Vefatının kırk ikinci senesinde Hüseyin Nihal Atsız'ı biyografik, fikri-politik, yaşam acıları yerine ona dair olanı, onun kaleminden derlemeye çalıştım. Ne kadar yazılsa az, farkındayım. Ruhu şad olsun, adı Türklük yaşadıkça yaşasın!

Tabiatın doğurduğu bir çocuk olan insan yeryüzüne yayılmış ve bu yayılmalar sonucu oluşan yalıtım nedeni ile çeşitli ırklara ve uluslara bölünmüştür. Tabiatta yaşanan iklim değişiklerinin yaşam alanlarını daraltması ile ırklar ve uluslar arasında bir hayat sahası mücadelesi başlamıştır.Hayat sahası mücadelesi, zaman zaman ulus içi boy mücadeleleri, kültür ve inanç mücadeleleri, ekonomi mücadeleleri olarak da yaşanmıştır.

On sekizinci yüzyılın sonlarında Uluslar Çağı'nın başlamasıyla, ortak genetiği, dili, tarihi, kültürü ve ülküyü paylaşan uluslar, hayat sahası mücadelesinde ulusun önemini kavrayarak; uluslarını, uluslarının geleceğini ve uluslarının hayat sahalarını korumaya yönelmişlerdir. Bunun için bilim, teknik, ahlak ve askeri olarak uluslarını hazırlarken, uluslarının tinsel yönünü de binlerce yıl önceki mitlerle, destanlarla, efsanelerle, yaşanmış tarihlerle doyurmaya çalışmış ve tüm bu kaynaklardan ulusları için bir gelecek yaratmayı düşünmüşlerdir. Bu çalışmalarda ulusal değerleri gözetmekten öte ulusal değerleri yaşayan bilim insanları, tarihçiler ve edebiyatçılar büyük bir önem taşımışlardır.

On dokuzuncu yüzyıldan itibaren Türk Ulusunda da bilim insanları, tarihçiler ve edebiyatçılar geçmişe nazaran bilinçli ve disiplinli bir yöntem ile uluslarına eğilmişlerdir. Kırım Türkistan'ında İsmail Gaspıralı, Kafkasya Türkistan'ında Hüseyinzade Ali Turan, Ahmet Ağaoğlu, Ural Türkistan'ında Sadri Maksudi, Akçuraoğlu Yusuf, Zeki Velidi Togan, İç Türkistan'da Mustafa Çokay, Türkiye Türkistan'ında Namık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi nice münevver Türk Ulusu üzerine kıymetli çalışmalar yürütmüştür.

Türk Ulusuna eğilen ve Türklüğün şekillenmesine büyük katkıları olan bir Türkçü şahsiyette, baba tarafından Gümüşhane'ye bağlı Torul kazasının Midi köyündeki Çiftçioğulları ailesine, anne tarafından ise Trabzon'un Kadıoğulları ailesine mensup olan Hüseyin Nihal Atsız'dır.

Atsız, yirmi beş yaşından itibaren araştırmalarıyla, öğretmenliğiyle, dergileriyle, makaleleriyle, şiirleriyle, romanlarıyla, konferanslarıyla, cemiyet faaliyetleriyle ve fikri mücadeleleriyle ömrünün son anına kadar ulusuna hizmet etmiştir. Bu süreç içerisinde ulusunun içinde bulunduğu menfi durumun nedenlerini belirleyerek, bu sorunlara yüzeysel yaklaşmak yerine kökten çözümler önermiştir.

Atsız, ulusunda gördüğü büyük küçük her türlü sorunla alakadar olmuş, küçük sorunların birikerek bir yıkıma sebebiyet verebileceğini kavramıştır. Ta ilkokul eğitiminin nasıl olacağından hangi müziklerin dinlenmesi gerektiğine, askerlik töresinden cemiyetin yapısına, kadınla, gençlikle ilgili hatalı gördüğü her konuya titizlikle mim koymuştur. Gençlik ve Ahlak Makalesindeki şu satırlar hep dikkatimi çekmiştir:

"… Gençlik, ahlaki bir çevre içinde yaşamalıdır, dedim. Gençlik okulda, hayatta, sinemada, kitapta, plajda, sokakta, vapurda, tramvayda daima ahlâkın hâkim olduğunu görmelidir. Gevşek bir öğretmen, kötü bir filim, zararlı bir kitap, bir plaj kepazeliği, sinsi bir yazı bazen herhangi bir gencin bu toplum için kaybolmasına sebep olabilir.

Türk gençleri, millete kötülük edenlerin tepelendiğini, büyüklere heykel dikildiğini görmelidir. Türk gençliği ata yadigârı olan sebillerde rakı satıldığını, sinemalarda şehvet uyandıran filimler gösterildiğini, sağlık koruma yeri olan plajlarda türlü kepazelikler yapıldığını görmemelidir. Mefahiri inkâr eden, yalancı ülkülerin propagandasını yapan, aileyi baltalayan yazı, roman, makale okumamalıdır. Yoksa yalnız telkin vermekle, öğüt vermekle iş bitmez.

