Çocuktum. Ormandan odun taşımak için kullandığımız bir atımız vardı. Zavallı atı sağa sola sürer, karadenizin dağlarında kâh yokuşa kâh yokuş aşağı dörtnala delirmişçesine koştururdum. Hayvan terler, yavaşlar, nefes nefese kalır ama ben izlediğim kovboy filmlerinin etkisiyle onu zorladıkça zorlardım. Amerika ile ilgili ilk ders budur. Amerikadan fazla etkilenmek sizi vicdansız yapabilir...

Bir gün yine böyle dörtnala sağa sola koştururken at birden garip bir şey yaptı. Benimle birlikte kendini yüksek bir yerden aşağıya atıverdi. Kelimenin tam anlamıyla kendini de beni de öldürmek istedi. Atladığı yerdeki dikenlere takılıp kalmasak çok yüksek bir yerden düşmemiz işten bile değildi. Dikenlere takılana kadar düşüp sürüklendiğim yerde kolum bacağım yüzülüp yara bere kan içinde kaldım. 

Hayatımın en ilginç anıydı. Atın gözlerine baktım. Bana ne demek istediğini anlamaya çalışır gibi. İnsan değil ki kaşını gözünü büzüp duygularını dışa vursun. Haliyle hayvana empati yapmaya çalıştım. Bir canlıya kendisini ve beni öldürmek isteyecek kadar eziyet ettiğimi ve yaptığımın korkunçluğunu o an anladım. Ağzı var dili yok hayvan çığlığını böyle atmıştı. Onu anladım ve o günden sonra bir daha asla hayvana o şekilde eziyet etmedim. Üstelik ona saygı duydum. Davranışındaki isyana şapka çıkardım. 

Akp ilelebet bu milletin tepesine binip istediği gibi kırbacı vurabileceğini düşünüyor. Oda tv yi kapatıyor ve tüm muhalif sesleri hukuksuzca susturuyor. Ama gün gelecek o at gibi hepimiz güzelce delirip kendimizi tepemizdekilerle bir uçurumdan aşağı atacağız. Başka çaremiz kalmadığında, çığlıklarımız duyulmaz olduğunda herkes uçurumu tadacaktır...