Videolar ve tweetler ile ülkenin nabzının tutulduğu, herkesin merakla 'Defne hanım'ın kimliğinin açıklanmasını beklediği bir dönemde bu yazdıklarımın çoğu kişiyi ilgilendirmeyeceğini biliyorum.

Bakmayın bu kavramları herkesin sakız gibi ağzında bir sağa bir sola çevirmesine, gündemin bu derece 'heyecanlı' olmadığı zamanlar bile kimsenin gerçek manada 'demokrasi', 'hukuk', 'adalet' ve 'devlet adabı'nı umursadığı yok aslında.

Dün ülkenin cumhurbaşkanlığı makamında bulunan bile alenen bu değerleri zerre umursamadığını herkesin gözleri önüne sergiler, ifade ederken, cumhurun bu değerlere ne kadar sahip çıkması beklenebilir, ondan da emin değilim.

Yani aynı 'tavuk mu önceydi, yumurta mı?' sorusu gibi;

Bu zihniyette olan birinin o makama gelmesi, hak, hukuk ve adaleti zerre kadar umursamayan halkın eseri mi,
yoksa o makama gelen zihniyet mi halkı bu kadar vurdum duymaz, sorumsuz yapan ve aymazlaştıran?..

Doğru olan; özür dilemesi gerekirdi.

Çünkü Dicle'nin kenarında kurdun kaptığı bir koyunun mesuliyetini taşıyan bir başbakanın, cumhurbaşkanlığına terfi ettikten sonra mesuliyet alanını koyunlardan insanlara genişletmesini beklemek çok abes değil bence.

Üstelik bu sizin veya benim ortaya koyduğum değil, kendisinin belirlediği bir ölçü.

Özür dilemesini gerektiren başka bir boyut ise bizzat, genel başkanı olduğu bir siyasi kurumun mensubu veya taraftarının başka bir siyasi kurumun genel başkanına saldırmış olmasıydı.

Dolayısıyla partili cumhurbaşkanı olma iddiasında olan birinin sorumluluğu da en az ikiye katlanıyor.

Özür dilemesi gerektiren sebep ise demokratik hukuk devletlerinde yapılan hareketin kime karşı olduğu farketmeden siyasi yapılanmanın, hukukun, ahlakın tabiatına aykırı olmasıdır.

Hatta sedece aykırı olmakla da kalmaz.

Demokratik hukuk devletlerinde insanlar bireysel hürriyetlerini korumak ve huzur ve sulh içinde bir arada yaşamak için siyasi yapılanmaya giderler. Bu yapılanma vasıtası ile devlet kurulur ve yönetilir. Çünkü devlet her şeyden önce milletin kendi hürriyetini korumak ve bu çerçevede yaşamasını sürdürmek için kurumsallaştığı yapıdır.

Bu kurumun, yani devletin olmadığı veya herkese eşit mesafede bağımsız hukuk doğrultusunda işlemediği bir zeminde adaletin yerini 'güçlünün kanunu' doldurur. Buna da hakların yok sayıldığı, zorbalığın hakkı ezdiği sosyal Darwinizm denir. Böyle bir ortamda kimse geleceğe yönelik bir plan yapamaz. Çünkü bireyin geleceği kendinden daha güçlü olanın keyfine bağlıdır. Kimse 'bana bir şey olmaz' diyemez. Zira bugün kendi güç ve nüfusuna güvenerek kendinden daha güçlüler ile beraber ahkam kesenlerin, yarın gözden düşüp yurt dışına kaçmaya gerek duyarak isyan etmeyeceklerine dair hiç bir garanti yoktur.

Nüfusu kalabalık, imkanı bol olanların bile bu duruma düşebildikleri bir ortamda, sıradan vatandaşın tek güvencesi bağımsız adalet ve hukuktur.

Doğrudur; demokrasi çoğunluğun hükümet görevini belirlediği rejimdir. Lakin bu çoğunluğun istediği gibi azınlığın ağzına edebileceği, azınlığın hiç bir hakka sahip olmadığı manasına gelmez. Adil bir hukuk devletinde başta temel insan hakları olmakla bir çok hak siyasi tercih gözetmeksizin her vatandaş, her insan için eşit derecede geçerlidir. Çoğunluğa mensup olan veya çoğunluğu temsil eden kim olursa olsun, hakkı, hukuku çiğneyemez. Cezasız çiğneyebildiği bir yerde ise, demokratik hukuk devletinden söz edilemez.

Dün ülkenin cumhurbaşkanı makamında bulunanın, fiziki saldırıya uğrayan bir muhalefet partisi liderine karşı takındığı tavır ise, ülke olarak demokrasi ve bağımsız bir hukuk devletinden ne kadar uzaklaştığımızın göstergesidir.

Geldiğimiz durum budur.
Milletçe düşünmemiz gereken budur;
'Defne hanım'ın kim olduğu değil!..

Aslında saldırıya maruz kalanın muhalif bir siyasi lider olmasının veya cinsiyetinin ilk aşamada zerre önemi yoktur.

Hatta muhalif bir liderin mağdur kalması, uzun vadede potansiyel oy açısından onun işine bile yarayabilir. Bunu hesaplamak bizim değil, siyasi aritmetik cambazlarının işidir. Bizim, yani her birimizin bir birey, bir vatandaş olarak kaygılanmamız, endişelenmemiz ve hatta artık endişeden de öte aslında çoktan paniklememizi gerektiren, demokrasimizin ve adalet sistemimizin düşürüldüğü vaziyettir, yok edilişi, katledilişidir.
Her ne kadar saldırı bizzat şahsımıza olmasa bile, hepimizin haklarının nasıl çiğnendiğine ve keyfe göre çiğnenebileceğine dair örnek sergilenmesidir.

Aynı yavaş yavaş kaynayan suda oturan kurbağa gibi reflekslerimiz köreldi. Bu ülkenin cumhurbaşkanlığı makamında bulunan şahsa, yasadışı bir eylemi '…gayet güzel bir ders…' diye övdüren ve eylemin mağdurunu 'Bu daha bir. Daha neler olacak neler. Daha dur bakalım bunlar iyi günler.' diye tehdit edebilecek cesareti veren, zamanında 'Ben Anayasa Mahkemesi'nin verdiği karara sadece sessiz kalırım ama onu kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum.' sözüne halkın tepkisiz kalmasıdır.

Bu sözleri sarf edenin, kim olursa olsun, hiç bir sonuca katlanma mecburiyetinde kalmaması ise, 'hukuk devleti' ile 'şahsımın devleti' arasındaki farktır.

Bu zihniyete sahip olan,
halkın karşısına bu üslupla, devlet adabından bu kadar uzak bir tavırla çıkanın ise, hangi diktatör ve zorba ile mukayese edildiğine dair şikayet etme hakkı yoktur.

Ama geç kaldık, ama geç kalmadık… Bilemiyorum.
Fakat nereden dönersek dönelim kardır.
Aksi takdirde bu gidişatın çok daha büyük felaketlere gebe olduğuna inanıyorum.
Bunları görmek, bunları tartışmak, bunları düşünmektir demokrasiye sahip çıkmak.
Demokrasi nöbeti illa dönerle, ayranla, halay çekerek tutulmaz.

Dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde bu böyle olmuştur;

Zorbalar, halkın aklından vazgeçmesi ile başa gelirler
ve aynı halkın vicdan ve ahlakından vazgeçmesi ile başta kalırlar.