Millî ahlâkın mezbahası olan bar, meyhane, balo gibi yerler ve güzellik kraliçesi seçimi gibi rezaletler Türkiye'de yasak edilmelidir. Medeniyet bunlar değildir. Bunlar medeniyetin kanalizasyonlarıdır.

Sözün kısası: Kendimize dönelim. Ahlâk, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, görenek, gelenek ve her şeyde milli olalım.

Milliyetçi dergiler ortalığı kapladıktan sonra, o paçavra gibi komünist şiirleri(!) ortalıkta azaldı. Bir de şu caz denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerikan kepazeliği kalksa, hele şu tercüme kanunlar yerine millî örf ve ahlâkımızdan alınmış yasalar yapılsa, yani tam manasıyla milli olsak ne olur biliyor musunuz?

Yine dünyanın birinci milleti oluruz."

Atsız, her türlü toplumsal konuya Türk'çe yaklaşabilmiştir. Atsız'ı ardıllarının gözünde bir doruk kılan birazda onun buz gibi Türk olmasıdır. Atsız, bedenen olduğu kadar ruhen de Türk'tü. Atsız, Türkçe düşünüyor, Türkçe hissediyor, Türkçe konuşuyor, Türkçe yaşıyordu. Bu halini şu sözüyle de belirtiyordu: Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeğe tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türk'üm. Siyasi, içtimai mezhebim Türkçülük 'dür. Atsız'ı tanıyan herkes, "O'nu, 1950'ler İstanbul'undan alıp; Kuneli'ne, Göktürk Kağanlığına, Timurlu Devleti'ne, Türkiye Selçuklu Devleti'ne koysak, araç-gereçler dışında yaşamında hiçbir değişiklik olmazdı" sözüne katılır. Atsız'da zaman ve mekân yoktu. Duygusal kişiliğini gördüğümüz şiirlerinde ve romanlarında bunu apaçık ortaya koymaktadır. Bozkurtlar romanında Ötüken bozkırlarında, Deli Kurt romanında Karamanoğulları Beyliğinde, Ruh Adam romanında bir İstanbul parklarında bir Kamlançu çimlerinde bizi adım adım gezdirmektedir. Bizi, dumanlardan görülmeyen efsunlu bir diyara götürmektedir. Kömen adlı şiirinde;

"Analım Tunga Er efsanesini;
Duyalım geçmişin erkek sesini.
Bürüyüp Tanrı Dağ'ın çevresini
Yine Gök Türk olalım, El kuralım.
Ötüken-Yış durak olsun da bize
Yürüsün ordular ordan denize.
Çinli baş vermezse, gelmezse dize
Kağanın buyruğu vardır: Vuralım."

Dizeleriyle bizi Alper Tunga yuğ töreninden alıp, Tanrı Dağ'ına, Göktürklere, Ötüken'e, Kore Denizi'ne, Çin'e, akına götürmektedir. Şiirin devamında bizi o diyardan çekip;

"Hiç düşündün mü niçindir yaşamak?
Bir görev yapmak içindir yaşamak.
Er kişiysen görevin neyse, başar.
Zevke, eğlenceye hayvan da koşar.
Görüyorsun nice havan yığını
Ki yapar sadece hayvanlığını.
Fakat onlar bile kendince yine
Tükürürler Kardeş'in itlerine.
O nasıl olmalı bir ruhu ölü,
Ya da bir canlı, fakat kahpe dölü
Ki sanar durduğu yer it inidir,
Oysa bir şanlı şehitler sinidir.
O fuhuş uzmanı çikletli dişi,
Dişinin en kötü, en köhnemişi,
Kaplamış ruhunu çirkef yosunu,
Hiç umursar mı şehit ordusunu?
Var mıdır onca tivistin ötesi?
Adı üstünde: Köpek sosyetesi!
Yok sayıp sen de bu ruhsuz sürüyü
Kılavuz yap ebedi Gök Börü'yü."

Günümüze getirerek ulusal yozlaşmayı ortaya koymakta ve bize bu mukayeseden sonra öğüt vermektedir.

Atsız, romantik bir edebiyatçı olduğu kadar realist bir tarihçiydi. İnsanlık tarihinin, insanın, toplumun ne olduğunun bilincindeydi. Tarihte devletlerin nasıl yıkıldığını, milletin nasıl yok olduğunu, ataların kanıyla sulanan topraklarda sığıntı durumuna nasıl düşüldüğünü çok iyi kavramıştı. Türklerin belki de en acı dönemi olan 1911-21 yıllarını çocuk ve ergen psikolojisi ile yaşamıştı. Vatanın, milletin, devletin öneminin farkındaydı. Küçük bir toprak parçasının dahi verilmesinin, sayısız şehide ihanet olduğunu, devletsizliğin veya devletin acziyetinin trajedilerini Balkan Savaşları'ndan sonra İstanbul'u dolduran Türkleri görerek öğrenmiş, 1914-21 yılları arasında kapı komşuları olan gayri Türkler 'in nasıl Türk komşularına ihanet ettiklerini görmüştü.

