Yerel seçimlerin haksızca, hukuka bir santim prestij duyulmadan iptal edilmesiyle başlayan süreci hepimiz takip etmekteyiz. Genellikle asgari otuz yaş ve üzerindeki yetişkin insanlarda etkin diyebileceğimiz biçimle başlayan siyasi düşüncenin eğilimi; içi boş, kuru gürültü duygusal serzenişlerden elini eteğini çekmesiyle memleketimizin kaderi üzerinde oynanan pis oyunlara dönük bir dikkati vücuda getirmekte. Politikanın zavallı görünümlü; ama zavallı olduğu kadar vahşi güce sahip fiillerini gerek dişimizi sıkarak gerek gevrek gevrek gülerek takip etmekteyiz. Yandaş medyanın, havuzcu sistemin köleleştirilmiş bazı yazarlarınca İmamoğlu üzerinde müthiş bir karalama operasyonuna şahit oluyoruz. Bir hak, anne sütü kadar temiz bir emek; sınırları kesin suretle belirlenmiş, köklü bir devletin belkemiği sayılan anayasası ve kanunları öğütülerek, unufak edilerek çalınıyor..

Oysa dillerinde basının hürriyeti, kalemin hürlüğünü, insanın insanca yaşamasının, doğruluğun, adaletin hükmünü pelesenk edenlerin saldırısı, hücumu; hukukun köküne dinamit bağlamış durumda. Artık dünya üzerinde herhangi bir konuda yapılan sıralamalarda sonları oynayan, huzursuz, mutsuz bir manzaranın iç karartan halini yansıtıyoruz. Eğitimde sıfır, içtimai barışta sıfır, yargıda, ekonomide sıfır bir düzeyle ne memlekete dair sıcacık yarınlar hayali kurmayı, gençleri umutlandırıp mutluluğa taşımanın mücadelesini veriyoruz ne ülkenin kalkınmasına bir gram katkıda bulunuyoruz. Utanıp sıkılmadan, erdem sahibi insanlar ol(a)madan kendi rezilliklerimizden beslenerek yerin dibine soka soka ömründen ömür çalıyoruz bu güzel toprağın, bu kadim yurdun..

İftira, ağır ithamlar, saldırgan fiziki eylemler, geri dönüşü olmayan, kültlere ölümcül darbe vuran aşağılık girişimlerle kendi pisliğimize gömülmüş, debelenip sıvanmaktayız. Şahsi patinajlarımızda, kısır, çorak yapılarımızla kendi içimizde, ev içinde ev arayan, sınır tanımayan küstah, bencil, rezil ahvallerimizin yarın nelere mal olabileceğinden habersizce yaşayıp gitmekteyiz. İşin garibi ukala, cehaletten gıdasını alan bu yüzeysel sorumluluğu fazilet, meziyet diye tanımlıyor, bu tanımın iğrençliğinden faydalanmayı deniyoruz. Bu topraklar asırlar boyunca düşmanın alçağından çok çekti. Alçak düşmanın soysuz duruşundan ceddimizin neler neler çektiğini her katliam yıldönümünde yüreğimiz kan ağlayarak dile getirir, yığınla acı vesikalar paylaşırız. Tarihin en kritik noktasında alçak düşman sıfatıyla yer edinen, yerini koruyanlara karşı geçmişe yönelik mesuliyetimizi biliriz. Farkında olduğumuz, yaşadığımız, ecel teknesi, uçurum kenarı denen coğrafyamızda atalarımızın üstün uğraşlarını varlığımızın bir kalkanı sayar, onunla mağrurlanır, göğsümüzü gereriz. Gel gör ki son yıllarda düşmanı sırf politik menfaatlerin başat ikliminde yaratıp çamura batabileceğimiz ölçüde battık. Bir seçim kazanacak, bir sandığın sonucunu değiştirecek diye ötekileştirilmiş, kutuplaştırılmış, itilmiş kakılmış kitlelere gebe toz duman savaşları başlatmışlar. Her kim birazcık kafa kaldırmışsa hemen indiriyor, sesini kısmaya çalışıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda yaşanan, Türkiye'nin gündeminde özel bir yere sahip iki gazetecinin sopalarla dövülüp hastanelik edilmesiyle kısmaya çalıştıkları sesi unuttuk mu? Oysa gerçekleri, içine düştüğümüz kuyuda, boğulmak üzere olduğumuz buruk, yıkık vaziyeti görmüyorlar..

....

Adamın birisi her sabah ayrı bir sitemle uyanmış sabaha, öğle olmuş, sonra akşam, daha sonra gece; fakat mevcut sitemi dinmemiş. Dünyaya, tabiata, yaşama bir mana verememiş. Sağa dönmüş, sola dönmüş; yok demiş, olmayacak. Ula demiş aşağı bakayım bari, belki bir şeyler değişir; ama ne çare, olmamış. Hayır hayır demiş, bir de yukarı bakayım, aradığım şey belki oradadır? Öylece bakmış, kabuğa takılmış özden habersiz gözlerle bakmış, gene olmamış. Mealini aradığı, arzu ettiği değeri, sosyolojik, felsefik gerçeği bulamamış. Yürümüş durmuş ve dönüp kendine şu soruyu sormuş : "Hayatın anlamı nedir?"

