Birinci Dünya Savaşı'nın ve Osmanlı'nın son dönemleri… Osmanlı Mondros'un imzalanmasıyla bitmiş, Sevr'le paylaşılmış. İşte o yıllarda, doğduğu günden yıldızı parlayan "sarı saçlı mavi gözlü" çocuğa etrafındakiler "Sarı Paşa" diyorlar. Kimisi korkuyla, kimisi severek ve takdirle…

Diyorlar ki: "Kurtuluş Savaşı yalnız bir mücadele değildi." Doğrudur, olması gereken de odur. Bir milli mücadeleydi ve milli mücadele milletsiz olmazdı. Millet ise Sarı Paşa'sına güvendi, onun arkasından gitti, 100. yıla böyle gelindi.

Anadolu Cahit Külebi'nin şiirindeki gibi bir kurtarıcı bir lider bekliyordu arkasından gidecek.

"Ne bulutlar gitti, ne padişahlardan bir haber geldi.

Bu seferde millet, türkülerle Kemal Paşa'ya haber saldı."

"Kemal Paşa, yenilmez yiğit, şanlı komutan!

Savaşa girer gibi yetiş bize, yetiş bize çöllerde bile olsan!

….

Soruyorlar Mustafa Kemal'e:

"Bu zaferi nasıl kazandınız?"

"Telgrafın tellleriyle!.." diyor. "Telgrafın tık tık sesleriyle. Çünkü o sesler Kuvayi Milliye'nin kalp atışlarıydı."

Bir öğrencim vardı, çok küçüktü 7-8 yaşlarında. O da "Sarı Paşa" gibi sarı saçlı mavi gözlüydü. İkinci sınıfta… Ona "Sen Mustafa Kemal'in çocukluğuna benziyorsun." derdim. Zaman kavramı henüz tam gelişmediği için: "Siz Atatürk'ü gördünüz mü ki?" diye sormuştu bir keresinde.

"Görmedim ama anlatılanlardan ve okuduklarımdan biliyorum. Senin gibi sarı saçlı, mavi gözlü bir çocukmuş. Bir gün sen de onun gibi vatana millete hayırlı bir evlat olacaksın." Derdim. Öyle bir dik duruşu, yürüyüşü vardı ki, arkasından bakarken onun büyümüş halini tahmin eder, yetişkin olduğunda ne yapıyor olursa olsun, "O da bizler gibi diğerleri gibi bir Atatürk Çocuğu olacak." diye düşünürdüm.

İşte o küçük sarı saçlı mavi gözlü çocuğum ve diğer öğrencilerimle bir Anıtkabir gezisindeydik. Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale Savaşlarının canlandırıldığı platformdaydık. O yaş çocukları gerçekle canlandırmayı genellikle ayıramazlar, ama o ayırdındaydı. Ağladığını gördüm. Korktu ya da birisi bir şey yaptı sandım.

"Canım ne oldu, neden ağlıyorsun?" diye sordum.

"Sizin anlattıklarınız hep gerçekten olmuş öğretmenim, ben masal gibi bir şey sanıyordum."

"Ama bu gerçek değil, o olaylar çoook çok eskiden yaşanmış. Daha anneannen deden bile doğmadan önce. Bunu tiyatro gibi düşün" demiş ve Rahatlar sanmıştım.

"Biliyorum, gerçek olmadığını, ben o zamanlar gerçekten yaşandığını şimdi anladım." Demişti. Göz yaşları son derece bilinçliydi. Ben de onunla birlikte ağlamıştım.

Ben Anıtkabir'e ilk gittiğimde 18 yaşındaydım. O zamanlar müze açılmamıştı henüz. Mustafa Kemal'imin özel eşyaları sergilenmiyordu, Çanakkale Savaşları ve Kurtuluş Savaşı canlandırmaları yoktu.