Tüm bu birikimini dayanak alarak ulusunun geleceğini düşünüyor ve tabiatın zayıfa merhamet göstermediği gerçekliğini esas alarak, Orhun Kitabelerini dikme ihtiyacını hisseden Bilge Kağan gibi ulusuna töreye uydukça, "Senin ilini kim alabilir? Özünü, töreni kim bozabilir?" diyordu.

Atsız'ın bir başka özelliği de zamanın gerçekten geçici bir kavram olduğunu çokça anlamasıdır. Hepimiz yaşamın sonu olduğunu, geçici olduğu bildiğimiz, düşündüğümüz halde bunu ne derece gündelik hayatımıza katabildiğimiz tartışmaya açıktır. Fakat Atsız'ınki değil. Atsız şüphesiz ki, insanlık tarihinin ne ölçüde derin olduğunu ve Bilge Kağan'ın "Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için doğmuş / türemiş / yaratılmış" öğüdünün manasını özümsüyordu. Menfaat gütmeyen kişiliğini, zamanın geçiciliği ile temellendirmiş olabilir. Ne kadar uzun olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun, nihayetinde kaçınılmaz bir son vardı. Ebedi olan yalnız bir ferdi olduğu Türk ulusuydu. Yozgat ilinin bir kazası olan Boğazlıyan Kaymakamı Milli Şehit Kemal Bey'in de vasiyetinde haykırdığı gibi: Fertler ölür, millet yaşar!

Varoluşsal gereksizliği, Ruh Adam adlı romanında deşen Atsız, insanın yalnızca bir ülkü için yaşaması gerektiğini ifade ediyordu: Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir. İnsanın yaşamı boştu, doldurulmalıydı. Yaşamı; parçası olunan ulus için mücadele etmek, bu uğurda savaşmak, mertliği ortaya çıkarmak, yaşamamız için bedel ödeyen atalarımıza olan borcumuzu ödemek, ata yurtlarını ve soydaşları kurtarmak gibi ülküler ile dolduruyordu. Atsız, Türk'ün Türklüğe yabancılaşmasından, sanayii kent toplumlarının durağanlığından şikâyet ediyordu. Yaşam, bir kentte, bir evde, belirli kişilerle, tekrardan olan işte çalışmak olmamalıydı. Yaşam, tabiatın kucağında, uçsuz bucaksız bozkırda, yeşil çimende, temiz havada, haşmetli dağların eteklerinde olmalıydı. Ve varoluşu, Yakarış adlı şiirinde şöyle özetliyordu:

"Anlamayız hayatı felsefeyle, ilimle;
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı.
Rahat yatakta ölmek acep olmaz mı çile?
Kanlı sınır boyları bize mezar olmalı.

Âşık nasıl bulursa iç açan bir serin su
Sevdiği bir güzelin som yalaz dudağında,
Sönecektir bizim de gönlümüzün tamusu
Tanrıların gezdiği yüce Tanrı Dağında."

Vefatının kırk ikinci senesinde Hüseyin Nihal Atsız'ı biyografik, fikri-politik, yaşam acıları yerine ona dair olanı, onun kaleminden derlemeye çalıştım. Ne kadar yazılsa az, farkındayım. Ruhu şad olsun, adı Türklük yaşadıkça yaşasın!

Son olarak şu sözlerine yer vermek istiyorum:

"Zamanla herkes unutulacak ve meselâ milâdın 5.000 inci yılında, bugün pek büyük gözüken insanların adı ancak ansiklopedilerde 3-4 satırlık yer tutacaktır. Fakat benim 21 inci yüzyıla varmadan unutulmam, benimsediğim Türkçülük fikrine asla gölge düşürmez. Türkçülük ülküsü; Irkçılığı ile Turancılığı ile militarizmi ile yaşayacak, bu muhakkak…"

O; bütün ömrünü, mertçe yaşayan,
Maziden atiye atılmış oktu.
Özünü yitirmiş, kutlu millete,
Yol gösteren, aşılmaz bir doruktu!

O; varlığıyla Türklüğe miraçtı,
Adsızlık ona en ulu kazançtı.
Ne Tanrıdan başkasına el açtı,
Ne de feleğin cefasından ürktü!

O; anı aşıp, tarihte dolaşan,
Kürşad ile Çin Sarayı'nı basan,
İlteriş Kağanla gök tuğu asan,
Tepeden tırnağa, buz gibi Türk'tü!