İktidara muhalif biri olarak beni, tasvip etmediğim bir siyası kurum ve temsilcilerinin iktidarda olmasından ziyade, hükümet partisinin asla kabul edemeyeceğim, son derece yanlış ve tehlikeli bulduğum söylem ve icraatlerinin insanlar tarafından nasıl kabul gördüğü, her zaman çok daha ilgilendirdi.

90'larda Türkiye'de hakim olan siyasi istikrarsızlık, koalisyon hükümetlerinin başarısızlığı, muhafazakar-dinci kesimin 99 Gölcük Depremi'ni bile siyaset için kullanmaktan çekinmemesi ve 57. Hükümet'in genel olarak ama özellikle 2001 Krizi'nin yönetimindeki başarısızlığı, AKP'nin başlangıç başarısını ve 58. Hükümet'in kurulmasını izah edebilecek makul etkenler olarak sayılabilir. 

Bunlar iktidara gelmelerini izah ederken, ilk yıllarda yerlere göklere sığdıramadıkları ekonomik başarının temelinde 57. hükümetin 2001 sonrası İMF ile yaptığı anlaşmaya harfiyen uymaları bulunmaktadır. Yani kısacası, erken seçim kararı veren Devlet Bahçeli sayesinde, kriz sonrası yapılan uygulamaların tüm sancı ve acıları 57. Hükümet'e, uygulamalar etkilerini göstermeye başlayınca düzelmenin meyveleri ise AKP'ye mal olmuştur.

Bu uygulamaların ve krizden çıkışın etkisi 2005 / 2006 gibi yavaş yavaş tükenmeye başlamışken 2008'de kendini gösteren küresel krizde uluslar arası sermayenin Türkiye'yi güvenilir yatırım olarak görmesi ve memlekete oluk oluk para akması AKP'nin 'başarı masalını' bir kaç yıl daha sürdürebilmesini sağladı. 

Lakin en geç 2011 / 2012'den beri bu 'hazırı tüketmeye' ve 'yeni borçlanmaya' dayalı ekonomik başarının attığı gölge her geçen gün daha da belirgin görülür oldu. Ve iktidar ve yandaşları 500 milyar USD'yi aşan toplam borcu ve geçen sene kasımda USD'nin 8,57 TL'ye çıkmasını hala 'ekonomi uçuyor' diye pazarlamaya çalışsalar da, vatandaş artık 'bir şeylerin doğru gitmediğini' cüzdanında hisseder oldu.

Oysa ülke ve vatandaş olarak baktığımızda AKP'nin sadece ekonomide değil her alanda uyguladığı siyasetin elinde patladığı artık bariz şekilde görülmekte.

İç politikada kuvvetler ayrımını yitirmiş, yani de facto 'hukuk devleti' sıfatını kaybetmiş bulunmaktayız.

Dış politikada Suriye stratejimiz Süleyman Şah türbesini taşımamız ve 5 küsür milyon Suriyeli'ye kucak açmamızla sonuçlandı. Bir dönem gülücüklerle papa heykelleri altında yazılmamış AB anayasalarını imzalarken, artık düşünmeden verdiğimiz anlık tepkiler ve iç siyasette tribünlere oynamamızın sonucu olarak izolasyona girdik. Ne kendi bölgemizde ne dünyada soydaşlarımızın veya başka mazlum halkların dertlerine çare olabiliyoruz, hatta çare olmayı geçtim, ilgimiz boş laftan öte geçmiyor (Zaten o lafları da sadece kendi tribünlerimiz için sarf ediyoruz). Ama mesele Ukrayna'ya para hediye etme veya Afrika'lı ülkelerin İMF borcunu silmek olunca, en öndeyiz...

Eğitimde durum içler acısı. Kalite her gün düşüyor ve uluslar arası rekabetçiliğimizi artık iyice kaçırdık.
Sağlık sistemi en geç küresel salgın döneminde iflas etti. Açıklanan rakamlara güvenirsizlik had safhada. Bence durumun çok daha vahim olmamasını sadece insan gücünün ötesinde bir özveri ile çalışan doktorlara, hemşirelere ve tüm sağlık personeline borçluyuz.

Bütün bunlara rağmen hala gerek AKP Genelbaşkanı Recep T. Erdoğan'ın, gerekse AKP'nin seçmende ciddi bir talep gördüğü bir gerçek.

