Şehrin merkezine kilometrelerce uzakta bir dağ köyüydü orası. Dağlıktı, yeşilliği bereketli, ormanı gür, bulutluluk oranı yüksekti. Seneler sonra -belki bu, bir ilkti- belediye halka verdiği sözü tutmuş; önce yolları betona, sonra da asfalta kavuşturmuştu.

Yıllarca çürük kokular yayan çamurun üzerinde dönen araçların tekerlekleri şoförlerin isyanını eksiksiz betimliyordu. Kar yağdığında oluşan don, çamurla teması kesse de ulaşımın zorluğu değişmiyordu. Kepçe, dozer ve greyderden ibaret iş makineleri iki üç ayda bir, karambole uğrardı köye. Sanki unutulmuş, bir başına bırakılmıştı sonsuz dağlarda kurulu köy. Allah'a gidercesine inzivaya çekilen bir gövdenin sessizliğine bürünüyordu çoğu zaman tepelerde tüten ocaklar. Bahar geldiğinde, çiçekler açtığında, kuşlar öttüğünde dahi mutlu olamazdı köylü. Çünkü en kısa süreli yağmurda bile yollar bataklığa dönüşür, adım atılacak mesafe kalmazdı.

Yola çıktın, yanında şemsiyen yoksa yağmura tutulma ihtimalinden kurtulamıyordun. Ara ara dağlardan kopup gelen domuzlar yollarda sürüler hâlinde devriyeler atıyordu. Önde anne-baba domuz, arkada onlarca yavru; bir aşağı bir yukarı koşup duruyordu. Her an bir domuz sürüsüyle karşılaşabilir, ne yapacağına karar veremeyecek şaşkınlıklar yaşayabilirdin.

Köylüler ulaşımda, üretimde sıkıntı yaşadıkça köyün meydanında birikir, muhtara derdini anlatmaya çalışır, muhtardan bir çâre beklerlerdi. Lig maçlarının, asabi futbolun oynandığı o zamanlarda çıksın da bir şeyler söylesin, ne olur Kaymakam beye anlatsın sorunumuzu, yaşadığımız engelin büyüklüğünü ilçenin bürokrasisi duysun diye kendini parelerdiler.

Yine böylesi bir günde kahvehanede toplanan ahali tam derdini muhtara anlatacakken süper lig maçları başlamış, ortalık bulanmış; toz, dumana karışmıştı...Soldan attı, sağdan attı, üst direk alt direk, hakem elini sarı karta, yok yok, kırmızı karta götürdü, düdüğünü çaldı çalacak derken çaycı çayla dolu tepsiyi elinden düşürdü, yerler bir anda cam kırıklarıyla doldu. Muhtar sinirlenip millete sessiz olmasını, tezahüratı sadece dudaklarını oynatarak yapmasını söyledi. Tanımıyor muydu köylüyü veya hangi dağda mağara var, hangi ormanda ağaçlar daha yaşlıdır, yaylaların gidişatı nasıl, derelerin, kaynak sularının yüzde kaç eğimle aktığı hususunda bilgisi yok muydu?

O minik köyde neler oluyordu, doğru işlemeyen düzen neleri alabora ediyor, yaşamı çekilmez kılıyordu? İnsan için konforun, hele ki bu zamanda ne de huzurlu bir eylem barındırdığından habersiz miydi? Ya her şeyi bilip köylünün nabzını yokluyordu ya da kendisine dokunmadığına inandığı yılana bin yaşa diyordu. Fakat bu, mümkün değildi. Aynı kazanın içindeydiler, su kaynadıkça her biri yanacaktı!

Forvet çizgisine üç metre kala bir şut çekildi, o da ne? Top direkte patladı. Muhtar önündeki sandalyeyi kaldırıp yere vurdu. Ahaliye susmasını söyleyen muhtarı kimse zaptedemiyordu. Bir hışımla kahvenin dışına çıkıyor, sövüyor sayıyar içeri giriyor, bir hışımla oturuyor, tırnaklarını yiyordu. Az sonra tırnaklarını yemeyi bırakıp çaycıya seslenip millete çay vermesini söyleyen de kendisiydi.

Maçta son dakikaların çanı çalıyordu, destekledikleri takım 5-1 yenik durumdaydı. Herkesin kafasından dumanlar yükseliyor, suratlar barut, gözler ateşlenen namlu gibi lav saçıyordu.

Kalabalıkta fark edemedi sanırım? Sandalyeyi kaldırıp yere vurduğunda oğul vermiş petek misali aralardan fırlayan, korktukları yüzlerinden okunan bir grup çocuk dışarı atıvermişti kendini.

