1991 veya daha sonra doğanlar hatırlayamaz. Ancak okudular ise veya kendilerine anlatan oldu ise bilirler; Türkiye'de amblemi Altı Ok olan ve 12 Eylül darbesi ile kapatılan CHP'nin seçmenine hitap eden Sosyaldemokrat Halkçı Partisi, yani kısacası SHP diye bir parti vardı.

12 Eylül darbesinden sonra Türkiye'de bütün siyasi faaliyetler yasaklanmış, çok sayıda insan göz altına alınmış ve siyasi davalar başlamıştı. Böyle bir ortamda Kenan Evren'in hazırlattığı anayasa 7 Kasım 1982'de millete dayatıldı ve %91.3 oy ile kabul edildi.1983'ün ortalarından sonra siyasi faaliyetlere, Milli Güvenlik Kurulu'nun kurulacak olan partilerin kurucuları hakkında veto hakkına sahip olması şartı ile, tekrar müsaade edildi.

Bu şartlar altında kurulan Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti (HP) ve Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP)'in 3 Kasım 1985 tarihinde birleşmeleri sayesinde SHP meydana geldi.

1986'da SHP bünyesindeki 18 milletvekilinin ayrılarak DSP'ye geçmesini, siyasi yasakların kaldırılması için kıl payı onaylanan 1987 referandumu gibi yaşanan birçok diğer olayı atlayarak 1989'da yaşanan önemli bir olaya değinmek istiyorum. Ekim 89'da Paris'te düzenlenen 'Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları' isimli konferansa katılan SHP milletvekilleri Kenan Sönmez, İsmail Hakkı Önal, Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Adnan Ekmen, Mahmut Alınak, Salih Sümer Kasım ayında partiden ihraç edildi. Bu kararı protesto eden milletvekilleri Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Cüneyt Canver, Mehmet Kahraman, Arif Sağ, İlhami Binici, Kemal Anadol, Hüsnü Okçuoğlu, Tevfik Koçak, Kamil Ateşoğlu ve Aydın Güven Gürkan Kasım ve Aralık aylarında partiden ayrıldılar.

SHP'de bu çalkantılar sürerken 7 Kasım 1989'da Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal'ın "uzaktan kumandası" Yıldırım Akbulut ANAP'ın genel başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı idi. Akbulut'un başbakanlığı döneminde aralarında SHP'den ayrılan Arif Sağ ve dokuz başka milletvekilinin de bulunduğu bir grup SHP'li 7 Haziran 1990'da Halkın Emek Partisi (HEP)'i kurdular.

15 Haziran 1991 ANAP kongresinde Mesut Yılmaz'ın genel başkanlığa gelmesi ile hükümet değişikliğine gidildi ve dönemin cumhurbaşkanı Özal yeni hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz'a verdi. Mesut Yılmaz Akbulut'a göre Turgut Özal'a daha mesafeli, daha bağımsız bir tutum sergilemekte idi.

Henüz iki ay başbakan olan Yılmaz, ülkedeki ekonomik ve siyasi yapıyı daha fazla taşıyamayacağını düşünerek ve SHP'de yaşanan bölünme ve ihraçlardan siyaseten istifade etmek için DYP ve SHP ile irtibata geçti. Mevcut yapıyı zaten çok daha fazla milletin iradesi doğrultusunda şekillendirmek isteyen muhalefet liderleri Demirel ve İnönü başbakan Yılmaz ile Kasım ayında seçim yapılmasına dair mutabakat sağlamışlardı. Bu anlaşmaya rağmen Yılmaz seçimlerin bir ay daha öne çekerek Ekim'de gerçekleştirdi.

20 Ekim 1991'de yapılan seçimden %27,03 oy ve 178 koltukla DYP birinci, %24,01 ve 115 koltukla ANAP ikinci ve SHP %20,75 ve 88 koltukla üçüncü parti olarak çıktılar. Bülent Ecevit'in liderliğinde %10.74 oy oranı ile kıl payı barajı geçerek TBMM'de 7 koltuk alan DSP'nin yanısıra parlamentoya girmeyi giren bir başka parti ise Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki Refah Partisi oldu. Her ne kadar Refah Partisi %16.87 oy oranı ve 62 koltuk almış olsada bu oran ve koltuk sayısı Refah ile ittifak oluşturan Alparslan Türkeş'in Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Aykut Edebali'nin Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile paylaşıldı. Böylece Refah Partisinin ittifak olarak aldığı 63 koltuğun üçü IDP'ye ve 18'i MÇP'ye düştü.

