Eyüp Sultan'da Mayıs ayının ilk günü, öğleden sonraydı. Sabahtan itibaren dört mevsimi birden yaşamıştık adeta. Güneşle bulutun dansına gelmişti sıra. Seviyorum İstanbul'un bu halini. Kendine has bir ruhu olduğunu anlatıyor insana.

Bundan sekiz yıl kadar önceydi. İstanbul'a yeni göçmüştük. Fatih'teki Şehzadebaşı Bozdoğan Kemerine yakın, Kirazlımescid Caddesi numara yedideki eve taşındık. Babam beni İstanbul Erkek Lisesi'ne yazdırdı. Aslında Adapazarlıyız. Ben de burada doğmuşum, Semerciler Mahallesi'ndeki dedemin evinde. Ramazan Bayramı'nda, Şevval ayının ilk günü dünyaya gelmişim. Her ne kadar çocuk ismiyle gelir deseler de dedemin ismini almışım: Mehmet Sait. Köklü bir ailemiz var. Abasızzadeler derler bize. Baba tarafımın soyunun dayandığı Mehmet Bey, takayla İzmit dolaylarından geçerken üzerindeki aba suya düşmüş, bunun üzerine yanındaki arkadaşları ona "Abasız" demişler. Bundan sonra bu lâkap yaygınlaşmış, halk arasında Mehmet Bey'in çocukları "Abasızzadeler" olarak tanınır olmuşlar. Basit ama bizim için anlamlı bu hikâyeyi dedemden birçok defa işitmişimdir. Dedem Seyit Ağa Adapazarı'nın önde gelenlerinin takıldığı bir kahve işletiyordu. Bir dönem milletvekilliği de yapan amcam Ahmet Faik, babam Mehmet Faik gibi bir süre belediye başkanlığı da yaptı.

Dört yaşımdayken babamın Yazı İşleri Müdürü olarak tayin olduğu Karamürsel'de, deniz kıyısındaki bir evde yaşadık. Mavi sulara tutkunluğum bu güzel kasabada başladı. Deniz rengi kısık gözlerimle uzun uzun maviliklere dalar, dalgaların dilini anlamaya çalışırdım. Özgür ruhumun mayalanması o zamanlara dayanır. Okul çağım geldiğinde Adapazarı'na geri döndük ve okula burada başladım. Ticarete atılan ve bunda da başarılı olan babam, aynı zamanda şehrin Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nde görev almış, çalışmalarından dolayı kendisine İstiklâl Madalyası verilmişti.

Annem ile babam geçimsizlik nedeniyle bir süre ayrı düştüler. Sert mizaçlı bir baba ile otoriter bir annenin arasında kalmıştım. Çok sevdiğim dedem ile yaşadım bu sürede. Annemi haftada bir görürdüm. Ruhumdaki bu sızı ve yalnızlık üç buçuk yıl sürdü. Bu sürenin sonunda, aile büyüklerinin araya girmesiyle tekrar bir araya geldi bizimkiler; ama bu ayrılık bende hem derin izler bıraktı, hem de annemle özel bir bağ kurmama vesile oldu.

Bu sırada da on birinci Yunan Tümeni İzmit'i, Kırkpınar'ı, Sapanca'yı, bir gün sonra da Adapazarı'nı işgal etmişti. Üç ay süren Yunan işgalini milli çete grupları sonradan dağıtmış olsalar da, Adapazarı halkı işgalin işaretlerini önceden almış ve şehri boşaltmıştı.

Bu sebeple ailemiz ve akrabalarımız ile birlikte Düzce'ye, ardından da Hendek'e giderek, iki yıl kadar buralarda yaşadık. Doğduğum şehrin bir buçuk yıllık işgali, Halit Molla'nın ilk ezanı okuyup, minareye bayrağımızı çekmesiyle sona erdi. Şehre dönüşler de başladı ve biz de evimize döndük. Liseye gelinceye kadar okuluma burada devam ettim.

Beyazıt'taki Fuat Paşa Konağı'na taşınan İstanbul Sultanisi, İstanbul Erkek Lisesi ismini yeni almıştı. Okulun sarı siyah olan renkleriyse, savaşla ilgili hatıraları canlı tutmak içindi. Sarı, hastane olarak kullanıldığı dönemde okulun bir ara taşındığı Karaköy'deki Saint Benoit binasının, siyahsa, Çanakkale Savaşı'na gönüllü olarak gidip dönmeyen elli İstanbul Erkek Lisesi öğrencisinin anısına boyanan okul pervazlarının rengiydi.