5-1'lik yenilgi suratların asılmasına sebep olduğu gibi öfkeyle karışık suskunluğu da getirmişti. Sigarasını yakmak için dışarı adımını atan muhtar, üç metre kadar solunda, karanlığın yoğunlaştığı alanda çocukların maçla ilgili yaptıkları yorumları duyar oldu. Sandalyesini kaldırıp yere vurduğunda korkup dışarı fırlayan çocukları fark etmemiş olmalı ki suskunluğunu bozup çocukların yanında bitiverdi.
Eğilip yüzlerini seçmeye çalıştı.

_Sen Marangoz Salim'in oğlu değil misin, sen Pimaş Tacettin'in oğlu, sen Dülger Şehmuz'un...sen...sen?..
Bu saatte, bu yaşta, burada olmak doğru mu sizce? Nerede babalarınız?

_Evde.

_Sizin ne işiniz var burada?

Küstahlıkta sınır tanımayan çocuklar:

_Esas senin ne işin var burada, sen git evine!..

_Şunlara bak şunlara! Hem saygısız hem dilleri uzun! Ben sizin muhtarınızım muhtarınız küstahlar! Bu köyün muhtarı, devletin en sağlam kemiği! Hadi bakayım, doğruca evinize gidiyorsunuz! Üçe kadar sayıyorum ya da üçten geriye!..

Ne kadar küstahlaşsalar da muhtardaki ciddi, sert yüzün karşısında daha fazla direnemediler. Aynı anda hareket edip büsbütün karanlığa karışan gövdeleriyle terk ettiler bulundukları yeri.

Kahvehanenin sahibi içeriden seslendi:

_Muhtarım; ocağı kapatacağım, çay ister misin?

_Getir, şöyle demli tarafından bir tane Hamdullah efendi!

Sanki aynı anda iki bardak çayı değişmeli içecekti de vazgeçip bir tane getir dedi.

Çayını yudumlarken aniden karanlığı yaran bir kamyonet belirdi yolun ilçeye uzanan tarafında. Önce kornaya basıp sonra durdu araç. Araçta üç kişi vardı. Diğer köyün sakinleriydiler, yaylaya çıkıyorlardı. Selâm verdiler, muhtarın hâlini hatrını sordular. Vedalaşıp gidecekleri sırada şoför, muhtara:

_Muhtarım; yollarınız çok bozuk, küçük bir yağmurda patinaj ediyor araçlarımız, bir baksanız ilgilenseniz bu yollarla nasıl olurdu acaba?

Kusurlara tahammülü olmayan muhtar ansızın celâllenmede rakip tanımıyor, hemen cevabını veriyordu suallerin.

_Yapmaz mıyız? Yapıyoruz, elimizden gelenin fazlasını yapıyoruz! Ben bu köye ömrümü verdim, her taşında parmak izim vardır. Lakin Kaymakam beyin bu sıralar işleri pek yoğun, en yakın zamanda gereken alt yapı desteğini sağlayacaklar, gayri tüm köylüler, diğer köylerin insanları da rahatlıkla ulaşımını sağlayacaklar.

Siz, şimdi düşünmeyin bunları; köyün yolları biraz bozuk diye müteessir olmayın, önceden yol mu vardı, dua edin bugünlerimize, bugün yol var da ilerliyoruz! Yirmi sene katırla gezdim dağı taşı, buraları çimenlikti, yol ne arardı. Seksen senesinde dikilince elektrik direkleri yavaş yavaş baş verdi yolumuz, ilçeden yaylaya kadar beş sene sürdü yolun yapımı. Dile kolay beş sene. Şükredeceğimize isyan ediyoruz..!

Gideceğim, gideceğim bir daha gideceğim sayın Kaymakam beyin makamına, betonlama ve asfaltlama çalışmalarına Yüce Allah'ın izniyle başlayacağız!

Diğer köyün yerlileri çoktan pişman olmuştu yolların bozukluğundan dert yandıkları için. Bir an evvel uzaklaşmak istediler muhtarın yanından. Muhtar hararetli konuşmasını sürdürdükçe onlar gözlerini kaçırıyor, "yeter be adam yeter" demek istiyorlardı.
Nihayet konuşması bitti muhtarın. Yolunuz açık olsun deyip yol verdi diğer köyün yerlilerine.

Herkes dağılmış, evine gitmişti. Çaycı ocağı kapatmış, muhtarın elindeki boş bardağı vermesini bekliyordu.
İki dal sigara içtikten sonra titreyen eline rağmen sol elinde tuttuğu boş bardağı çaycıya uzatıp elini cebine saldı. Kendisinin içtiği çaylarla köylüye ısmarladığı çayların parasını ödeyip aracına bindi, ilerlemeye başladı. Birkaç dakika içinde dereyi tepeyi aydınlatan şimşeğin arkasından gök gürledi, hava yağmura teslim oldu.

