Rüzgâr fiyonk bağlarken yırtık kayaların elbisesine, açık göğsünün arasından dökülür matemin mazbut taşları. Sirkeye banılan tepenin gözleri dokunurken nasırlı dirseklerine keskin yamaçların, bir yanım uğultuyu çağırır uzaklardan, bir yanım yeniden derinleşen yalnızlığımı yakınlardan. Sordun mu bana, neden bu hâldeyim, ey sırrında tabiatın güçlü iksirini aradığım doruklar! Dipten başa doğru sancıyan, sızım sızım sızlayan, talihsiz eteklerine dev buzul parçacıkları savrulan, burgu burgu saçılan dağlar. Doruklar da senin, etekler de... uzantılarında yaşama dair beslediğin harikulâde o efsun yok mu, ben ki hep ona tutsak yanlarım, mütemadiyen buğday sarısı sessizliğim ve gönül bağlarımla gelirim sana. Gecenin bilmem kaçı bugün; bilmem saat kaç...ama bilirim ki burada adı konulmamış bir zaman var. Haftası, ayı, günü bilinmeyen; soyut, öyle ki ele gelmez bir boyut içindedir.

Uyandırmaya yeltensem uyanmayıp duymayacak, anlayıp hak vermeyecek sana düşlerim belki. Ben ki düşlerimin gerçeklerden arındırılmış sanrısı, ne kadar safkansa o kadar dile gelir, tazelenir, tazelendikçe süsler kendini, söylenir, söyletir, zira mezkûrdur sonsuzluğu. Benden, bedenimden binlerce ve hatta milyonlarca doğumdan sonraya kalacak neslin hesabıdır bu sonsuzluk. Başka bir çağın gebeliğini taşıyarak tutar yüreğimin ucundan, çeker nabzının atışına götürür; salt kendi bileğine bağlar beni dağlar. Ey canım dağlar, belki sadece birkaç göz görür beni orada, belki sadece inancın gözleridir o gözler, belki benliğin, belki de hissettiğimiz algının...

Uykumda ne sağa dönerim ne sola. Rutini bozarım gene. Yarı oturur pozisyonda nefesimi yoklar, derin derin duyarım beni. Şoklarım gecenin soğuğu, sıcağını, neşrederim titreyen ellerimi üşürken kısılan bakışlarıma ve güç bela yatırırım uykuya, uyuturum nefesimle yokladığım beni.

Bu, bir düşlemin penceresidir. Açamadığın tülün, perdenin arkasından görmeli, hiç değilse duymalısın bunu. Yazdan kalma vaktin meneviş çağrışımlı karanlığında minicik, körpecik bir avuç gibi kıpır kıpır, kızılımsı, pembemsi dokusu ya da kekremsi kokusuyla duvarlara yapışan nefis mi nefis, enfes mi enfes varlığın tadıdır. Duyumsayabildin mi göremediklerinin tadını? İnceden inceye sirayet ederken gözkapaklarıma, tuvale işlenmiş yoruma açık bir görüngü gibi, alaşımlı, değişken, zaman aşımına uğramış bir sükunet dirilir incecik kirpiklerimin arasından. Kirpiklerimin arasında kalabildin, bir çiy tanesini andıracak kadar ıslanabildin mi bende?

Bu, bir düşlemin aynasıdır, bakınca kararınca delişmen bir ışık süzülür gürbüz duyularımın arkasından, yükseklere çivilenen karları delen kardelen misali, eksiksiz beyaz, hatta bembeyaz. Parıldar güneyine doğru zeminin, güneşi daha çok görsün diye. Evrimin çoğalttığı yer kaymalarını tabaka tabaka kavrar. Güneşlenir güneyi karşılayan kuzey yamaçlarında bir bölgenin. Boyu kadar yer kaplar kendi ülkesinde insan, yatağına yattığı kadar yayılır kendi sessizliğinin üstüne. Şimdi ben de doğrulurum diğer doğrulanlar, kendi ülkesinde boy atan, boy attığı kadar var olanlar gibi. Şimdi doğru durur, uslu çocuk olur, aynen geçmişimdeki gibi sokulurum kendime mübalağasız. Kalbimin çeperi bir bütüne bağışlanıp serpildikçe kavisle sıçrar gökyüzüne; bulutların dağılan yoğunluğu, çokluğu, tokluğu ve boşluğuna tutunarak hep bir yarımı tamamlar. Ödünç verilmeden hiçbir sürgün hayatına hayatım, olanca kudretimle yerli ve milli hissiyatın örgüleriyle örülürüm tel tel. Dikleştiririm özümü, kabuğumdan yayılan cevherin parlayan yüzünden destek aldıkça. Ki burada beti benzi yerine gelir bütüncül olgunun. Eylemden beslenip göveren doğrular belirginleşir. Zaman ekleri durumdan haberdar, geçmişle şimdinin ağında en kallavi tonla çekimlendikleri için bana, geceye, düşlerim, gerçeğim ve geleceğime hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin müdahale etmesine izin vermezler.