Öğretmenlerimiz öğrencilere yakın, ilgili, insancıl kişilerdi. Çoğunun başka okullarda da dersi olduğu için koşturmaca ile geçerdi günleri. Bazıları daha çok seviliyordu. Bunlar arasında Tarih öğretmeni Muhsin Bey, Tabiat Bilgileri dersi öğretmeni Gani Bey, Daha sonraları Yücel soy ismini alacak Edebiyat öğretmeni Hasan Ali Bey'di. Felsefe derslerine de girerdi Hasan Ali Bey. Felsefe bilgisi aktarmaktan ziyade felsefe ilgisi uyandırdı bizlere. Etkili, güzel bir Türkçesi vardı; düzgün ve iyi giyinirdi.

Okulun yatılı talebelerindendim. Ne var ki, babamın zoruyla okula gidiyor, derslere ilgi göstermiyordum. Yaşadığım onca ayrılıktan sonra yatılı olmak benim için kolay değildi. Ne yalan söyleyeyim, okuldan nefret ediyordum. Bu yüzden kime sorsalar hayta, yaramaz, kavgacı bir talebeydi derler benim için. Refah düzeyi üst seviyedeki ailenin tek çocuğu olmam, anne babamın bir süre ayrı yaşaması, dedemin aşırı koruyucu sevgisiyle şımarmış halim bu huylarımın itici gücü olmuştu. Arkadaşlarım bu haşarılığımdan dolayı beni "H₂O", bazen de "Sulu Sait" diye çağırırlardı.

Onuncu sınıf üç şubeye ayrılmıştı. İlk ikisi yatılı, diğerlerine nazaran daha küçük ama ferah olan üçüncüsü ise yatılı olmayan öğrencilere ayrılmıştı. Ben birinci sıradaki, yatılıların olduğu kırk üç kişilik sınıfta talebeydim.

Ekim ayında sıradan bir gündü. Zil yeni çalmıştı; o gün neşem yerindeydi, bütün haşarılığım ile arkadaşlarıma takılarak yerime oturdum. Dersimiz Arapça idi. Arabî muallimimiz Seyit Salih Tahir Bey ufak tefek, sakallıydı; soğukkanlı, uysal bir mizacı vardı. Okulda sevilen, vakur, bilgili ve ülfet sahibi bir şahsiyetti. Sağ el yüzük parmağındaki vav harfinin olduğu kocaman gümüş yüzüğü dikkat çekerdi. Sınıfa girdi ve onu her zamanki gibi ayakta karşıladık: "Oturun" dedi, oturduk. Seyit Salih Bey iki eliyle cübbesini düzeltip yerine oturdu, ama oturması ile kalkması bir oldu. Sonra bize dönerek: "Bu iğneyi benim minderime kim koydu?" Bizde çıt yok. Aslında muallim sandalyeleri bütünüyle ahşaptan, oturulacak yeri kalın malzemeden yapılmıştı. Üzerine minder konulurdu, bazı sınıflarda minder olmazdı, ama bizim sınıfta vardı. Salih Bey, bu defa elini masaya öyle bir vurdu ki, parmağındaki yüzüğün sesinden ahşap tavanı mesken tutmuş tahtakuruları bile kaçıştılar adeta. Ağzını her açışında yükselen ses tonuyla hiddetlendi: "Söyleyin diyorum, kim koydu bu iğneyi?" Ama nafile, tık yok. Öfkeli ses devam ediyordu, adeta köpürmüştü: "Ben bu muameleye lâyık değilim, sizlere teessüf ederim. Zira cevap vermezseniz hepiniz sürgüne gidersiniz! Sürgün!" Arabî muallimi biraz daha bekledikten sonra: "Pekiyi öyleyse!" dedi, defteri imzaladı ve eteklerini savurarak sınıftan çıktı, gitti. Ben ve arkadaşlarım ilk defa işittiğimiz sürgünün ne anlama geldiğini tartışıyorduk kendi aramızda.

Muallim Salih Bey meseleyi Müdür Besim Bey'e bildirdi, istifasını da oracıkta verdi. Besim Bey öğrenciler için derhal tahkikatı başlattı. Olay Disiplin Meclisi'ne havale edildi.