Kahvehaneye iki kilometre uzaktaydı evi. Aslında en iyi o biliyordu bozuk yolları, kaygan rampaları, tehlikeli virajları; biliyordu da işi çekip çeviremiyordu layıkıyla. Gittikçe hızı artan yağmur, bozuk yollarda çukurlar, göller oluşturuyor, çekilmez çilenin altını dolduruyordu.

Aracın silecekleri yağmurun hızına yetişemezken durdurdu aracını, iyice bakınmak istedi dışarı. Gittikçe kalın bir tabakayı yolun üzerine çarşaf çarşaf seren sisle ancak önünü, yere düştükçe zıplayan, yayılan yağmur tanelerini görebiliyordu. Yaylaya gidenler haklı mıydı, bozuk muydu yollar? Kendi köylüsünden neden duymamıştı böyle şeyler, yoksa köylüler söylemişti de kendisi mi duymamıştı?

Gitmeliydi, bekleyemezdi, yağmurun dineceği yoktu.
Galiba yaylaya giden diğer köyün sakinleri haklıydı diye geçirdi içinden.
Güçlükle de olsa varmıştı evine, kapıyı açar açmaz Saliha Saliha dedi.
Terliklerini bulamıyordu. Her zamanki yerinde değildiler, kim kaldırmıştı onları?

_Saliha Saliha! Terliklerim nerede?

_Sabah koyduğun yerde...

_Saban koyduğum yerde değiller.

Uzaktan uzağa konuşuyorlardı, zahmet edip yerinden kalkmadı Saliha.

_Allah aşkına, çık şu odadan, çık da yüzünü görelim!

Saliha kapının başında dikilip sinirli sinirli bakındı, terlikler yerinde yoktu.

_Ah kızım, gene mi?

Muhtarın beş yaşındaki kızında terlik taşıma alışkanlığı vardı. Her kim terliklerini kapının önünde çıkarmışsa alıp odasına götürüyor, okşuyor, saklıyordu.

_Ah kızım, gene mi deyip kızının odasından kendi elleriyle koymuşçasına alıp muhtarın ayakları dibine bıraktı terlikleri. Kız ağlamaya, halının üzerinde yuvarlanıp taklalar atmaya başladı.
Verin terliklerimi verin diye diye feryat edince muhtar dayanamadı:
_Al senin olsunlar, güle güle kullan kızım!..

Yalın ayak yürüyüp banyonun kapısını açtığı an kaydı, düştü, az kalsın başını mermere çarptı. Sabır çekti, doğruldu, elini yüzünü, ayaklarını yıkayıp abdestini aldı, namaza durdu.

Saliha hızlı bir şekilde sofrayı kurdu, muhtar namazını kılınca ailece kuruldular sofranın başına.
İki kızı vardı muhtarla Saliha'nın. Annesi tarafından genelde terlikçi lakabıyla çağrılan 5 yaşındaki Esma ile 9 yaşındaki Sena hayatta sahip oldukları en değerli iki candı. Sena, ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordu. Akşamları odasına çekiliyor, annesi çağırıncaya değin derslerine çalışıyordu.

Köyde bir kişi vardı tahsilli. O da köyün öğretmeniydi. Köyün öğretmeni, köyde görevliydi, atanamamış, ücretli çalışıyordu. İşine düşkün, işini özenle yapan öğretmen bey adeta harcanmış, haksızlığa meydan veren düzenin dişlilerine kapılmış, doğranmıştı. Yine de son bir umutla sınavlara hazırlanıyor, atanabilmek için çırpınıp duruyordu. Köye, köylüye hâkim; bağlı bulunduğu köyün tarihine aşinaydı. Aşina olduğu köyün tarihiyle ilgili ödev vermişti öğrencilerine. Öğrencilerinden biri de muhtarın kızı Sena'ydı.

Öğretmen, köyün tarihine, alt yapısına, aydınlanmaya yönelik bir araştırmanın sualini esasında öğrencilerin velilerine sormuştu. Yoksa küçücük çocuklar nereden bilecekti köyün geçmişini?

_Babacığım, öğretmenimiz köyümüzde elektrik direklerinin ne zaman ve hangi zorluklarla dikildiğini ödev olarak verdi bize, hiçbir bilgim yok, bana yardım eder misin?

_Tam da benim alanım! Ben taşıdım o direkleri ben kızım!..

Saliha araya girip:

_Yeter beyefendi yeter(gülüyor)! Tekrarlama, doğru düzgün anlat da kızımız yazsın defterine...

Yaz kızım diyerek seksenlere gitmeye karar verdi muhtar!