Yarı oturur pozisyonda gövdem; bir öne, bir geriye devinir bedenime bahşettiğim açının ölçülebilir, mezura ile biçimlenebilir hilkatini baz alırken. Ayağa kalkar, ayak tabanlarında günün istiflenmiş, boşluksuz, deliksiz yaşanmışlığı sertleşir. Yine bir çocuğa götürür hayalinin ellerini, alıp saklasın, pencerenin kenarında açığa çıkarsın diye. Pencere odanın ağzında, sanki deryanın sürüklediği ölü balığı canlandırır, yeter ki nasıl yaşatacağını, kendi özgün çağını bil. Pencerenin kenarında, açılmaya meraklı perdelerin arkasında herkesin görebileceği lâkin belki hiçbir çocuğun kavuşamayacağı gerçekler var. Köhne bir taburenin üstünde duvara dayalı solgun bir dirsek gibi çiziktirilir gecenin bilmem kaçına zaman. Yarı oturur pozisyondan sıyrılıp dikleşen, ayağa kalkıp yürüyen, taburesine oturmadan evvela tül perdeyi, sonra güneşliği çeken çekiştiren saf altından parmak uçları, bilekleriyle bir çocuk. Anında görür gören gözlerinin, duyan kulaklarının, tat alan dilinin, ruhuna iyi gelen ilminin limitsiz büyüsünü.

Düşlerimden uyandım, uzandım, dokundum sana, diyor. Mevzilendiğim bu yer, düşündüğümden, aklımın alabileceğinden daha büyük... sanırdım küçük görür çocuklar dünyevi servetini dünyanın, oysaki büyük görür, haddinden fazla, üstelik görebileceği en büyük görseli görür.

Himalayalar'da bir bakış açısıdır bu, çocukların gözünde pul pul şekillenen, renklenen, sımsıkı canlanan, meftun hislerine yaslanan. Durulu sular kadar masiftir. Sadeliğin en köklü hücresindeki iskelete can verir.

Bu, bir düşlemden sonraki ilk raddedir, çocukların diline aşina ayan beyan sevdanın ilk hecesi, hecelendikçe sözcüğe dönüşen, dönüştükçe anlamını bulan, "seviyorum" demeye odaklanan, uzun cümlelere müptelâ yaşamın dizgisi ve yaşanmaya değer doğurgan kadınlığın ilk loğusalık hüviyetidir. 

Gittikçe netleşir flûlaşan intibası dünün. Bir gün sonraya, biraz daha yoğun karışır tekil inceliği teninin. Gördükleri karşısında pençeleşen bakışlarını bir bir doldurur heybesine. Taburesine tutunduğu ölçüde bakındığı dağların esrik görkemine sığınır. Savunmasızlığı eriten fırtınaları, savunmasızlığa karşı tecrübeyi öne süren heybetiyle yenilgileri, acıları kamufle eden dağlar, menderesler çizemeden çağlar henüz yatağını bulamamış, kemâle ermemiş bir çocuğun bağrında.

Nepal'den, Tibet'in sınırından başlar gözleri yüceleri görmeye. Taburesi dağın eteğinde özenle korunmuş, toprağa atılmış, çiçeklenmiş bir tohumun örüntüsüdür gayri. Yeniden var edilmiş gibi, capcanlı, sıradanlıktan uzak, hareketli, sokulgan. Manasına ulaşır dağın zirvesine üşüşen, içinden arka arkaya boşalarak gelen kalabalık yarınların. Kendi gölgesi ve gövdesine hayran, kendi gölgesi ve gövdesinde eğrilmez, bükülmez, boyun eğmez Himalaya'nın izleri, genetik bir kod üzerinden damla damla süzülür.

Taburesini kaldırmadan pencerenin kenarından, oturduğu yerde yapayalnız büyüyen bir çocuğun adını taşıyan dağlara bakar. Nepal'in, Tibet'in sınırlarından kanatlanarak, uçarak, en seçkin irtifayı kazanarak olabileceği en özgür kuş olur. Bir daha geriye dönmez, türbülansa maruz kalıp sendelemez; söz verir, ant içer, itimat eder; yeminli sözleriyle muğlak öyküsünü yazmaz doğduğu toprakların. 

Mutlak öyküsünü yazmak ister doğduğu toprakların, kesinkes duruşuna kavuşmaktan irkilmez yazgısının. Bir bütün hâlinde salıverir kendini doğaya, o uçsuz tepelere, o yalçın, mahzeni morluklara, nokta nokta, çil çil çoğalan eğimli yüzeylere. Koşuverir gölgesine yandaş bir hızla. Bazen yalnızca kendi aksini görebildiği buz mavisi gökleri tarayan dağın yamaçlarına ulaşır, bazen yeğin inancının kalender tavrına göre Tanrı ile yüzleştiğini betimleyen nice ayrıntılar görür, her ayrıntıda evreni yorumlayan, doğaüstü bir sesle buluşur: Tanrı'nın sesiyle. Everest'in zirvesinde, coşkun akan sevdasının sularında kabarcıklar gibi çeşitlenen, ahenkle yükselip köpüklenen, yıkanıp paklanan; saflığının saydamlığına sarınıp ısınan, ateşe karşı diz çöken, yanıp sönen, küllenen ve sonra küllerine armağan yeni bir bedende dirilen, kalburüstü bir desenin rengârenk çizgilerinden türetilen inanca dayar sırtını. Shiva'nın(Şiva) ruhsal çağrılarına biat eden ûlvi boynunu, tapındığı çizgilerin emrine verir. Tapındığı çizgiler ki tapınağında bir gönül yurdudur. O zaman anlar Shiva'nın büyüklüğünü, çizgi çizgi, desen desen...

Nepal'in, Tibet'in kıyısından zirveye doğru dağ dağ, sıra sıra, adım adım, çizgi çizgi, desen desen büyür. O zaman anlar, kendi ülkesine sığmadığında düşlerinden ayrılan gerçeklerin neler olduğunu.


Engin Yeşilyurt
17 Aralık 2021