1925 yılının ilk Öğretmenler Toplantısı, öğretmenler odasında tam kadro ile toplandı. Kendisi de sarı siyahlı olan, bu okulun tedrisatından geçmiş, ilminin bereketinden nasiplenmiş en genç mualliminden duyduğumuza göre alışılmışın dışında, çay ve bisküvi ikramı varmış. Müdür Bey henüz ortalıkta yokmuş. Çaylar içilip, bisküviler yenilirken Müdür ve Disiplin Meclisi odaya girmiş. Müdür mütebessim bir ifadeyle kararı açıklamış: "Muhterem Hocamız Salih Efendi'nin minderine iğneyi koyan iğneci sınıfın tamamının ihracına karar verdik. Çünkü olayın failini ele vermiyorlar." demiş. Odada soğuk bir hava esmiş. Kimse menfi, müspet hiçbir şey söyleyememiş; bizim sarı siyahlı genç muallim söz almış: "Disiplin Meclisi'nin bu korkunç kararını tasvip etmiyorum. Koskoca bir sınıf nasıl ihraç edilir. Bir katilin bile kanun karşısında bir avukatı olur. Eğer delil bulunmuyorsa suçlu olan idaredir, bulması lazımdır. Bulamazsa bu talebelere ihraç cezası veremez. Hem de bütün bir sınıf, öyle bir sınıf ki, lisemizin en değerlileri ile doludur. Düşünelim ki yarın Salih Hoca'dan ve bizlerden daha üstün hizmetler görecek şahsiyetler bu sınıftan yetişecektir," demiş.

Müdür ve İnzibat Meclisi üyeleri bu cesur, gözü pek genç muallimin sözlerine cevap verememiş. Çaylar içilemeden, toplantı da dağılmış.

Olay 17 Ekim 1925'de basına yansıdı. Arkadaşlarımızdan Feridun elinde salladığı Akşam Gazetesi'ni bize gösterdi. Feridun'un "Bir Uzaklaştırma Vakası" başlığını okuyunca etrafında toplandık. Haberin bizimle ilgili olduğunu anlamıştık. Feridun haberi okumaya başladı: "İstanbul Erkek Lisesi onuncu sınıf talebesi derse gelen Arapça öğretmeninin oturacağı sandalyeye iğne koymak küstahlığında bulunduklarından ve bu cüreti gösteren talebeyi meydana çıkarmadıklarından dolayı mektepten uzaklaştırılmışlardır.

Mektep idaresinin verdiği bu uzaklaştırma kararı pek münasiptir. Sınıflarımızda talebenin hürmet mecburiyetinde olduğu disiplin kuralları doğrudan doğruya memleket kanunlarının küçük bir kıyaslamasından ibarettir. Bu kurallara riayet etmeyen sınıflar, mektepteki fertlere değil, doğrudan doğruya devletin büyüklüğüne ve ilmin maneviyatına tecavüz etmiş sayılmalı ve o suretle cezalandırılmalıdır."

Bu haberin üzerine, benim "Neymişiz be biz!" sözlerim dışında kimse yorum yapmadı. Aslında bu olayın en kuvvetli şüphelisi ben olmama rağmen, bununla ilgili arkadaşlarım tarafından en ufak bir baskı veya ima hissetmedim. Ertesi gün yine Feridun'un tedarik ettiği Vakit Gazetesi'nde, Mehmet Asım'ın da bu minvalde yayınlanan haberini okuduk.

Öğretmenler Toplantısı'nda söz alıp bizi savunan Sarı Siyahlı genç muallim, bizim iğneci sınıftan iki öğrenciyi alarak Cumhuriyet Gazetesi'ne götürdü ve lehimizde bir yazı yazdırdı. Ayrıca Vali Süleyman Sami Bey'i de ziyaret ederek, iğneyi yerleştirenlerin biz olmadığımızı, sınıf kapısının devamlı açık olmasından dolayı, başka sınıftan birilerinin yerleştirmiş olabileceğini, suçsuz olduğumuzu anlattık.

Sınıfımızdan İhsan, iki arkadaşımızı da alarak destek aramak için dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye de başvurdular. Ancak Başbakandan ummadıkları bir tepkiyle karşılaşmışlar. İnönü onları: "Muallimlerin altına iğne koyanlarla benim işim olmaz. Şimdi gidin. Hangi taş büyükse başınızı ona vurun" diyerek paylamış kendilerini.