Elbette 'muhalefetin yetersizliği' öne sürülebilir, lakin bence muhalefetin yetersizliği sebep değil, iktidara karşı yapılan hataların, iktidarın dayandığı dinamikleri anlamamanın sonucudur.

Çünkü sadece Türkiye'de değil, neredeyse tüm hürriyetçi demokratik hukuk devletlerinde son yıllarda sağcı popülizmin ciddi bir ivme kaydettiği görünmekte. Bazı ülkelerde bu sağcı popülist akım Türkiye'de olduğu gibi iktidarda veya iktidar ortaklığında iken, başka ülkelerde ise henüz ancak en güçlü muhalefet konumundalar. 

Bu akımın ilerlemesini mantıklı argümanlar ile engellemek imkansız.
İmkansız, çünkü karşı tarafın başarısı zaten mantık ve gerçeği devre dışı bırakarak hedef kitlelerine hissedebilecekleri hatta hedef kitlelerinin hissetmek istedikleri bir 'alternatif gerçek' sunmalarına dayanıyor.

Burada onlar için önemli olan hedef kitlelerinin hislerini, arzularını, kitlesel ihtiraslarını, ezikliklerini, özlemlerini iyi tanımak... Yani uyuşturucu bulamayan bağımlıyı tedavi etmektense daha fazla uyuşturucu vererek kısa vadede rahatlatan, ama aynı zamanda bağımlılığını artıran biri gibi hareket ediyorlar.

Söylediklerinin bir çok zaman yalan olduklarını bilerek söylüyorlar.

Ekonomiden sorumlu olanların, devlette yetkili makamlarda oturanların 'ekonominin uçmadığını' bilmemeleri gibi bir ihtimal var mı?
Veya ne şimdi, ne de yakın zamanda '%100 kendi imalatımızla' üretilecek bir uçakla uçmayacağımızı?

Onlar için önemli olan gerçek değil, hedef kitlelerinin neyi duymak istediği.
Hedef kitlelerine yönelik hareket ederken, kendi içinde tutarlı, uzun vadeli ve tüm toplumu kapsayan hedefleri bulunmadığı için son derece geniş davranabilme kabiliyetlerine sahipler. Temel hatlarla çerçevesi belirlenmiş, ilkeli bir tutumdan kesinlikle sakınıyorlar.

Kah her türlü milliyetçiliği ayakları altına alabiliyor, kah en büyük milliyetçi olabiliyorlar.
Kah Selo ile can ciğer, Hasip ile Meclis'in renklerini tamamlayabiliyor, Ahmet Türk'ü hapisten çıkarabiliyorlarlar, kah terörü lanetleyebiliyorlar...

Birbirlerine zıt kitleleri aynı zamanda kendi lehlerine harekete geçirmeyi sağlayabilecek esnekliğe sahipler.
Göbbels'in de dediği gibi 'Farklı hedef kitlelerine, değişik teklifler sunabilecek' kadar ilkesizler.

Toplumda mevcut olan önyargı ve korkuları kullanmakta ve kendi çıkarları doğrultusunda derinleştirmekte ustalar. Ulaşabilecekleri kitleleri birleştirmek için aynı toplumun başka kesimlerini kötülemekten, sınıflandırmaktan asla çekinmez, laik = kafir, dinsiz gibi denklemler kurarak kendi hedef kitlelerine üstünlük hissi yaşatırlar.
Aynı Adorno'nun 1967'de yayımlanan bir makalesinde belirttiği gibi 'Kışkırtma Faşizmin propaganda aletidir. Kışkırtma, tutarlı bir teorisi, yani sağlam bir fikir altyapısı olmayan bir hareketin kitleleri etkinleştirmesine yarar.

Maksat toplumun içinde gerçeğe, doğruya, hukuk ve adalete uymasa da 'biz daha dindarız', 'biz daha mazlumuz', 'biz ezildik', 'biz hakkettik', 'biz daha iyiyiz' gibi çok basit sınıflandırmalarla, basit olduğu kadar etkili bir hirarşi yaratmaktır. Popülistlerin taraftarları (evde zor tutulan %50 mesela) iyidir, diğerleri kötüdür. 'İyiler(!)' 'kötülerden(!)' üstündür, dolayısıyla popülist yandaşlar, iktidar taraftarları da toplumun geri kalanından üstündür. Yarattıkları ve yaşattıkları ayrımcılık ile kutuplaşan toplumun kendi içinde anlaşması gittikçe zorlaşır.