_Bak kızım, biz o zamanlar 17-18'inde delikanlı adamlardık. Nerede bir hayır işi varsa oradaydık. Her iyiliğin, köyümüze yararı dokunacak tüm çabanın altından biz çıkardık! Hey gidi zaman, nasıl da uçtu gitti! Hey gidi kızım hey!

Saliha kaşlarını çatarak susmasını istedi kocasının. Sonra ikazlarıyla cevap verdi ona:

_Kız senin söylediklerini yazmak için bekliyor, "hey gidi hey" mi yazsın defterine, bunu mu istiyorsun? Adamakıllı anlat ki, kızımız işe yarar şeyler yazsın defterine!

Muhtar:

_Ben böyle anlatayım, sen uygun lisanla aktar, kızımız da yazsın...

Muhtar köy ağzıyla anlatırken Saliha anlatılanları sözde edebi dile dönüştürüp daha sonra kızının yazmasını sağlayacaktı.

Muhtar anlatıyor:

Kar yağmıştı bir ara, ortalık boğulmuştu kara, sise... Sene bin dokuz yüz seksen, Türkiye'de darbe olmuştu kızım, kötü şeyler yaşanmış, acılar çekilmiş, mahpuslar gırtlağına kadar insanla dolmuştu.

Elektrik direklerini kamyonlara yükleyip getirdiler. O zamanki muhtarımız çıkıp konuştu kahvehanede, dedi ki: ey ahali, elektrik direklerimiz geldi; fakat bunun için güçlü, genç delikanlıların yardımına ihtiyacımız var. Direkleri sarp yamaçlara taşımak, görevlilere yardım için siz gençlerin bilek gücünü görmemiz lazım. Haydi bakayım şişirin bileklerinizi..!

Onlarca genç adam çıktı ortaya, ben yaparım, ben taşırım diyerek. Onlardan birisi de bendim sevgili kızım. Attım kendimi ortaya, şişirdim bileklerimi, sıktım dişlerimi, çattım kaşlarımı; bırakın bir başıma taşırım bu direkleri dedim. Muhtar hem güldü hem gurur duydu bizimle. O zamanlar çok güçlüydüm, boğayı devirirdim, koca bir öküzü boynuzundan yakaladığım gibi yere çalardım. Her kurbanda muhakkak bulunurdum. Ben devirir, boynuzundan tutup çevirir, tek hamlede yere yatırırdım koca öküzü...Kasap bağlardı ayaklarını, başlardık kesmeye kurbanı...

Yağmur yağmış, direkleri ıslatmış, arazi kayganlaşmıştı...Fazla bekleyemezdik, dünya kurulduğundan beri köyümüzde gaz lambası yanmıştı, artık sonuna gelmiştik yarı aydınlıkların...Sevincimiz bambaşkaydı, uçuyorduk, kanatlarımız vardı kızım. Kartallar misali çıkıyorduk tepelere, kayalıklardan bakıyorduk derelerin diplerine...

Yağmur yağmaya devam ettikçe pes etmemiz gerekirken biz daha dinç uyandık güne. Başladık direkleri taşımaya. Önde ben, ortada benimle aynı yaşlardaki arkadaşım, arkada benden iki yaş büyük, kendisine abi dediğimiz benden de güçlü bir genç adam...

Üç kişi koca direği taşıyoruz, görevliler şaşırıyor, "bu ne kuvvet; Seyit Onbaşı köylere gelmiş de haberimiz mi olmadı" deyip gıpta ile bakıyorlardı bize. Yüzlerce direği üç beş günde dağların yamaçlarına taşıdık, üç beş günde de direkler için kuyular kazdık, direkleri bir buçuk metre derine gömdük. Sonra görevliler bir haftada elektrik tellerini bağladılar, köyümüz aydınlandı, dünyayı karanlıkken de görür olduk...

Hey gidi günler, ne günlerdi o günler kızım! Sen nereden bileceksin baban neler çekmiş?

Kağıtlara yazılan yazıları seçemezdik. Öğretmen ders verir, ille de yapın derdi dersinizi. Akşam gaz lambasını az yakardı annem gaz bitmesin diye. Güya ödevimizi yapardık, göz gözü görmezdi, bir de kızardı annem, niçin zamanında dersimi yapmıyorum diye.

Aç diyordum gaz lambasını, biraz daha aç anne! Aç biraz daha dememle patlatıyordu suratıma tokatı! Ne dayaklar yedim de büyüdüm, bugünlere geldim, sen nereden bileceksin babanın kulaklarını babaannen kaç kere çekip pancar etmiş, kepçeye dönüştürmüştür?..