Evet, keskin soru bu! Arayacak, bir cevap bulacak..

Hayat dediğimiz, soluduğumuz şeyin yanıtını bulmak için yollara düşmüş. Gitmiş gitmiş, uzak bir köye varmış. Köyün içinde gezmiş gezmiş, kapı kapı dolanmış, kapısını çaldığı kişilere, kapıya çıkanlara "Hayatın anlamı ne?" demiş. Kimilerinden aldığı yanıt dişinin kovuğunu doldursa da kimilerinden aldıklarıysa buhar olmuş, uçmuş. Bedeni ve beyni çaresizliğin dibine çökerken yoldan geçen birisine sormuş: "Yahu arkadaş, ben var ya ben; yıllardır arar durur, sorar dururum; hayatın anlamının ne olduğunu bir türlü bulamam. Söylesene bana, hayatın anlamı nedir?"

Yoldan geçen adam önce şaşkın şaşkın bakmış, ardından bu sorunun cevabını bilse bilse dağın başında hayat süren bilge bilir diyerek aklından geçirmiş.

Bak demiş hemşehrim, şu dağın başında, ovaya açılan yerde bir bilgin yaşar, sen en iyisi onun yanına git. Verse verse sualine bir cevap o verir...

Gitsem mi gitmesem mi ikilemiyle evvela düşünmüş, gitmeye karar vermiş. Varmış gitmiş. Dağın başında sükut içinde, yoksul bir düzenle kavrulan bilgenin önünde durmuş. Bilge; adama bakmış, buyur, demiş. Adam, bilgeye yüzünde beliren hafif utanma duygusuyla başını eğerek "Yıllardır arar dururum; konu komşuya sorar, şehre, sokaklara, caddeye, köylere sorarım; lakin hayatın anlamını bulamam. Bana hayatın anlamı nedir, söyler misiniz?"

Senelerin bilgesi, adamın çehresindeki biçareliğe bir süre göz attıktan sonra gel, demiş; bir bardağı sıvı yağla doldurmuş " Bak, hemen şurayı, şu ormanın çıkışını bahçeye bağlayan yolu görüyor musun? Elindeki bu bardakla oraya git, bahçeyi dolan gel; ama gözlerin sadece bardakta olsun."

Adam gitmiş, bardağa baka baka gitmiş; dönmüş dolanmış, bilgenin yanına gelmiş. Bilge; bardağa bakmış, bardaktan bir damla sıvı yağ dökülmemiş. Peki, demiş ne gördün? Adam; sadece bardağa bak dediğin için bardağı gördüm, demiş. O zaman aynı bardağı al, bu kez çevrene bakarak biraz da hızlanarak dolanıp gel, demiş. Adam, bilgenin dediğini yapmış, dolanıp gelmiş. Bilge; bardağa bakmış, bardakta bir damla yağ kalmamış. Tekrar sormuş, ne gördün?

"Ağaç gördüm; bitkiler, sıra sıra arılar, öyle güzel otlar, öyle güzel kokulu çiçekler ve toprağı ve dağları gördüm, demiş..

Bunun üzerine dağları mesken tutmuş bilgemiz adama dönüp "Bak hemşehrim demiş; hayatın anlamı bardağı dolu ve boş getirirken gördüklerin ile göremediklerinin farkıdır. Eğer bardağın ucuna bakarsan bardaktan başkasını göremezsin; fakat bardağa değil de çevredeki gerçeğe, doğaya, doğadaki alışverişe bakarsan hayatın anlamının orada saklı olduğunu görürsün. Hayat boş getirdiğin, ucuna bakmadığın bardaktaydı, hayatın anlamı da orasıydı..

...

Kaç takvim eskittik, kaç yılı toprağa koyduk; kimleri, neleri kaybettik farkında mıyız? Bir kesimin zenginliği Mustafa Kemal'in ölümünden sonra devam edip durmuştur. Bir kesim her daim varlık içinde yaşamış, gününü gün etmiştir. Ama halkın büyük çoğunluğu acıyla sızıyla yoksulluğun kalın demirleriyle dövülmüş, nesil nesil dövülmeye hazır duruma getirilmiş, dövülüyor da. Bunca yıkıma, fakirliğe, işsizlik, hüzün, yok oluşa rağmen, İstanbul'daki yerel seçimlerin tuzaklarla, yalanlarla iptal edilmesine, hukukun sömürülüp tüketilmesine rağmen siz halen Tayyip Bey'in, Devlet Bahçeli'nin yüzüne bakıp sadece bardağın ucunu gördükçe ne bu memleketin adına gerçeklerden haberdar olursunuz ne de hayatın anlamını soracak bir bilgeye ihtiyaç duyarsınız. Artık bu vakitten sonra Tayyip Bey ile Devlet Bahçeli; sizin elinize verse verse kırık bardak verir, onunla da elinizi kesersiniz!

Engin Yeşilyurt