1997 yılında benim İsveç'te çalıştığım okul, Stockholm'de o yılın en başarılı okulu seçilmişti ve okul idaresi bizleri bir Amerika ziyareti ile ödüllendirmişti.

Değişik bir ülkeye gidip elimiz boş dönmek istemiyorduk. Yani gittiğimiz yerde bazı okulları da ziyaret edip, kendi çalıştığımız okulumuzdaki sistemle karşılaştırmak, bize uygun olanları kendi sistemimize entegre ederek, müfredatımızı zenginleştirmek istiyorduk.

Tabi biz gitmeden, İsveçin Newyork kültür ataşesi bizler için gerekli yerlerden, gerekli randevuları almıştı.

Gitmemize iki gün kala bizi otelde ziyaret ederek, göreceğimiz okul hakkında ön bilgi veriyordu.

Kullandığı cümle şuydu: "...bu okula mutlaka hepiniz gidin, çünki elli yıl sonra Amerikayį yönetecek insanlar bu okuldan mezun oluyor, her eyalette böyle bir pilot okulu var...." 

Amerika günübirlik bir siyaset ve siyasetci düşünmediği için, bugün dünyanın efendisi, jandarması, polisidir. Ülkesini idare edecekleri ilkokuldan belirleyerek yatırımını ona göre yapmar. Bizim gibi öylesine bir söz söyledi diye hemen önemli yere getirmez.

Bizde çok partiler kuruldu. Hatta yaptıkları sansasyonel bir teklifle bir anda gündeme oturup popüler olanlar da oldu.
Çiller ve Selin Saye Böke gibileri...

Ben bunları niçin yazdım biliyormusunuz?

12 eylüden sonra bir çok parti kuruldu. Bunlar Türkiye gibi bir labaratuar ülkede kurarlar ve ülke üzerinde nasıl iz bırakacaklarını ve o ülke insanlarını ne şekilde kontrol edecekerini denerler.

12 eylül sonrası Türkiyede kurulan partilere bakın.
MDP, ANAP, AKP bunlar sonrada Türki siyasetinde sahne almış partilerdir.

Maalesef ANAP ve AKP nin Türkiye üzerinde sergiledikleri siyaset cellatlığını hiç bir siyasi parti bu zamana kadar yapmadı.
İsterseniz biraz gerilere gidelim ve 57. Hükümetin yıkılışından sonraki sürece bir göz atalım.
Hafızanızı yoklayın...

Ecevit hasta, zor yürüyor, dokunsan kemikleri kırılacak, çelik yelek giydirerek yürütülüyordu. Bir gecede DSP yıkıldı ve üçlü koalisyonun son buldu.
Sayın Bahçeli ise bir sonraki sürecin değirmenine su taşıdı ve erken seçim kararı aldı.
Ama bundan evveli gelişen bir olay oldu.

Erdoğan İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığına 12 mart 1994 te seçildi.
12 aralık 1997 de Siirt'e davet edildi. Orada yaptığı bir konuşması sırasında; 

'Minareler süngü kubbeler miğfer,
Camiler kışlamız, müminler asker...
'

mısralarını içeren bir şiir okudu.

Şiir Ziya Gökalp'in 'Asker Duası' şiiriydi ama yukarda yazılan mısralar Ziya Gökalp'e ait değildi. Mehmet Cevat Örnek'in 'İlahi Ordu' isimli eserinden alınmışlardı.
Ziya Gökalp'in şiiri o zamana kadar bayramlarda okullarda çocuklara okutulan bir şiirdi. Hiç bir cezayı müeyyide uygulanmazdı.
Ama bu mısralar yüzünden Vural Savaş isimli bir savcı şiirin okunmasını suç saydı ve dava açtı.
Sonuç olarak dört aya mahkûm oldu. 

Ve 'Ziya Gökalp'in şiirini okuduğu için mahkum edildi...' diye öylesine güçlü bir mazlum edebiyatı yapıldıki, bütün dünyanın dikkati oraya çevrildi.
Erdoğan ilgili, ilgisiz herkesin katılımı ile kalabalık bir toplulukla ceza evine gönderildi. 

Ne ihtilallerin mahkum ettiği Türkeş, ne Demirel, ne Erbakan, ne Ecevit... Hiçbiri bu kadar ilgi, bu kadar alaka görmediler.
Bu da yetmedi, ceza evinde karanlık insanların peryodik ziyaretleri oldu. 

Erdoğan bu hapis cezasına çarptırılmadan evvel düzenli olarak, ilk önce Beyoğlu ilçe başkanı iken, Amerikanın Türkiye büyük elçisi Morton Abramovitz ile ilk görüşmesini yaptı. Sonra sırası ile, Amerika'nın Adana konsolosu Elizabeth Shelton, İstanbul başkonsolosu Carolina Hagins, büyük elçilik müsteşarı Silver Lawrens, CIA görevlis Kenny Bob ile görüşürken Abdullah Gül'de boş durmuyordu. O da İngiliz elçisi Sir David Logan ile görüşüyordu.
Yapılan bunca görüşmelerde tabiki konuşulan şeyler Türkiye'nin hayrına değildi. 
Karşılıklı yapılan bir alış-veriş vardı ve Türkiye ve Türk halkı ortada yatan kurbanlık koyun idi.

