Bir köyün, uzakların, yalçın yokuşların başına sevgiyi götürmek mümkün mü? Elbet mümkün! Kovalarla su taşırcasına çorağa, bir yetimin elinden tutarcasına, yanağına öpücük kondurup eline bir çikolata tutuştururcasına varoşların, sarp yamaçların arasına umudu taşımak mümkün mü? Elbette mümkün gardaşım! Sevginin, şefkatin, insanlığın vücut bulmasını mesafeler engelleyemez. Önceden ırak topraklara kara haberin bile geç ulaştığı bir dünya bariyer mevcutken bugünlerde elimizdeki akıllı cihazlarla, yerküreyi küçülten, kare kare önümüze sunan cep telefonlarıyla dilediğimiz ölçüde ayrıntıyı paylaşabiliyor, aynı zamanda doğru bilgiyi yudumlayabiliyor, yanlış bilginin gerekçesini sorgulayabiliyoruz. Tutup 1940-50'li yıllara dönük, aşırı titizlik gösterilmeyen bir hikâye, roman yazsak veya yazdıklarımızı sinemaya uyarlasak bir yerlerde zamansal hatalar yapabiliyoruz. Fakat sevgiyi ötelere, yoksulluğa tutunan diyarlara, bacalarından tezek kokusu yükselen yuvalara iletmede zamansal bir sorunumuz yok diyebilirim. Bundan yirmi yıl önce dahi yetersiz teknolojinin noksanlığı; etkinin, tepkinin gücünü kırabiliyor, sağlıklı veriye ulaşımın güçlüğünü artırabiliyordu. Hız; her ne kadar yaşamlarımızı olumsuz etkilese de üretken beyinlerin atağa geçişini hızlandırmıştır. Belki buradaki hız fiziksel bir hız değildir, ele gelmez, avuca gelmez niteliktedir; lâkin kapsadığı, kontrol ettiği sahanın iplerini eskisine oranla daha rahat dizginleyebilme becerisini üstlenmiştir! Bütün bu pahalı, soyut düzeneğin içindeki kudret; devletlerin, ülkelerin, iktidarların güdümünde şekillendikçe meselenin özüne siyasi yapı girdikçe uzaklar yine uzak, köyler yine yoksul, haber alınmaz, alınsa da işine gelmeyenin, rant sağlar mı sağlamaz mı diyenin, dolayısıyla üst raddenin dizayn edebildiği malzemeye dönüşüyor...

Hayatının en güzel, en saf yıllarını arka sıralarda oturarak geçirdi. İttirilip kötü niyetliler tarafından mı dikildi arka sıraya? Öğretmenin kusuru muydu? O geçmese arka sıra boş mu kalacaktı? Mutlaktır ki mevcuda göre konulan sıralar boş bırakılamazdı...Kara tahtayı görecekti görmesine de Ali bir ön sırada oturuyordu. Kendisinden iki karış uzun olan Ali'nin en arkanın bir önünde, Muzaffer'in görüş alanına set çekerek oturmasına müsaade eden öğretmeni anlamak mümkün değildi. Kara tahtayı görmesi için başını ya sağa kaydırıyordu ya da sola. Nasıl oluyordu da öğretmeni bunu fark edemiyordu!? Yoksa arka sırada oturmanın talihsizliğini mi yaşıyordu?
.
.
.
Bundan yirmi sene önce nasıl bir dizilime sahiptiyse bugün de aynı dizilime sahip dağ köylerindeki okul sıraları(Dümdüz seviyede, eğimsiz bir uzanışın hakimiyeti söz konusu)Arkada oturanın baskılandığı, adeta yerin dibine geçtiği o garip sıra düzeni hiç değişmedi! Şu an Muzaffer'i aynı okula götürseler hiçbir yere oturmadan sıra düzenini değiştirirdi. Buna eminim! Değişimin günden güne çıtasını yükselttiği kaçınılmaz gerçekler ne var ki, dağ köylerindeki okul sıralarına elini sür(e)medi...
.
.
Matematik dersindeydiler, öğretmen bölme işlemini anlatıyordu, dersin bitimine on dakika kala bir problem sorup cevabını istedi. Aksilik ya Muzaffer'i bulacak ya, buldu bile!

_Kalk kalk, gel, tahtaya gel Muzaffer

dedi öğretmen!

Muzaffer kara tahtanın önünde. Problem tek haneli sayılardan ibaret. Neydi, zor muydu soru, ne öğrendi Muzaffer demeden problemi yazıyorum:

7÷2=

_Evet Muzaffer, çöz bakalım!

_Tamam öğretmenim!

İlk etapta problemin üzerinde düşünecek herhangi bir detay yoktu. Düz bir yol gibi düşünün! Sapağı mapağı yok!

_Öğretmenim;
7'nin içinde 2, üç kere vardır. Üç ikinin(3×2) 6! Yediden altı çıkınca da geriye bir kalır.

_Aferin Muzaffer diyeceğim; ama ya doğru değilse yaptığın? Diyelim ki doğru; peki, kalan bu bir'i ne yapacağız?

Burada takılıp kaldı. Buzlu zeminde yürürken bir anda ayağı kayan insanlar gibi dengesini kaybetti, çamura düşüp çırpındıkça batan küçük bir kelebeğe döndü Muzaffer! Ne diyeceğini şaşırdı. Öylece bakıverdi öğretmeninin yüzüne.

_Konuşsana Muzaffer, sana soruyorum! Ya doğru değilse yaptığın, ya yedinin içinde 2 , dört kere varsa ne olacak?