Her ne kadar halkın geniş bir kısmı ittifak yapan partilerin sadece RP, MÇP ve IDP olmadığını, SHP ve HEP'in de ittifakla seçime katıldıklarını düşünse ve günümüzde böyle hatırlasa da, olay aslında farklı idi. Aralarında iki sene önce ihraç edilen eski millet vekillerinin de bulunduğu bazı HEP'liler seçim öncesi kendi partilerinden istifa etmiş ve SHP'de kalacaklarını vadederek tekrar SHP bünyesine katılmışlardı.

Seçimler olmuştu olmasına ve ANAP TBMM'de birinciliği DYP'ye kaptırmıştı ama hiçbir parti tek başına iktidar kurabilecek oy oranına ulaşamamıştı. Dolayısıyla partiler koalisyon için ortaklık aramaya başlamışlardı. DYP'nin önünde bir DYP-ANAP, DYP-SHP, DYP RP, veya daha kapsamlı bir koalisyon modelleri veya azınlık hükümeti seçenekleri bulunmaktaydı. Demirel azınlık hükümetine sıcak bakmadığını ifade ederken Mesut Yılmaz DYP ile muhtemel bir koalisyondan yana olmadığını söylüyordu. Azınlık hükümeti hariç hiçbir seçeneğe karşı kapalı olmadığını söyleyen Demirel'in aksine partililer ise muhtemel bir DYP-RP koalisyonunu istemediklerini söylüyorlardı. Erbakan DYP ve ANAP'a "gelin adil düzen için birleşelim" çağrısında bulunurken, DYP Genel Başkan Yardımcısı Hüsamettin Cindoruk RP ile yapılacak bir koalisyon için "kurulması için cesedimizi çiğnemeleri lazım" diye demeç veriyordu.

Böyle bir ortamda DYP'li yönetim kendileri için en uygun koalisyon ortağının 'HEP'siz bir SHP olduğu sonucuna vardı. SHP lideri Erdal İnönü DYP ile kurulabilecek bir koalisyona sıcak bakarken Deniz Baykal SHP'nin evvela kendi iç sorunlarını çözmesi gerektiği için koalisyondan evvel kurultaya gidilmesi gerektiğini savunmaktaydı. İnönü ise önceliği koalisyona verdi. Demirel "hükümeti kurma prosedürü başladığı zaman SHP'nin başında kim varsa onlarla görüşeceğini" söyleyerek SHP'de bir kurultayı beklemeyeceğini ve dolayısıyla üstü kapalı Baykal'a karşı İnönü'nün yanında bulunduğunu ima ediyordu. Ama bu esnada fırsattan istifade etmek isteyen Baykal ve yandaşları hariç Erdal İnönü parti içi başka cephelerde de mücadele etmekte idi. Geçici olarak değil kalıcı olarak SHP'ye geçen 'eski(!)' HEP'liler İnönü'ye DYP ile muhtemel bir koalisyon için kendi şartlarını sundular. İnönü'nün "istekleriniz kabul edilmezse ne olacak?" sorusuna HEP'liler İnönü'yü "o zamaniki parti olur" diyerek partiden ayrılmakla tehdit ediyorlardı. Bu da SHP'nin TBMM'de koltuk kaybetmesi ve küçük ortak olarak koalisyon pazarlığında DYP'ye karşı çok daha zayıf konuma düşmesi demekti.

Ama HEP'lilerin zaten SHP koalisyon kurabilir mi, kuramaz mı gibi bir tasaları bulunmamakta idi. SHP koalisyon görüşmelerine başlarken HEP kökenli vekilleri meclis kürsüsünden kürtçe yemin ediyor ve kışkırtıcı konuşmalarla ortamı iyice geriyorlardı.

Daha sonraki yıllarda Erdal İnönü bu olaylar olurken "Eyvah! Herhalde Demirel bizimle koalisyon kurmaya çekinir" diye düşündüğünü itiraf edecekti.

İnönü'nün korktuğu olmadı. SHP içinde Baykal'ın muhalefetine ve HEP'ten gelen milletvekillerinin kışkırtmalarına rağmen Demirel ile yapılan 3. görüşmeden sonra Kasım ayının ortasında Demirel kabineyi açıkladı ve cumhurbaşkanına bakanlar listesini sundu. 20 Kasım 1991'de TBMM'de yapılan oylamada 164 red oyuna karşılık 280 kabul oyu ile 49. Hükümet kurulmuştu. Koltuk sayısında çoğunluk olsa da, seçmen oranında hükümeti oluşturan iki partinin toplamının %47,78 yani %50'nin altında kaldığı bence önemli bir unsur.

Oylamada dikkat çeken olay ise muhalefette olan Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit red oyu kullanırken MÇP lideri Alparslan Türkeş'in hükümete kabul oyu vermesi idi.

