Utanarak kafamı eğdim. Enver Bey haklıydı. Bana bakarak devam etti; "Bu haberler çok vahim. Yeni milisler oluşturmak isterken çok berbat havadisler getirdin. Bu bir şeyi değiştirmez. Her zaman umut vardır Yolgezer unutma. Umudunu kaybedersen her şeyini kaybedersin."

Sert bir fırtına yüz hatlarımı döverken, hızımı kesmeden tepeyi tırmanmaya devam ettim. Kum birikintilerinin içerisinde bata çıka yürüyor, fırtınanın etkisi ile biriken tanecikler arasında yürümekte zorlanıyordum. Bazı yerlerde kumlar dizime kadar geliyordu. Canım çok feci tütün çekmişti. Sağ elimi cebime sokup tütün kabımı yokladım. Bu kum fırtınası içerisinde sigara saramazdım. Bana inat olsun diye rüzgar daha sert esmeye başlamıştı. Rüzgarın uğultusu kulaklarımdan bir saniye olsun gitmiyordu. Ne yazık ki ufak bir çöl fırtınasına denk gelmiştim.

Kabalağımı düzelttim ve kabalakla birlikte bütün boynumu ve yüzümü saran başlığımı iyice gerdim. Sadece gözlerim gözükmekteydi. Yola çıkmadan önce bütün yüzümü örtmüştüm. Başlığımın altında bütün üniformamı kaplayan pançom çoktan yıpranmıştı. Burada Arap bedevilerinden farksızdım.

Adımlarımı hızlandırdım ve tepede, fırtınanın arasında sağa sola sallanan çadırı gördüm. İçerisindeki lamba, rüzgarın şiddeti ile sallanıyor, ışık, çadırın içerisinde sadece belli bir bölgeyi saniyelerle ifade edilebilecek düzeyde aydınlattıktan sonra diğer tarafa yönleniyordu. İçeride kaç kişinin olduğunu tahmin edemiyordum. Bana verilen görevi başarmıştım ve bunu en kısa zamanda çadırdaki kumandana iletmem gerekiyordu. Daha da hızlandım.

Tepeye varınca çadırın içerisindeki hareketlenme arttı ve iki kişinin silueti belirdi. Çadırın girişinde durdum. Siluetlerden biri girişteki brandayı araladı ve kısık sesle söylendi; "Kimdir gelen?"

İkinci siluetin, arkadan uzattığı namluyu seçebiliyordum. Fırtınanın verdiği yorgunluk, bana hedefe ulaşma azmi kazandırmış ve kumdan yanan gözlerim bu sayede işe yarar olmuştu.

"Benim,Yolgezer. Tanımadın mı Serfiçeli?"

"Parola nedir?" Bu soru beni iyice germişti.

"Parola Mim'dir."

Arkadaki namlunun yavaşça indiğini gördüm. El yavaşça brandayı bıraktı ve usulca içeri süzüldüm.

Beni karşılayan Serfiçeli, çadırın sağına geçip mindere oturdu. Hemen soluna bana silah doğrultan Yenibahçeli Şükrü eyleşmişti. Ortada ufak bir masa vardı. Masanın sol tarafındaki minderde Filibeli Hilmi, onun yanında da Abdulkadir oturmaktaydı. Masanın bir ucunda, tam karşımda ayakta bekleyip bana bakan kişi ise Enver Bey'den başkası değildi.

Başlığımı geriye itip ağzımı serbest bıraktım. Hasretinden yanıp tutuştuğum tütünümü cebimden çıkartıp çok kısa bir sürede sardım ve ağzıma koydum. Fırtınadan yorulan gözlerim kendine gelmişti. Çadırın içerisindeki beş adam beni süzüyordu.

Sigaramdan uzun bir nefes alıp usulca üfledim. Sonra tekrar, tekrar, tekrar… Zaman aktıkça ortam sertleşmişti.

"Bize ne haberler getirdinYolgezer? Görev tamam mıdır?"

Enver Bey'in sesi tehditkardı. Sabırsızlanıyordu.

Yavaşça masaya yaklaştım ve masanın üzerindeki Libya haritasını inceledim. Derne ve Bingazi bölgelerinde işaretler vardı.

"Haberler hiç iyi değil kumandanım." dedim ve pançomu yavaşça boynumun üzerinden çıkartıp kenara bıraktım. Sadece kabalak ve başlık kalmıştı.

"İtalyanlar yeni birlikler gönderiyorlar. Sabah pazar yerine intikal ettim. Halk umutsuzdu fakat Osmanlıların burayı kaderine terk etmeyeceklerini öğrendikleri için mutlular. Toparlanacaklar."

Enver Bey çok ufak bir tebessüm etti. "Devam et bakalım."

"Halk örgütlenmeli. Bizden birkaç kişi meydanlarda olmalı. Teşkilatlanma yapılırsa burada çok büyük bir milis kuvvetini yeniden teşkil edebiliriz."

Sigaramı bitirip yenisini sarmaya koyuldum ve devam ettim; "Kısa sürede hallederiz. Buranın halkı diğer Araplara benzemiyor. Savaşçılar. Yeniden başarırız. O konuda şüpheniz olmasın. Birkaç kişiyi, özellikle amcanız Halil Bey'i görevlendirir ve bizzat siz de ilgilenirseniz milis kuvvetler tamamdır diyebiliriz."