Şaşkındı ya Muzaffer, kayıp kayıp düşen insanları, çamurda debelenen kelebeği andırıyordu ya, her şey çekildi gitti güne merhaba diyen Ayşe teyzenin tül perdeyi sonuna değin açması(çekmesi) gibi!

_Öğretmenim; evet, benimkisi yanlış! Yedinin içinde iki, 4 kere vardır!

Ama nasıl var? 4'le 2'yi çarpınca 8 çıkıyor. Ee olmuyor, tutmuyor; nasıl olacak bu iş? Çaresiz bakışların esir aldığı, umutsuz didinmelerin gövdesine saplandığı Muzaffer; iki arada bir derede kaldıkça çıkmaz alan hayli genişliyordu. Zil çalmış, diğer sınıflar teneffüse çıkmış, 18 kişilik 2A Sınıfı Muzaffer'in çözemediği problem yüzünden teneffüse çıkamamıştı!

Baktı ki yedinin içinde iki, 4 kere yok; tekrar yedinin içinde iki, 3 kere var demeyi denedi. Öğretmeni "cık cık" edip sözü yok demeye getirdikçe Muzaffer terlemeye başladı. Kimseden de ses çıkmıyor, yanlışlıkla da olsa birileri bir şeyler söylese tüm gözlerin sıcaklığı Muzaffer'in üstünden çekilecekti. Ne yazık ki herkes korkuyor, girebilseler sıranın altına girebilecek denli çekiniyorlardı Ramiz Öğretmenden!

Ah Ramiz Öğretmenim, bilmiyorum hayatta mısın? Hayattaysan mutlaka emekli olmuş, yaşlılığına yaşlılık ekliyorsundur! Keşke geriye dönüp Muzaffer'i yedinin içinde iki, 3 kere var dedikten sonra sırasına oturtsaydın ve bir başka öğrencinle devam etseydin! Zaten okul bitiminde iki verip(orta diyelim, kötü sayılır) karnesine işlediğin Muzaffer'e matematiği sevdirmemeyi öğrettin!
Yedinin içindeki o üç ve kalan bir, hiç değişmedi. Bugün Muzaffer'i aynı okula götürseniz, kara tahtaya çıkartsanız çözülmez o problem! Orada, o sarı soluk köşede, çatlak duvara çakılan çivi misali kalmıştır...
.
.
.
Yanlış yönetime tabi tutulan, kötü idarenin kıskacından kurtulamayan bir ülkede siyasi, sosyal, kültürel ve iktisadi sahanın günden güne örselenip çürümeye evrilmesini yaşıyoruz.
Bir ülkede iyi gitmeyen ekonomi; yurttaşı yalnızlaştırıp içinden çıkılmaz buhranlara sürükledikçe psikolojik girdabın boğucu etkisi devreye girebilmektedir. Çocuğuna pantolon alamadığı için intihar eden baba, çocuklarının karnını doyuramadığı, sobasını yakamadığı için intihar eden anne gerçeğini Yeni Zelanda'daki Türk vatandaşlar yaşamadı! Muzaffer gibi arka sıralarda oturmasını salık veren, seçim zamanı öğretmenliğin(!) hevesiyle platforma çıkanların üfürükten vaatlerinin neticesinde yaşandılar. Seçime yakın sıcak saatlerde kürsü kahramanlarının sorduğu soruya yanlış cevap versen de "aferin Muzaffer, geç yerine" demek politikanın tabiatında vardır. Elde edilmesi gerekenler garanti altına alınınca 7'yi 2'ye yanlış bölsün diye Muzaffer'i kara tahtaya çıkartanlar aşağı yukarı aynı fabrikanın imalatıdırlar...

Dile kolay, tam 18 yıl!..Dolu dolu, tıka basa hizmetle eda edilmiş; işçinin, emekçinin sırtındaki hörgüç sökülmüş, çoluk çocuk ne var ne yok seksen iki milyonun lüks daire sahibi olması sağlanmıştır! Hizmet etmekten söz açılmışken devam edelim! Bu kadarla yetinmeyip üstüne üstlük köprü, yol, hastane de yapıldı. Elini vicdanına koy da yanıt ver! Kaç kuruş ödüyorsun ki, yeni yapılan köprülerden geçerken? Hiç, sıfır sıfır! Hizmetin öteki durağı neydi, neresiydi biliyor musun? Okumaz etmez, sokağa çıkmazsan tabii bilemezsin! Sırf millet mesut olsun diye seçim evveli "Millet Kıraathaneleri" sözü yanında kitap, çay, kekten oluşan üçlü set gündeme getirilmedi mi? Örneğin: Kitap faslını geçersek kek ve çaydan hasıl ikiz hizmetle halkımızın arzusuna verilen cevap, seviyenin çok çok üstündeydi! Kitap okumak, halkımızda alerjik sorunlara neden olduğu için Millet Kıraathanelerimiz hedefi ıskalar demiştim. Allah'tan okumadılar da hastanelerde uzun kuyruk sorunumuz olmadı!
Ama bir şey var ki; bizler her geçen gün biraz daha fazla Muzaffer oluyor, itilip kakılmaya layık, gıkı çıkması istenilmeyen topluluklara dönüyoruz!

Gidip Hızır Çakırbeyli'ye, İlyas'a, Enişte'ye, en azından Fahri Baba'ya şikayet edeyim diye düşündüm; hay aksi, onlar da gerçek değildi!
.

Engin Yeşilyurt
25 Aralık 2019