1994'te Alparslan Türkeş kabul oyu kararını TRT'de kendisine sorulan "Hükümetin içinde misiniz, dışında mısınız?" sorusuna cevaben şöyle açıklayacaktı: "Efendim, hükümetin dışındayız. Ama biz memleketin istikrarını her şeyden önce düşünüyoruz. Türkiye'de ekonomik durumun ne kadar bunalımlı bir döneme girdiğini görüyoruz hepimiz. Bir de terör var. Bölücü terör faaliyetleri var. Bunların karşısında Türkiye'nin istikrara ihtiyacı var. Biz muhalefet yapmış olmak için muhalefet yapma görüşünü benimsemedik. İstikrarı sağlamak, bunun için de mevcut hükümetin programına bakmak -bu bir koalisyon hükümeti-, koalisyon protokolünü incelemek yoluna gittik. Bunu yaptığımız zaman orada bizi memnun eden bir takım esaslar bulduk. Bir kere 12 Eylül'ün kalıntılarının tamamıyla Türkiye'de temizlenmesi taahhüt edilmiştir bu kurulan hükümetlerde. Biz de 12 Eylül'den çok zarar görmüş, haksızlığa uğramış, zulme uğramış bir partiyiz. 12 Eylül'ün kalıntılarının tamamıyla temizlenmesini istiyoruz Türkiye'den. Anayasanın da ele alınıp tam bir demokratik rejime imkan verecek hale getirilmesini istiyoruz. İstikrarı düşündüğümüzden, bir de icraatını görmeden, muhalefet yapmış olmak için muhalefete geçmenin gerekli olmadığı düşüncesiyle hükümeti güvenoyu vererek destekledik. Bu politikamızı sürdürüyoruz."

O dönemi yaşamış olanlar hatırlayacaklardır. Özellikle HEP asıllıların bölücü kışkırtmalarından sonra Alparslan Türkeş'in SHP'nin de içinde bulunduğu koalisyona desteği ülkücü camiada çok tartışılmış, kendisi çok eleştirilmişti. Hatta 7 Temmuz 1992'de MÇP'den ayrılan Muhsin Yazıcıoğlu, Ökkeş Şendiller, İsmet Gür, Saffet Topaktaş, Ahmet Özdemir ve Esat Bütün ayrılış sebeplerinden biri olarak da bu güven oyunu bahane olarak göstermekten geri kalmadılar. Gerçi ayrılışlarının arkasında çok farklı güçler ve planlar varmış ama olayın kokusu ve Muhsin Yazıcıoğlu'nun kimlerin oyununa geldiği daha sonra anlaşılacaktı.

Peki Alparslan Türkeş'in güven oyu ve hükümete desteği neyi sağladı?

Kimin ile ne konuştuğunu, Demirel veya Erdal İnönü ile ne pazarlığı yaptığını bildiğimi iddia edemem. Sadece Başbuğ'a çok yakın olan babamın anlattıklarını biliyorum.

Ama bunlardan bağımsız olarak olayı geriye dönük değerlendirdiğimde Alparslan Türkeş'in konu ile alakadar aslında olayı olduğu gibi açıkladığını düşünüyorum.

Türkiye'ye istikrar gerekiyordu.

12 Eylül sonrası Özal yönetiminde terör olayı yeterli kadar önemsenmemişti. "1984 Eruh Şemdinli baskınını bile bile Bodrum'a gittim. Bakanlar Kurulu'nu toplasaydım terör örgütünü toplamış olurdum" diyen dönemin başbakanı Özal pkk saldırısını "üç beş çapulcunun ayaklanması" ve "üç buçuk eşkıya" olarak değerlendirerek hafife aldı. Böylece 1984'te terör eylemleri ile adını duyurmaya başlayan vahşet gittikçe büyüdü.

1991'de verilen güven oyu ile hükümete SHP'nin içindeki HEP asıllı vekillere yönelik 'biz varız, bu bölücülere ihtiyacınız yok' mesajı verildi ve Mart 1992'de 18 eski HEP'li SHP'den ihraç edildi ve Temmuz 1992'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından HEP'in kapatılması istendi.

Eskiden pkk'ya karşı nizami savaş için eğitilmiş asker alandayken teröristlerle mücadele bölge ve arazi üzerine özel eğitim almış ve gerilla taktiğini bilen polislere verildi.

Özellikle güvenlik politikası başta olmak üzere dış politika gibi bir çok konuda (Sovyetlerin dağılması ile hürriyetlerine kavuşan Türk Cumhuriyetlerini hatırlayalım) Alparslan Türkeş milliyetçi görüşü doğrultusunda hükümeti kısmen de olsa yönlendirmeyi başardı.

Başbuğ günümüzde milliyetçilerin uğradıkları algı operasyonuna kandıkları gibi hamaset yaparak "SHP'de HEP'liler var, onlara destek vermem" dese ne olurdu?