Karşı tarafı başarısızlık, ihanet ile suçlamakta ustalardır. Toplumda yanlış giden her şeyin sorumlusu diğerleridir, ama ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler, eleştirdikleri sıkıntılara kendilerinin çaresi yoktur. Var gibi görünse bile, bu göz boyama ve makyajdan öte değildir.

Dolayısıyla islamcı, muhafazakar, orta sağ popülizmi akıl, mantık ve gerçeklere dayalı hareket etmez. Başarısı rasyonel çözüm üretmekte değil, (Adorno'nun deyimi ile) 'kuruntu sistemi' sunmakta gizlidir. Tarihçi Robert. O. Paxton bunu Faşizmin Anatomisi eserinde 'manipüle edilmiş kitlesel coşku' olarak adlandırır ve bunun sadece iktidara gelmek için bir metod olmadığını, aksine Faşizmin temel unsurlarından biri olduğunu iddia eder. Diğer totaliter sistemler bir çok zaman toplumu bütünü ile baskı altında tutarak edilginleştirme çabasındayken, gerek sağcı Popülizm olsun, gerekse daha ilerlemiş şekli Faşizm olsun hitab ettiği kitlenin hareketlenmesinden yaşar.

Ve her ne kadar, her fırsatta demokratik hukuğu yok etmeye çabalasalar da, nihayi hedeflerine ulaşmadan asla demokrasi kavramını hedef tahtasına koymaz, aksine kendini gerçek demokratik güç, sessiz çoğunluğun sesi olarak gösterir. İşte bu şekilde dönerle, ayranla, halayla demokrasi nöbetini tuttuğu halkın karşısına kuvvetler ayrımının rafa kaldırıldığı, tüm gücün tek odakta birleştiği bir anayasayı oylamaya sunar ve onaylatır.

Popülistlerin her yaptıkları yanlış mıdır?

Hayır, ama popülistler tüm toplum için doğru olanı yapsalar bile bunu sadece doğrudan kendi çıkarları ile örtüştüğü için yaparlar. Dolayısıyla mazileri ile tutumsuz bir şekilde bize mantıklı gelen ve kendi doğrularımız ile örtüşen ve aslında beğendiğimiz icraatleri olduğunda, belki de biraz yanıldığımızı arzuladığımız için, bazılarımız makul bir gerekçe arar. Başka toplumlarda da öyle mi bilemiyorum ama Türkiye'de bu kapsamda bir çoğumuzun olan biteni mantık ve verilerle ispat edemeyeceğimiz teorilerle izah etmeye çalıştığı görülmektedir.

Örneğin daha düne kadar açılımı yapanların birden teröristlere düşman olmasını veya yakın zamana kadar Karabağ'ı umursamayanların birden Turan kuracakmış gibi davranmalarına 'devletin içinde bunları ulusalcı, cumhuriyetçi hizaya getiren güçler var…' diye izah getirmeye çalışanlar var.

Bu tür izahlarda senelerdir propaganda amacı olarak kullanılan 'Kurtlar Vadisi' ve benzeri TV dizilerinin de etkin olduğunu düşünüyorum.

Lakin böyle davranarak, yani mantık ve akılla izah edemediğimizi ispatlayamayacağımız teorilere dayandırmaya çalıştığımız anda, aslında popülistlerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Zira realiteden uzak, doğruyu umursamayan söylemler, yukarıda da belirttiğim gibi, onların hakim olduğu zemindir. Mantığın, aklın ve gerçeğin asla kazanamayacağı bu zemine bastığımız anda karşı tarafının insanlara 'hissedilen gerçek' olarak sunduğu propagandayı meşrulaştırmış oluruz.

Nihayetinde dünyanın neresinde olursa olsun gerçek ve doğruyu umursamayan popülistler gibi, bizdeki muhafazakar orta-sağ islamcılarının da kullandıkları yöntem halkın duygularını kontrol etmek ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktır. Bu zihniyetle argüman, gerçek, realite veya veri kullanarak baş edilmez.

Yaptığımız hata bu zihniyete geçmişte demokratik hukuk çerçevesinin zaruri gördüğünden çok daha fazla zemin sunarak güçlenmelerini engellememektir. 

Bugün ise en büyük eksiğimiz, doğrudan, akıl ve mantıktan şaşmadan en az popülistler kadar insanların his ve duygularına ulaşan muhalefetimizin yokluğu.

Mehmet Alp
19 Ocak 2021