İkinci sınıfta kaldım; yalnız değildim, sınıfın yarısı da kalmıştı. Niye kızım niye? Bir sor hele! Niye olacak, annem gaz lambasını bitmesin diye azıcık alevle yakıyordu, defteri önüme koyuyor, hiçbir şey göremiyordum...

Başka bir gün sözüm ona kızdım, böyle olmayacak deyip defterimi kaldırıp gaz lambasına yaklaştırdım. Deftere ne yazmışım diye bakarken annemin sadece sesini duydum. Gerisini hatırlamıyorum; öyle dövdü ki beni öyle dövdü ki bayılmışım...

Yokluk vardı, kasvet vardı; kadıncağız korkuyor, korkusunun önüne geçemiyordu. Gazımız erken biterse karanlıkta kalırız kaygısıyla ikide bir dövüyordu beni. Dayak manyağı olmuştum. Hatta bazı geceler dayak yemediğim için bedenimi eksik hissediyordum. Annem dövsün diyerek hınzırlık yapıyordum. Babam dövmezdi beni, niçin dövmezdi bilmiyordum. Annemden çok korkardı; dışarıda ağaydı paşaydı, evin içindeyse tavşan! Ah babam ah!

Annemin yüzünden okuyamadım, sınıfta kaldım! Biraz daha açsaydı gaz lambasını, alev büyüseydi, böyle olmayacaktı; ben de okumuş etmiş birisi sıfatıyla köyümüzün gururu olurdum! Olsun kızım, buna da şükür, en azından köyümüzün muhtarıyım, ya muhtar olmasaydım!?

Yine bir gün annen, yaktığı çırayla çamaşırları asmaya gittiğinde balkona( balkon dediğime bakma, adına "hayat" der eskiler, yani bugünkü koridor) fırsat bu fırsat hevesiyle defterimi gaz lambasına yaklaştırmak için iskemlenin üzerine çıktım. Tam defteri gaz lambasına yaklaştırırken iskemle kaydı, nasıl olduysa çekildi ayağımın altından, küt diye yere düştüm, yerde boş tencere vardı, bir ses çıktı kızım bir ses, yıkıldı resmen ev! Annem koştu tabii, bir de baktı ki yerde yatıyorum, tencerenin kapağı ayrı kendi ayrı yerde. Omzum ağrımış, başımı da tencereye çarpmışım; annemi görünce ağrıyı sızıyı unuttum, bir daha yapmayacağım anne, söz desem de kâr etmedi, bir kamyon dayak yedim, gıdamı aldım ya yetti bana, gittim yattım!

O sene de sıfır aldım bütün derslerden. Okul bitti, karneleri aldık; aldık ama sınıfın yarısı kalmış! Ne yapacağız; kime, nasıl göstereceğiz bu karneleri? Yırtalım, atalım hepsini dereye, bu sene karne vermediler bize, seneye verecekler diyelim dedik. Kim inanır bize, inansalar bile o gün ya da ertesi gün okula gidip öğretmenlere sorarlar. Zaten öğretmenler okuldaydı, karneler verildikten bir hafta sonra gidebiliyorlardı memleketlerine.

Eninde sonunda götürdüm karnemi evimize, saklamaya çalışıyorum yine de. İkiye katladığım karnemi odama geçip elbiselerimin arasına sıkıştıracak, karne almamışım gibi yapıp içeriye, oturma odasına geçeceğim. Plânım böyle. Kim yer ki bu numarayı? Odama geçerken enselendim...Getir bakayım karneni dedi annem. Uzattım kendisine, kaldırdım çenemi, patlatsın tokatını diye bekliyorum.

Aferin oğlum, aferin yavrum; aldın karneni, bitirdin bu seneyi de, bitti okulun yani? Şimdi git, güzelce oyna oyununu dedi. Şaşırdım kaldım, niye böyle davrandı ki annem? Niye davranmasın ki, sonuçta bir veliydi o! Kadıncağızın okuma yazması yoktu ki? Nereden bilecekti geçip geçmediğimi? İyi de niye baktı karneme diye düşündüm? Niye olacak? Annelik görevini yerine getiriyordu. Ben sanıyordum ki okuma yazması olmayanlar da karneye bakınca anlıyorlardı geçip geçmediğimizi. Meğer öyle değildi. Bir sevindim kızım bir sevindim, sorma! Lakin sevincim yalnızca bir gün sürdü. Babam gelince annem, karnemi babama gösterdi.

Babam:

_Bu çocuk sınıfta kalmış, geçtiği bir tane ders yok hanım deyince bir kamyon daha dayak yedim. Kamyon üstüne kamyon! O sene yediğim dayaklar Aydın Dağları'ndan Ağrı Dağı'na köprü olurdu!..