Tam umudu kesmişken, aradığımız destek Akşam Gazetesinden, Necmettin Sadak'tan geldi. Köşesindeki yazıda yaptığı değerlendirme özetle şöyleydi: "Birkaç gündür gazeteler, kafile halinde sokak sokak dolaşan, mektepten maarife, maariften vilayete, vilayetten gazete idarehanelerine başvurarak nihayet güçsüz kalan mektep çocuklarının macerasını naklediyorlar. Bunlar muallimlerinin iskemlesine iğne koydukları ve asıl suçlu bulunmadığı için toptan uzaklaştırılmış bir sınıf talebesidir. Eğer mektep idaresi kararında ısrar eder yahut Milli Eğitim Bakanlığı bu umumi cezayı tasvip ederek başka bir yol göstermezse, onuncu sınıfa kadar gelmiş ve tahsil çağının sonuna varmaya muvaffak olmuş bu gençler, bir an için bütün ümitlerinin ve zahmetlerinin boşa gittiğini göreceklerdir. Karanlık İstanbul bu gençlere, kim bilir ne meçhul akıbetler hazırlayacaktır!" Necmettin Sadak devam ediyordu: "Mekteplerde disiplini ihlâl eden, fena ahlâklı çocuklar varsa, eğer bazen bir talebe, başka bir suretle cezalandırılması kâfi gelmeyecek ağır bir suç işlerse, tatbik edilecek muamele, onu istikbâlin, serseri, hırsız, katil hazırlayan korkunç ümitsizliklerine atmak değil, bilâkis terbiye ve ıslah etmektir. Bunun içindir ki uzaklaştırma cezasını ortadan kaldırmak, umumi mektepler dâhilinde ıslah hali kabil olmayan yahut ağır suçlar işleyen talebeye mahsus ıslahhaneler vücuda getirmek lazımdır. Bu husus bu milletin yetişen zekâları, hatta okuma yazma bilenleri o kadar azdır ki, bunların içinden ara sıra birkaç tanesini, onarılması zor ceza ile sokağa fırlatmak ve artık onlarla hiç meşgul olmamak çok ağır bir sorumluluktur. Hırsızlar, katiller için bile ıslah edecek ve onları daha uslu olarak tekrar hayata çıkaracak bir hapishane vardır." diyerek bitirmişti yazısını.

Mesele bir lise meselesinden çıkmış bir memleket meselesine dönüşmüştü bile. Kimi gazeteler bunu, Birinci Dünya Savaşı'ndan beri okulların içine düştüğü bunalımın bir sonucu olarak değerlendiriyordu. Bu durumun İstanbul'daki okullarla sınırlı kalmadığı, buna benzer başka olayların da olduğu vurgulanıyor, maarif sisteminin yeniden ele alınması isteniyordu. Kimi de bu olayda sadece bizlerin cezalandırılıp meselenin kapatılmasının geçici bir çözüm olacağını söylüyordu. Sınıfların mevcutlarının kalabalık olmasından dem vuruluyor, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'e bu ve diğer tüm sorunların araştırılması için çağrıda bulunuluyordu.

Bize verilen cezanın ağır olduğu haberlerini dikkate alan Maarif Vekâleti, daha geniş bir soruşturma için bakanlık müfettişi Saffet Bey'i görevlendirdi. Soruşturma sürerken İstanbul dışından gelen arkadaşlarımız Darülaceze'ye yerleştirildiler. Benim ailem İstanbul'da olduğundan, böyle bir sorun yaşamadım. Bu arada ailemin Adapazarı ile ilişkisi devam ediyordu. Ticaretini İstanbul'da sürdüren babamın işleri de fena sayılmazdı. İtiraf etmeliyim Adapazarı'nda tek özlediğim, çok sevdiğim dedeciğimdi.

Saffet Bey bizlerle tek tek görüşerek yazılı ve sözlü ifadelerimizi almış ancak bir sonuca ulaşamamıştı. Hiçbirimizin suçu üstlenmemesi veya suçlu hakkında herhangi bir bilgi vermememiz durumu güçleştirmekteydi.

Cumhuriyet Gazetesi'nde bu süreçle ilgili birinci sayfadan bir haber daha yayıldı: "Soruşturma devam ediyor. Fakat İstanbul Erkek Lisesinde Arabî mualliminin iskemlesine çuvaldız koyan yaramaz çocukların kim olduğu bir türlü meydana çıkarılamıyor. Bu yüzden de elliye yakın garip genç sokaklarda sürünüyorlar. Belki de tahsilden mahrum kalacaklar.

