Bir paskalya gecesiydi. Avcılar, ormanda kara orman tavuğu avlamak için saklanmış, şafağın ilk ışıklarını izlemekteydiler.

Birdenbire havada öyle bir uğultu duydular ki, bataklıktan kalkan büyük bir kuş sürüsünün havalandığını sandılar. Ağaçların tepesine çıktıklarında gördükleri şey kuşlar değil, paskalya şabatına giden bir cadı güruhuydu. Süpürgeler, kara kazanlar, fırıncı kürekleri, ölü hayvanlar ve akıl almaz daha bir çok şeye binmiş halde uçan cadıları gördüler. Cadılar öyle yakından uçuyorlardı ki avcılardan biri, onlardan birini tanıdı, çünkü onun komşusuydu. Avcı onu görünce birden "Hey! Margin Myra!" diye bağırdı. Adı zikredilen cadı birdenbire yaşlı bir köknar ağacının üzerine düşerek kalçasını kırdı, çünkü bir cadı uçarken tanınır ve ismi ile çağrılırsa büyü bozulur ve uçmak için kullandığı nesne yere çakılırdı. Margin Myra'yı yakalayıp hakime götürdüler, şüphesiz bu işin sonunda diri diri yakılacaktı. Onu direğe odun yığınının üzerine çıkarıp direğe bağladıklarında son bir arzusu olduğunu söyledi; "Lütfen gözlerimdeki bağı açın"

Yüzünü uzaklara çevirerek gözlerindeki bağı açtılar, işte o zaman birdenbire Margin Myra ateşler içinde kaldı. Cadı kadın, geride bir hatıra bırakmıştı, küçük bir kız çocuğu…

Gudbrandsdal'daki papazın himayesine verilen kız çocuğu dokuz yaşından büyük değildi ama kötülük ve kaprislerle doluydu. Bir gün papaz ona bahçedeki patatesleri alıp mutfağa götürmesini istedi.

"Peeeh! dedi küçük kız, onları hiç taşımadan mutfağa getirebilirim" Papaz küçük kıza kuşku ile bakarak "Nasıl yapacaksın bunu?" diye sordu. "Şimdi bir bakalım" dedi küçük kız ve ellerini kaldırmasıyla birlikte şiddetli bir rüzgar oluştu, bahçedeki patatesler doğruca uçup mutfak tezgahının üzerine yerleşti. Bunu gören papaz, hayretler içerisinde başka şeyler de yapıp yapamadığını sordu. Kız, "Evet isterseniz mutfaktaki tüm kapları sütle doldurabilirim ama inekler zarar gördüğü için bunu yapmaktan hoşlanmıyorum" dedi.

Papaz bunu da yapması için ısrar edince kız istemese de yapmak zorunda kaldı. Önce ahşap duvara bir balta sapladı, sonra da onun sapına dokundu. İşte o zaman baltanın sapından süt fışkırdı ve altındaki kovayı doldurmaya başladı. Kız bir süre balta sapından süt akıttıktan sonra durdurmak istedi fakat papaz karşı çıktı "Hayır evladım devam etmelisin" Bir süre sonra kız tekrar durdurmak isteyince papaz yeniden ısrar etti "Hayır tüm kaplar dolana kadar süt akıtmalısın"

Kız buna itiraz ederek "Biraz daha süt akıtırsam artık baltanın sapından kan akmaya başlayacak ve inekler zarar görecek" dedi. Papaz "Bunun için endişelenme ve devam et" diye yeniden ısrar etti. Kız biraz daha sağdıktan sonra bu kez "Devam edersek ahırdaki ineğin ölmüş olacak" dedi. Bu sözler papazın umurunda değildi ve buyurgan bir sesle "Devam et dedim sana!" diye bağırdı. Kız tekrar baltanın sapından süt akıtmaya başladı ve biraz sonra Papaz'a dönüp "Ahırdaki ineğiniz artık öldü" dedi. Balta sapından süt gelmemeye başlayınca papaz ahıra gidip ineğini kontrol etti, gerçekten zavallı hayvan kaskatı kesilmiş halde, cansız yatıyordu. Akşam olmadan civardaki köylülerden birkaçının da ineğinin ölüm haberi geldi. Ertesi gün büyük meydanda küçük kızı odun yığınlarının üzerinde ateşe verdiler, onun da sonu tıpkı annesi gibi olmuştu…

Hikâye bu kadar... Orta çağ'da milchzauber, yani süt cadıları meşhurdu, bunların bir kütüğe balta saplayarak sapından süt ve tereyağı akıttığına inanılırdı. Eğer bir köylünün ineği verimsiz olduysa civarda bir cadı yaşadığına hükmedilirdi. Engizisyon insanları öyle korkutmuştu ki insanlar bir çocuğun başını okşamaktan ve bir elma ikram etmekten imtina etmeye başlamışlardı çünkü zehirli elmalar cadıların alâmetifarikası idi. 

Hikâyeyi Youtube'da dinlemek için aşağıdaki videoyu kullanabilirsiniz...