Ey gidi kızım, sen nereden bileceksin baban kaç araba dayak yemiş? Şükürler olsun ki dayak yiye yiye aklımı kaybetmedim! Allah'ım korudu aklımı Allah'ım! Ey gidi kızım, sen nereden bileceksin gaz lambası nedir, sınıfta kalmak nasıl bir acıdır?

İşte, bu yüzden gönüllü olarak atıldık ortaya. On yedi-on sekiz yaşlarındaki gençler-sınıfta kalan gençler- adı altında taşıdık, diktik onca direği. Gaz lambasından ev içi aydınlatmaya, sokak lambasına geçiş ne demek, mutluluğunu tarif etmek nasıl bir şey sen nereden bileceksin kızım?

Muhtar ağlıyordu, gözyaşları kızının defterine damlıyor, sel olup taşıyordu...

Sena ilk kez görüyordu babasını ağlarken. Saliha da ağlıyordu, kocası ne acılar çekmişti de kendisine anlatmamıştı. Esasında Saliha da biliyordu gaz lambasını, yokluğu, kimsesizliği falan; fakat kocasının gaz lambası yüzünden okuyamadığını bilmiyordu.

Sildi gözyaşlarını, kuruttu akan derelerini muhtar ve hanımı Saliha'ya dönüp:

_Sen özet geçer, yazdırırsın Sena'ya anlattıklarımı...

Saliha, tamam işareti yapıp başladı kızına anlatmaya...

Sabah oldu, gün doğdu, güneş doğmadı, bulutlar izin vermedi güneşin ısısını yayıp köyü ısıtmasına.
Yağmur durmadan yağıyor, dinmek nedir, bilmiyordu.

Her zaman kalktığı gibi erkenden kalkıp sabah namazını kıldı, perdeyi aralayıp baktı dışarıya muhtar. Rahmetti yağan, Mevla'nın dağıttığı bolluğun şefkatiydi. Dua demekti yağmur; her damlasında Yüce Hakk'ın tekamülüne dair açık nişanlar, izler saklıydı. Niyaz etti, af diledi Allah'tan, tespihi sağ elinde, mutfağa gidip ocağı ateşledi; çaydanlığı yaylalardan gelen, boruları tarayarak geçen suyla doldurup ocağın üzerine koydu.

Saliha, Terlikçi Esma, Sena yatıyordu. Muhtar kaç kere seslendiyse kendisine, duymadı Saliha. Vaktinde kalkıp kılamadığı sabah namazını, kazaya bırakmış, kuşluk olmadan kılarım beklentisi içinde uyumuştu.

Çay demini alınca önce kızlarını uyandırdı muhtar, ardından eşini. Sofra başında konuşmadan iblisi yemeğe davet etmeden güzelce doyurdular karınlarını.

Muhtar dişlerini fırçalarken Sena okul çantasını hazırlıyordu. Her sabah okula bıraktığı kızını okul çıkışında alıp eve getiriyordu.

Dış kapıya vardıkları sırada Terlikçi Esma, günaşırı ne istemişse aynısını istemiş, babası muhtarı çikolatalı gofret alması hususunda alıştırmıştı kendisine. Ne kadar karşı çıksa da kızının çikolatalı gofret yemesine, "kızım sağlığına zarar verir bunlar" dese de galip gelemiyordu muhtar.
İstemsiz istemsiz, "tamam Esma, tamam kızım" diyordu.

Sena çantasını sırtına alıp bahçeye ayak basar basmaz rengârenk çiçeklerle bezeli, süslü şemsiyesini açtı. Babası önde, kendisi arkada; 70 metre ileride park hâlindeki araçlarına yürüdüler.

Yağmur hiddetinden taviz vermeden iri taneler şeklinde dökülüyordu toprağa, ağaca, yaprağa ve suya. Şükrünü tazeliyordu muhtar, kızına da öğretiyordu şükretmeyi, ne olursa olsun umuda dair bir geleceği vadediyordu.

Arkası gelmeyen yağmur taneleri yolları delip geçtikçe küçük hendekler oluşturup çukurlar kazdıkça ulaşım bir hayli zorlaşıyordu. Sâkin ve dikkatli bir biçimde ilerlediler.

Yolun sağında, köşede ıslandıkça çakılı kalan, biçâre bakışlarıyla üşüdüğü anlaşılan bir köpek yavrusunun umutsuz bedeni ilişti Sena'nın parlak gözlerine.

_Dur baba, ne olur dur!

_Ne oldu kızım, neden durayım?

_Bak baba bak, görüyor musun?

Nasıl göremedi bunca yıl pürdikkat yaşamış koca adam, çaresiz bir hayvanın naçar vücudunu, nasıl göremedi?

_Görüyorum kızım.

_Sahip çıkalım ona, alalım, eve götürelim, götürelim baba götürelim!

