"Bir varmış bir yokmuş" diye başlar masallar. "İyinin kötüye karşı verdiği mücadelenin içinde ilerler. Sevginin gücü ile kötüyü nasıl alt ettiğini ve nasıl karanlığı yırtıp yeryüzünü aydınlattığını, mutluluğun gücü ile nasıl çiçeklerin açtığını ve ağaçların meyve verdiğini anlatıyorlar masallarda..." diye konuşmaya başladı garip karşısında oturan kadının gözlerinin içine bakarak. Kadın konuşmaya başladı, tek tek karşısında oturanların gözlerinin içine bakarak:

"Benim adım Dilistan, anlamı ise aşk ülkesi, sevda ülkesi manasına geliyor. Ben o ülkenin kraliçesiyim. Ülkemde kadınlar biribirinden farklı özelliğe ve dillere destan bir güzelliğe sahiptiler. Ülkemde rengarenk papatyalar, her renkten güller çeşit çeşit çiçekler vardı. Doğa ananın ihtişamının gösterisiydi sunulan bu güzellikler bizlere...

Sonsuzluğa uzanan bir deniz,
Suyu kirletilmemiş henüz...

Koca bir akvaryuma andırıyordu, şeffaf bir güzelliği ile her çeşit balığı barındırıyordu içinde. Yani huzur veren bir güzelliğe sahipti denizimiz...

Sıradan bir gündü, ansızın karabulutlar belirmeye ve etrafa yayılmaya başladı. Karabulutun gölgesinin düştüğü yerler kurumaya, güller ve papatyalar renklerini yitirmeye başladı. Geriye kalan sadece solmuş ve kurumuş bir ormandı. 

O günden sonra bir değişim yaşanmaya başladı ülkemde. Dostluklar ve arkadaşlıklar anlamını yitirmeye başladı. Sevginin yerini nefret ve kötülük, mutluluğun yerini hüzün ve keder almaya başladı. Ve sevginin, aşkın rengi değişmeye başladı. Önceleri, kurumuş bir ağacın duruşundan anlam çıkarılırdı neden dolayı kurumuş verilmeyen bir su mu ve yahut unutulmuşluğun verdiği ıstıraptan mı?

Veya bir evin penceresinin önünde solmuş bir çiçek gördüğümüz vakit; çiçek ile sohbetin kesildiğini, sohbetsizlikten dolayı solduğunu anlardık…

Güneş tekrardan doğuyor lakin huzuru ve mutluluğu simgelemiyor, yeryüzü tekrardan aydınlanıyor fakat bir anlam ifade etmiyordu benim için. Yatağımdan doğruldum, açık kalmış pencereden halkıma baktım, bir farklıydı, bir farklılık seziyordum halkımda ben bugün. İlk başlarda anlam veremiyordum ilerleyen günlerde fark ettim ki kalplerinin siyahlaştığını, beyinlerinin kirlendiğini ve ruhlarının gitgide lekelendiğini görmeye başladım. 

Kalpler karardıkça karabulutunda karardığını, beyinler kirlendikçe karabulutun, yeryüzüne çamur yağdırdığının ve ruhlar lekelendikçe, karabulutun genişleyip yayıldığını görmeye başladım. Yavaş yavaş huzursuzluk yayılıyordu ülkemin sokaklarında, bir dedikodu dolaşıyordu sessizce kulaktan kulağa, halkımın arasında bu sessizlikte bir gürültü koptu ama kimsecikler duymadı.

Cadde ve sokaklara görülmez duvar örülüyordu, beyinler demir parmaklıklar arasında sıkışıyordu fitne ve dedikodu yayıldıkça. Sadece ben mi görüyordum örülen duvarları, beyinlere vurulan demir parmaklıkları benim mi aklım algılıyordu? saçma geliyordu bana. Sadece benim, görmem, hissetmem ve algılamam… Anlam veremiyordum bütün bu olanlara belki de içimdeki kuruntulardır diye düşünmeye başladım.

Ağır adımlarla yatağıma doğru ilerledim, iç çekerek yatağa attım kendimi nasılda yorulmuşum hiçbir iş yapmadan. Gözlerimi gök yüzüne diktim izlemeye başladım, ne güzel bir duygu gök yüzünü izleyerek uykuya dalmak gök yüzüne aşık olduğumu bütün halkım bilir. 

Bundan tam on yıl önce idi, yeni tohumlar getirmek için başka bir diyara gitmiştik. Halkımdan birkaç kişi birleşip duvar ustasını da yanlarına alarak odamın tavanını yıkıp cam tavan yapmışlardı. Hiçbir karşılık beklemeden yapılan bu sürpriz çok mutlu etmişti beni... 

Gözlerim parlamaya ışık saçmaya başladı, Ay'ın ışıltısıyla hayranlığımı gizleyemiyordum, bu denli hayran olunacak ne özelliğin var, hiç sıkılmadan her gece artan bir hayranlıkla izliyorum seni, sahi sen neden dolayı yaratıldın, niçin, varlığının sebebi ne? 

Gecenin karanlığında umudun, sevincin ve huzurun var olduğunu anlatmak için mi yaratıldın, dünyaya? Birden dikkatim dağıldı şaşkınlıkla pür dikkat kesildim, gözleri mi hafiften kıstım kaybolmuş yıldızları arıyordu gözlerim. Sonunda; insan şeklini anımsatan bir yıldız bulabildim. Ne garip düne kadar yıldızları izlemeye doyamıyorduk, yeşilliklere atıp kendimizi gökyüzünde yıldız saymaktan yorulurduk şimdi ise yıldızlar ülkesinde yıldız arar olduk. Güzellikler terk mi ediyor bizi, yıldızlar gibi yoksa biz mi vazgeçiyoruz güzelliklerden. 

Kazandığımızı sandıklarımız, kayıp ettiklerimizden daha mı değerli. Mesela gökyüzü gibi koyu maviliği nokta nokta parlatan, gökyüzü ve yeryüzünü aydınlatan Ay'a aydınlatmasında yardımcı olan yıldızlardan nasıl vazgeçebildik, diye düşüncelere dalıyorum. Düşüncelere daldıkça gözlerim kapanıyor gözlerim kapandıkça uykuya dalıyorum derin bir sessizlik içerisinde ertesi güne uyanıyorum." 

İşte Dilistan'ın masalıda böyleydi tekrar eden, değişmeyen bir masal...
Kalktı Dilistan ayağa, herkes şakındı hiçbir şey demeden samimiyeti, hüznü, kederi, yorgunluğunu, düşlerini sanki masanın üstüne bırakıp çekip gitti...