sizler biliyorsunuz. Böyle bir kaybetme, belediye başkanlığı kaybetmeye benzemez...

Gelin boğazlarımızı iç siyasetimize ve hırslarımıza kurban etmeyelim; ileride, Sevr'e uzanan suyolu yapma ihtimali olan bu girişimden vazgeçelim...


02.11.2019