Çadırın içini bir sevinç ve mutluluk kapladı. Enver Bey, ciddiyetini bozmadan beni dinliyordu. Abdulkadir, tabancasıyla oynamaya başlamış, Hilmi ise bir sigara yakmıştı.

"Ama vahim bir durum var."

Ortam aniden ciddileşti. Herkesin kaşları çatıldı ve pür dikkat beni dinlemeye koyuldular.

"Daha önceden örgütlediğimiz halk kadar direniş gösteremeyeceklerini söylemekte fayda var. Onlar, buradan çekip gideceğimizi düşündükleri için direnişten cayıyorlardı. Onları burada bırakmayacağımızı belli ettim. Taze kan olacak evet fakat İstanbul'da durumlar hiç iyi değil. Ferhat kumandanın mektuplarına cevap gelmiyor. Erzak ve cephanemiz bitmek üzere ve İtalyanlar sürekli kıyıya asker yığıyorlar. Burası, Bingazi direnecek fakat şu bir gerçek ki İtalyanları kıyıdan söküp atamadık."

"İçeride sokmadık ama," dedi Serfiçeli söze karışarak. Enver Bey, onu eliyle susturdu. "Devam et!"

Biraz tereddüt ettim ve devam ettim acı gerçeklere; "Bazı kumandanlar cepheyi terk ediyorlar. Bazıları ise sizin emirlerinizin fevri olduğunu düşünüyorlar. İtalyanlar, geçenlerde İstanbul'u ele geçirmek için Çanakkale'yi ablukaya almışlar. Adaları sıkıştırıyorlar."

Enver Bey masadan ayrılıp karşımdaki mindere oturdu. Ellerini dizlerinde birleştirip düşünmeye başladı. Soğumadan söze girdim; "Bir şey daha var kumandanım."

"Sende ne kötü havadisler getirdin be Yolgezer!" dedi Hilmi köşeden. Ona pek bakmadım. Gözüm Enver Bey'deydi ve savaş boyunca uzattığı sakallarına yorgunluk düşmüştü.

"İstanbul'da, Halaskar Zabitan Grubu rahat durmuyor. İttihatçı mebusları tehdit ediyorlarmış. Ayrıca İzmir ve çevresinde basın yoluyla propaganda yapmaya başlamışlar. Korkarım bu gidişle Said Paşa Hükümeti düşecek."

Şükrü daha fazla dayanamayıp söze girdi; "Meydanı boş buldu köpekler soyları. İstanbul'a gidince onlarla hesabımızı görelim!"

"Görelim!" diye bağırdı Serfiçeli. Çadırın içi birden bire küfürlerle ve nefretle doldu. Herkes bir şeyler söylüyordu. Gözüm Enver Bey'deydi. O susmuş ve düşünüyordu. Bir süre sonra bana baktı. Gözlerinde garip bir hüzün mevcuttu. Neden sonra herkes sustu. Enver Bey bana bakmaya devam etti. Biraz sonra ayağa kalkıp yanıma geldi ve elini omzuma koydu.

"1905 yılını hatırlıyor musun Yolgezer? Mezun olup Manastır'a, benim yanıma gelmiştin. Beraber Rumeli'nde çeteler kovaladık, vurulduk. Sonra Meşrutiyet'i ilan ederken, dağa çıkarken hep yanımdaydın. Sonra Hareket Ordusu içerisinde İstanbul'da gericilerle mücadelemiz. Yine yanımdaydın. Ve nihayet burası. Trablusgarp Savaşı. Yine yanımdasın ve gözlerinde ilk defa bir umutsuzluk görüyorum."

Utanarak kafamı eğdim. Enver Bey haklıydı. Bana bakarak devam etti; "Bu haberler çok vahim. Yeni milisler oluşturmak isterken çok berbat havadisler getirdin. Bu bir şeyi değiştirmez. Her zaman umut vardır Yolgezer unutma. Umudunu kaybedersen her şeyini kaybedersin."

Bir daha umudumu kaybetmedim.

Enver Bey çadırın içerisindeki herkese dönerek hitap etti; "Şimdi çadırdan çıkın ve bütün kumandanlara ve askerlere ve yerel direnişçilere haber salın! Yarın, yeni gelen İtalyan birliklerine bir hoş geldiniz diyeceğiz. Şafak sökünce herkes hazır olsun. Haydi gidiniz!"

Yenibahçeli Şükrü çadırdan fırladı. Brandayı açınca rüzgar ve kum içeri doluştu. Hemen ardından Serfiçeli çıktı. Bingazi karanlığında kayboldu ikisi de. Minderlerinden kalkan Abdulkadir ve Filibeli, Enver Bey'e kafa selamı verip çıktılar.

Yerdeki pançomu alıp vücuduma geçirdim. Kabalağımın üstüne başlığımı taktım ve kafamla ağzımı sıkıca kapattım. Yine sadece gözlerim gözüküyordu. Brandayı aralayıp dışarı çıkacakken dönüp Enver Bey'e baktım. Minderine oturmuş düşünüyordu. Bana bakmadı. Arkamı dönüp kendimi o kum fırtınasına bıraktım. Tepeden aşağı inerken keşke bir dal daha tüttürseydim diye iç geçirdim.

Bir gün sonra şafakla birlikte İtalyanlara baskın verdik. Ben Yolgezer, o baskında vuruldum ve apar topar İstanbul'a yollandım. Bu, İttihatçıların son İtalyan baskınıydı. Bir ay sonra Trablusgarp'tan çekildik.