Bir şeyin gerçek olduğunu bilirsiniz ama onunla yüzleştiğinizde ne yapacağınızı bilmezsiniz ya, ben de Aslanlı Yol'dan geçip mozolenin önüne geldiğimde ne yapmam gerektiğini tam da bilemeden elim ayağım birbirine dolaşmış bir şekilde durmuş, ağlamıştım sarı saçlı mavi gözlü çocuğum gibi…

Bir de ilkokuldayken bir 10 Kasım gecesi, Ata'mızı anma töreni yapmıştık velilerimize. Ben de bir şiir okumuştum. Sahneye çıkmayı beklerken kuliste yine ağlamıştım. Belki heyecandan, belki ya unutursam korkusundan, belki de öğretmenimin de dediği gibi aşırı duygu yükünden…

"Ağla kızım ağla." Demişti öğretmenim. "Bugün ağla ki yarınlarda bu memleket sizin ellerinizde yükselecek." Cümle belki tam olarak böyle değildi, ama bu anlama gelecek bir ifadeydi. Hiç unutmadım.

Derler ki, Japonlar belli bir yaşa gelen çocuklarını önce Hiroşima ve Nagazaki yıkıntılarına götürür, sonra da günümüz ortamıyla karşılaştırma yaptırırlarmış, nereden nereye geldiklerini daha küçücükken algılayarak büyüsünler diye…

Bazı değerler çocuklar küçükken verilmeli onlara. Ders konusu olarak bilgi düzeyinde kalmamalı, hissetmeleri sağlanmalı. Tarihi mekanlar gezdirilmeli, olaylar ve olgular onların anlayabileceği bir yalınlıkla anlatılmalı. Bunu yaparken, başka milletlere ve halklara düşmanlık beslememeleri de sağlanmalı. Yoksa "Yurtta Barış, Dünyada Barış!" sözünün ne anlamı kalır.

Bugün 26 Ağustos 2022… Büyük zaferin 100. Yılı!..

Önce 26 Ağustos 1071'e gidelim, sonra günümüzden 100 yıl geriye gidelim ve orada duralım.

"Gün olur devran döner." Bu söz ben kendimi bildim bileli söylenir. Gün olmuş, devran dönmüş, Malazgirt Zaferi'yle Anadolu kapıları Türklere açılmış. Neredeyse bin yıldır Türk yurdu olan Anadolu dünden bugüne medeniyetler beşiği olmuş; kimler gelmiş, kimler geçmiş.

Uygarlıklar bazen birbirinin devamı, bazen biri diğerinin üzerine varlığını sürdürmüş veya yok olup gitmiş. O zamanki dünya koşullarına göre devletler, imparatorluklar varlıklarını ancak savaşlarla, fetihlerle toprakları genişleterek sürdürebilmişler.

Binlerce, yüzlerce yıldan bahsederken 100 yıl henüz bebek sayılır. Ama o bebeğin içinde öyle bir ruh var ki bin yıllara bedel. Eğer o bebek doğmasaydı 26 Ağustos 1922'de, bugün bunları konuşuyor olmayacaktık. Hatta bugün hiçbirimiz olmayacaktık belki de.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

Şayak kalpaklı adam

Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu

Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

Birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar: "Üç" dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar eğildi, durdu.

Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacaktı."

Benim "Sarı Paşa"ya benzettiğim o küçük çocuk, şimdi yeni adıyla "Milli Savunma Üniversitesi" öğrencilerinden biri, gerçek bir "Sarı Paşa" olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Babası da askerdi. Hem babasının hem Ata'sının yolundan gidiyor. "Musfafa Kemaller Ölmez!"

Biliyorum ki bir yerlerde Türkiye Cumhuriyeti'nin yılmaz bekçisi olan genç-ihtiyar, kadın-erkek milyonlar var.

Büyük Taarruzun 100. Yıldönümü ve ZAFER BAYRAMIMIZ hepimize kutlu olsun.