_Alalım kızım, arabaya koyalım; şurada naylon olacak, naylonu koltuğun üzerine serelim; ama köpeği şimdilik eve götüremeyiz. Geç kalırız, okuluna yetişmemiz lazım!

_Söz ver baba, beni okula bıraktıktan sonra evimize götüreceksin onu, evimize baba evimize!

_Kızım annen istemez; tüy döker, rahatsız eder bizi bu hayvan. Ben de istemem, evde namaz kılıyoruz yavrum; kedi-köpek besleyemeyiz!

Sena ağlar gibi oldu, itiraz etti, öneride bulundu:

_Bahçemiz geniş, küçük bir kulübe yaparız ona, ben besler büyütürüm onu, lütfen baba lütfen! Lütfen baba lütfen, ne olur baba ne olur! Lütfen lütfen lütfen!

Kızının istek ve tekrarlarına yok diyemeyen muhtar, köpeği evine götürüp bahçede küçük bir kulübe yapmayı kabul etti.

Günlerden cumaydı. Pazar gününe kadar boş vakti yoktu muhtarın. Düşündü o ân: ancak pazar günü yapabilirim kulübeyi...

Kızını okula bırakıp döndü; pazar gününe kadar idare etmesi için bahçede küçük bir naylon poşetin altında yaşamını sürdürmesini sağladı tarçın rengindeki küçücük köpeğin. Hanımı Saliha kaşlarını çatsa da kızı Sena'nın isteklerine yok diyemiyordu tıpkı muhtar gibi. Terlikçi Esma küçücük köpeği görünce havalara uçtu, bahçeye koştu yağmura aldırmadan. Kucağına aldı, bebek misali salladı, okşadı onu. Bu bizim mi anne, bu bizim mi? diyerek sevincini ikiye katladı.

Yollardaki çamur, ayakkabı boyunu aştı aşacak, kaymakam beyin yanına ne zaman gidecek, köylünün derdini ne zaman anlatacaktı muhtar? Caminin hocası dahi laf sokuyordu muhtara mecazi kalıplarla.

Cuma namazını kılıp kahvede toplandılar. Geçen hafta gece oynanan süper lig maçlarının bir kısmı gündüz, öğlen sonrası oynanıyordu. Muhtar ve köyün tamamının desteklediği takımın maçı da öğlen sonrası 15'te başlayacaktı. Maçın başlamasına az bir süre kalmış, köylüler masalarında yerlerini almış, ocakta çay fokur fokur kaynamış, çaycı çay servisine başlamıştı.

Geçen hafta 5-1 yenilen, gönülden destekledikleri, uğrunda ölümü göze aldıkları takımları bu hafta sahadan 4-2'lik skorla ayrılınca, yani takımları maçı kazanınca kahvedekilerin hepsi aynı anda dışarı çıkıp bellerinden çıkarttıkları on dörtlülerle 14 kurşun bitene değin yakıp geçtiler gökyüzünü.
Sıraya dizilip muhtarın başla komutuyla mermi manyağı yaptılar boşluğu. Yağmur mağmur dinlemedi; alevler, sesler içinde bıraktılar semayı.

Dışarı çıkıp silahlarını ateşlemeden evvel çoluk çocuğu kovalayıp evlerine göndermişti; ne de olsa çocuktular, silah kullanmak, taşımak alışkanlık yapmasın deyip kendince önlemler almıştı sayın muhtar.

...

Yağmur dinmiş, güneş az bulutlu havanın mavi boşluklarından sıyrılıp ıslak yolları, toprağı, çatıları kurutmaya başlamıştı.

Pazar günüydü. Erkenden kalkıp namazını kıldıktan hemen sonra keser, çekiç, testereyi alarak köpeğin kulübesini yapmayı gerektiren bütün hazırlıklarını tamamlamıştı muhtar. İki saat içinde kulübeyi yapıp köpeği kulübeye yerleştirip biricik kızları Sena ve Esma'yı uyandırmış, mutluluklarını gözlerinden okumak istemişti.

Sena, köpeğin adını "Tarçın" koydu. Esma köpekle oynamayı çok sevdi...Zaman su olup aktı, aylar geçti, köpek büyüdü.
Aylar geçti, köyün yolları beton, betonun üstüne asfalt döküldü. O güne değin köyde hiç kaza olmamışken köyün yolları beton ve asfalta kavuşunca bir yılda yedi kez kaza yaşandı; kazanın neticesinde üç ölü, beş de ağır yaralı çıktı köyden.

Zaman su olup aktı. Tarçın 9 yaşlarında öldü. Sena ile Terlikçi Esma'nın dünyası yıkıldı.