Bu vaziyette hocanın iskemlesine çuvaldız koyan yaramazın ve yaramazların üzerinde bir mertlik vazifesi duruyorken çuvaldız vakasının kahramanı veya kahramanları kendileri olduğunu itiraf etmeyerek, suçsuz arkadaşlarının tahsiline mâni olmaktadır.

O yaramaz gençler, bu mertliği gösterecek olurlarsa mektep idaresi değilse bile kamuoyu kendilerini affedecektir. Çünkü Türk gençliğine yaraşan ve şeref veren bir mertlik göstermiş olacaklardır. Yaramazlık affedilir, fakat namertlik asla…"

Namertlik ile erdem arasına sıkıştırılmıştık. Bizim tamamımızın cezalandırılmamızın ağır bir karar olduğu baskınlık kazanıp, daha uygun bir ceza verilmesi gündeme oturmuşken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in TBMM'nin açılışında yaptığı konuşmada "Okullarda disiplinin sağlanması eğitim yaşamının en önemli ilkesidir" demesi ve ülke genelinde okullarda yaşanan olaylara dikkat çekmesi üzerine, bakanlık soruşturmayı derinleştirmeye karar verdi. Birden olayın seyri değişmişti. Soruşturmanın bir an önce sonuçlandırılması için Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı Nazif Bey de sürece dâhil edildi.

16 Kasım'da bakanlık müfettişleri soruşturmayı tamamlayıp, raporunu Ankara'ya gönderdiler. Raporda hepimizin hocamızın sandalyesine iğneyi koymak için birlikte hareket ettiğimiz belirtiliyordu. Okulumuzla ilişiğimizin kesilip, başka illere gönderilmemiz karara bağlandı.

Bana Bursa Erkek Lisesi düştü. Öğrenimime burada devam ettim ve buradan da mezun oldum. Bizler okuldan ayrıldıktan sonra Arapça Muallimi Seyit Salih Bey, ikna edilerek kendisinin tekrar okula döndürülmesi, Felsefe ve Edebiyat derslerimize giren Hasan Ali Bey'in, isimlerini Can ile Canan koyduğu ikiz çocuklarının olması gibi duyumlarım hariç, İstanbul Erkek Lisesi ile ilgili pek bir irtibatım olmadı. İstanbul'da mektep arkadaşlarımızla karşılaştığımız olurdu. Okuldan ve Salih Hoca'dan ne zaman söz açılsa: "Ne de efendi adamdı. Nasıl elimiz vardı da o iğneyi minderine koyduk" derdik.

Eyüp Sultan'da güneş tekrar kapandı, etrafında toplanan güvercinlere yem atan zat tanıdık geldi bana, koşup elini öptüm. "Hocam bizi affettin mi?" diye sordum. Karşımdaki kişi çok şaşırdı: "Niçin sizi affedeyim, sebep ne?" dedi. "Hani şu iğne meselesi hocam." Elini öptüğüm zat temelli afalladı: "Evladım, sen yanılıyorsun galiba, beni birine benzetmiş olmayasın?" Bu defa da benim kafam karıştı: "Siz Arapça muallimi Salih Efendi değil misiniz?" Adam güldü: "Yok evladım, ne münasebet, ben Arapça muallimi değilim, adım da Salih değil." Üzgün bir ifadeyle: "Bir çocukluk yaramazlığının vicdan azabı içindeyim hocam, benzettiğim kişi olmasanız da zararı yok. Onun namına beni affetseniz de şu iş olup bitse." Karşımdaki zat, suzidil makamında tavır yapıyormuş gibi elini sallayıp, gülümseyerek: "Affettim gitti evladım." dedi. Ben de, zatın elini bir kez daha öpüp oradan uzaklaştım.

Hava henüz kararmamıştı, alanı daha terk etmemiştim. O zat güvercinleri yemlemeye devam ediyordu. Uzaktan uzun uzun onu izledim. Elini öpüp ayrılırken onun Arapça muallimimiz Salih Bey olduğunu anlamıştım. O an beni utandırmamak için mi inkâr etti, yoksa niyeti bana nispet yapmak mıydı bilemiyorum, ama bildiğim bir şey varsa, o da, hâlâ parmağına taktığı vav harfli yüzüğünü hak ettiğiydi. Geçen zaman öfkenin önüne geçmişti. Zihnimin bir tarafını kuşattığı bu durumdan kurtulduğumu, hafiflediğimi fark ettim.