Neyse biz tekrar 57. Hükümetin son haline bakalım.
Ecevit Başbakandı ve tüm Avrupa ülkleri ve Amerika kapılarını adeta Ecevit'in suratına kapattı. 
Ama Erdoğan her gittiği ülkede kırmızı halılar ile karşılanıyordu. 
Saygın bir lider görünümü verildi. Ecevit itibarsızlaştırıldı. 
Önüne kasalar fırlatıldı, bitap bir halde kasıtlı olarak hergün televizyon ekranlarında, Haberal'ın desteği ile yürütülüyordu. 
Artık herkesin kulağı Ecevitin ölüm haberindeydi...
Ölmesi an meselesiydi sayılıyordu...

Haberal'ın elinden kurtulan Ecevitin sağlık durumu iyiye gidince, tek yol kalmıştı. 
DSP yi parçalamak. 
Öyle de oldu.
Ve derken erkem seçim kararı alındı 8 mart 2002.

57. Hükümetin yıkılmasından sonra artık AKP'nin iktidar olma yolu açılmıştı.
Hesaba katmadıkları bir şey oldu. Erdoğan 8 Mart seçiminden sonra Millet vekili olamamıştı. 
Deniz Baykal'ın desteği ile o engel de ortadan kalkınca, Erdoğan'ı meclise sokmaya sıra gelmişti. 

Ama nasıl...

Ona da derhal bir formül bulundu...
Siirt...

Namı dağer Jet Fadıl'ın heveslenerek olduğu milletvekilliği elinden alındı. 
Sebep neydi peki?

Bahane şu...
Siirtin Pervari ilçesinin Doğan köyünde 706 seçmenin kayıtlı olduğu 17-18-19 numaralı sandık kurulları usulunce oluşturulmadığındam dolayı, Siirt seçiminin iptaline karar verildi.
Hem de oy birliği ile. Çünki karar alınmadan önce, yine Amerikan elçisi YSK'yı ziyaret etmişti.
Kimseden ses çıkmıyordu...

Adam sanki Muz Cumhurriyetinde. Elini kolunu sallaya, sallaya istediği kuruma gidiyor, istediği kararları aldırıyordu.
İlginç olanı ise; bağımsız Türkiye diye yırtınan o özgürlükçü sol ve medyası, özgür ve bağımsız Türkiye yanlısı sağ da susmuştu...

Tabiki beklenen son belli oldu. 2 Aralık 2002 de Siirt'te seçimler yenilenecekti....
Yapılan seçim sonucunda Erdoğan seçilerek meclise girdi.
İlk icraati ise 1 mart 2003 tezkeresini oylatmak oldu.
Bu tezkerenin kabul olması durumunda, Amerikan askerleri Türkiye üzerinden geçerek Irak'ı işgal edeceklerdi.
O zaman henüz tam biat etmeyen millet vekilleri bu tezkereyi red etti.
Erdoğan çok hiddetlenmişti. O günden bu güne kesintisiz; Amerika'nın, İsaril'in, İngiltere'nin hiç bir isteği muhterem tarafından red edilmedi.
Göstermelik bir iki 'heyyyt' ten sonra tekrar boyun bükmeler alıştığımız şeyler oldu.

Şimdi ben sizlere bir tesadüfmüş gibi gözüken bir olayı izah etmeye çalışayım.
Erdoğan şiiri nerede okumuştu?
El cevap...Siirtte
Peki nereden Milletvekili yapıldı?
Tabiki siirtten...
Buradan çıkan sonuç şu; Amerika bizim aklımızla, karakterimizle, benliğimizle, bağımsızlığımızla adeta alay etti.
Pembe ihtilaller Arap ülkelerinde hiç olmazsa biraz patırtılı oldu. Bize pembe rüyalarla giydirildi. 

Konuşulucak,yazılacak o kadar çok şey varki ne yazmakla, ne de anlatmakla bitecek gibi değil.

İsrailden aldığı ödülden tutun, rüşvet bataklığına düşmüş bakanlarına, milyarder olmuş aile ve yandaşlar, satılan vatan topraklarından tutun da, çevremizdeki yanan ateş topu, defalarca kandırıldım demesine rağmen hala başta kalması ve en
kötüsü, bir danışmanının Amerika'ya ricada bulunması...
"..henuz daha lağıma atmayın.." sözü yenilir yutulur değil..
Bunların hepisi iktidara gelme hırsı ile yapılan gizli pazarlıklar sonucu olan şeylerdir.

Benim aslında en fazla merak ettiğim şey şu;
Biz bunu nasıl hazım ediyoruz?..
Bilmemize rağmen, görmemize rağmen!..

Ne desem ki ben...
Galiba en iyisi iyi uykular demem lazım.

Haki Korkmaz
Stockholm