49. Hükümet Kasım 1991'den Turgut Özal'ın ölümü ile Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanı olmasına kadar devam etti, sonra başbakan Tansu Çiller olarak 50. Hükümet yine DYP-SHP koalisyonu ile 1995'e kadar devam etti. O seneleri hatırlayanların iki partiden oluşan bir koalisyonun 4 sene sürmesinin nasıl bir istikrar olduğunu hatırlayacaktır.

1991 öncesi ANAP'ın çoğunluğunu kullanarak seçim kanununda baraj sorunu olmayan partilerin lehine, oyu az olan partileri TBMM dışı bırakacak değişiklikler yapmıştı. Onun için 1991'de MÇP ancak RP ile ittifak yaparak barajı aşabilmişti. Dolayısıyla muhtemel bir erken seçimde MÇP'nin tekrar TBMM'ye girebilmesi tehlikede idi. Bunun için Alparslan Türkeş ülkede siyasi istikrarı sağlamak için güven oyu verdi. 18 koltukla hükümet dışı da olsa MÇP TBMM içinde ülke kaderinde çok daha etkin olabilecekti. Hatta Muhsin Yazıcıoğlu ve diğer vekiller ayrılmasalar, MÇP'nin etkisi çok daha artabilirdi.

Böyle davranmayıp hamaset yapmanın bir parti için nelere mal olabileceğini 2015'de gördük.

Haziran ayında %16,29 oy oranı ile TBMM'de 80 koltuk alan MHP, Bahçeli'nin erken seçim istemesi ile Kasım ayında oy oranını %11.9'a ve koltuk sayısını 40'a düşürdü. Gerçi Bahçeli'nin amacı MHP'nin oylarını yükseltmek ve TBMM'de daha güçlü olmak mı idi bilinmez. Oysa haziran seçimlerinde iktidar ortağı olabilecek kadar güçlü bir konumda idi. AKP ile pazarlığa oturabilir, yapıcı bir tavır ile koalisyon pazarlığı sürdürür, olmaz ise milletin önüne çıkıp "Biz elimizden geleni yaptık ama AKP işi zora sokuyor" dese muhtemel bir yeni seçimde çok daha güçlenerek sandıktan çıkabilirdi. Belki de niyeti Haziran seçimlerinde 258 koltukla TBMM'de mutlak çoğunluğunu kaybeden AKP'nin yeni bir seçimle tekrar çoğunluğu kazanmasını sağlamaktı.

Yani uzun lafın kısası; HDP şöyle yaparsa ben aksine yaparım mantığı siyaset değil ancak hamasettir.

Hamaset ile yönetilen ülkenin halini de en geç son 21 senede görüyoruz.

Millet ittifakında Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP'nin HDP ile görüşmesini istemiyor musunuz?

O zaman alternatif sunun. Elinizden geldiğiniz kadar destekleyin ve bunun karşılığı olarak da CHP'nin içinden devlet düşmanı Sol'un ve ayrımcılık yapanların elenmesinin pazarlığını yapın.

1990'lı yıllarda her doğulu vatandaşımızın pkk'lı olmadığını kabul ettirmek için mücadele verdik. O dönemler ayrımcı kürtçülük yapanların oy oranı %2'yi geçmiyordu.

Bakmayın bugün Hüdaparı tercih ettiklerine, HDP'yi bugün Türkiye'de iktidarı belirleyecek kadar kilit konuma getirenler, "Sen ne mutlu Türk'üm dersen, o da ne mutlu Kürdüm der" lafları ile "her türlü milliyetçiliği ayaklar altına alanlar", açılımın mimarları ve Türkiye'yi başkanlık sistemi ile tek ele teslim edenlerdir.

Romantik milliyetçilikle, sloganlarla, hamasetle bir yere varamayız.

Varsaydık şimdiye dek süper güç olurduk.

Kendi ürettiğimiz uçaklarımızı dünyaya ihraç eder, her ailenin kendi evi, her evin önünde en az bir TOGG'umuz olurdu. Karadeniz'den çıkardığımız gaz sade bize değil dünyaya yeter ve gerçekten tüm dünya bizi kıskanırdı.

Ama gerçekler öyle değil.

Enflasyon %85 ve Dolar 20 TL'ye dayandı.

Keşke dolacağı kadar doldu diyebilseydim ama inanın dahası var…

Siyaset uzlaşma sanatıdır. Şu an yapabileceğimiz, her isteğimizde inat edip milletimizin geleceğini, vatanımızı kaybetmektense, istemediğimiz bazı şeyleri kabul edip, olayları istediğimiz tarafa yönlendirerek zaman ve zemin kazanmak.

Bırakalım artık fareli köyün kavalcılarının arkasından körü körüne gitmeyi. Akılcı ve Türk Milleti'nin geleceğini kurtaran bir siyaset izleyelim.