Zaman su olup aktı. Aradan 15 yıl geçti. Muhtar ve muhtarın eşi Saliha yaşlandı...Sena üniversiteyi kazanıp Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Atanamadı, özel bir okulda öğretmenlik yaptı. Terlikçi Esma okuyamadı, internetten tanıştığı bir gence kaçtı; bahtiyar olamadı, dayak yedi, ayrıldı, köyüne döndü.

Sena şehirde tanıştığı ilahiyat mezunu bir adamla evlendi. Nur topu gibi bir evlatları oldu. Adını Saliha koydular...

Uzak bir ilde emeğinin hakkını vererek çalışıyor, ekmeğini taştan çıkartıyordu Sena. Yıllarca uzak kaldığı ailesini ziyaret etmeyi aklından geçirdiyse de şartlar el vermedi.

Ölümlü dünyada menfaatin, doymak bilmeyen koşuşturmanın var ettiği hızdan, sömürüden uzaklaşmak mümkün olmuyordu. Zincirleri kırmak kolay değildi. Kolay değildi; fakat ortada annesi, babası vardı; vefanın, karşılıksız sevginin dipdiri örneği vardı.

Bir gün eşiyle yıllık izinlerini aynı aya denk getirip annesi, babasını ziyarete gittiler.

Belki ağaçların rengi, rüzgârın dokusu, göklerin mavisi değişmişti, hiçbir şey eskisi gibi olmamayı getirip sunmuştu onlara...

Sena büyütüp kuşlarını özgürlüğe saldığı, Tarçın'a kol kanat gerdikleri bahçeyi görür görmez tutamadı kendini, oluk oluk boşaldı gözyaşları.

Annesi, babası, Terlikçi Esma kapıda; senelerce varlığını emanet ettiği en hakiki hazinesi karşısında duruyordu. Sarıldı, kokladı her birini. Ağlaşıp gülüşüp içeriye geçtiler.

Yedi gün kaldılar köyde. Özlem giderdikçe eskiye gittikçe yüzlerinde beliren mazinin sıcacık rengini yudumladı, hep aynı etkinin etrafında toplandılar.

Sena babasının gözlerine baktıkça kısık seviyede yanan, annesinden dayak yiyen bir tenin gaz lambası altındaki kırılgan çocukluğunu gördü. O çocuk sınıfta kaldı, dayak yedi, okuyamadı; ama okumak isteyeni okutmayı başardı.

Yedinci günün akşam saatlerinde, ayrılık vaktinin geldiği o anlarda gizlice araladı babasının odasını Sena. Çantasından çıkarttığı beyaz bir kağıdı, hiç değişmeyen, estetik görüntüsünden ödün vermeyen gri masanın çekmece gözüne koyup usulca kapattı kapıyı.

Veda saati geldi. Tekrar sarıldı, ağlaştı, gülüştüler. Saliha arkalarından su döktü mutlu çiftin. Sena dökülen suyu görmediyse de hissetti. İçinden kelebekler yükseldi, havaya karıştılar tek tek. Anıları, çocukluğu, gülen çehresinin kıpkırmızı, kınalı, tertemiz yazgısı gibi.

...

Muhtar son zamanlarda kendini kitaplara vermiş, okudukça devleşmiş, daha bir güzelleşmişti.

Biraz daha güzelleşmeyi arzulayan adımlarıyla odasına geçip oturdu. Odası kütüphanesiydi artık; masası, kalemi, kitabı, defteri her şeyiydi.

Ara ara bir şeyler karalıyor, yarına bırakıyordu. Çekmecesini açıp kalemini çıkartırken kendisinin koymadığından emin olduğu beyaz bir kağıt temas etti parmaklarının nasırlı uçlarına. Dörde katlanmış kağıdı, içten bir şefkatle kavrayıp özenle açtı. Sayfanın tamamını kaplayan, hattatları kıskandıracak güzellikteki bir yazıyla yüzleşti:

"Merhaba küçük elbise, merhaba sınıfta kalan, defterini bir gün olsun loş ışıkta okuyamayan küçük adam;

Ben gaz lambası değilim! Ben seksende güçlü bilekleriyle dağ başlarına taşıyıp diktiğin elektrik direklerinden süzülen akımın aydınlattığı odanın ışığıyım!
Bu ışık ki; yarınları aydınlatan, bizlerin baş ucunda yanan, ömür boyu, nesil nesil yanmaya sevdalı ışığın kendisidir.

Sen gaz lambası değilsin; sen, sana bunları yazan ışığın tek kaynağısın.

Sen canım, canımı parlatan ışığım, canım babam; var ol, sağlıcakla kal.

Kızın Sena."
...

Sen gaz lambası değilsin!

Engin Yeşilyurt
5 Mayıs 2020