Sözüm bir yerlere çarpıp geri dönecek yine. Toprağa, suya, dağa, taşa ve deli deli esen rüzgârlara. Hızlandıkça yamaçlarda katılaşan, âdeta duvardan setlere dönüşen rüzgârlara... Önce bir şeyler akacak tepemden topuğuma, tane tane, çiy gibi... Metalden yağmurlar yağacak saçlarıma. Sonra o yağmurlar ter misali boncuk boncuk akıp gidecek benden. Üzerimde hiçbir şey kalmayacak tenimdeki gerçekten gayri.

Hani seraplaşır ya gözbebeklerinin kadrajına giren birtakım görüngü. Bir yakamoz kıyıda karanlığa çarpar ya, flaş patlaması gibi patlar ya, düşer ya avuçlarına ve avuçlarından kayıp gider ya, ters teper, istemsizce de olsa rest çeker, karşı koyar, yani bir şeylere ve bir yerlere çarpar ya, işte öyle! 

Coşandere Deresi'nin kıyısından yücelere, tepelere koşarken de böyleydi bende dünyevi ihtirasın yarattığı korku, ileriye, bilinmeze saplanan soyut mu soyut o dehşetengiz algı, yani kaygı...

Kaygının karanlığından tiksinirken aydınlığın aritmetik ortalaması, iz sürerdi peşimde iğrenti vaktin heyulası bazen. Hışırtılar içinde yalnızlığın çukuruna öğütülen tüm fısıltılar boğuk boğuk, helezonik bir oyuğun kalıbını kopyalardı. 

Coşandere Deresi'nde yıldızları seyrettiğim onca gecenin birkaçında elbet doğrusal bir intiba oluştururdu atmasfor, havaya fırlatılan tüyden, tülden hafif dokulu pamuksu hareketliliklerde sıkış tepiş bir ihtiyat yakalardım. Hepsi bu kadar mıydı ayırdına varabildiklerim? Elbette değildi! Daha neler neler vardı! Geride kalan, detaylarıyla devasa bir yaşama nüfuz eden kendi ilkelerim ve çizgimin değişmezliğini gördüğüm olurdu. Üzerimden kayıp yere, suya, karanlığa, boşluğa, umarsız yarınların eteğine düşenlerin öyküsünden sorumlu olmazdım. Kahramanlarını, karakterlerini, imgelenen tümcelerini gidenler yazardı ve böylece etkisi kısa süren, geriye dönülmesi güçleşen bir yol çizerlerdi kendilerine. En çok da Maçka'nın bağrını yaran Coşandere Deresi'ne maruz kalırlardı. Suyun bulanık aktığı günlerde, baharda karlar eridiğinde, yaylalardan gelen, havzaların çatlağından oluk oluk boşalan, derbentleri kendine mesken edinen, debisi yükselip rengi kahverengiye dönüşen, tahta parçalarını ikiye bölerek, korkunç sesler çıkartarak, kütükler yuvarlayarak, ağaç köklerini söküp götürerek akan vahşi sulara, akıntılara karışırlardı...

Çimenler, bodur boylu ıslak ağaçlar bükülürdü yana. Boydan boya kilometrelerce yolun lokma lokma kesilip savrulduğunu, koca bir yamacın, taraçalanan yüksek eğimin düzleştiğini görürdüm. Bunlar geçmişten kalan yaralı gönüllerin elleriydi, bir intizar gibi dili parçalayarak doğaya hükmeder, her şeyi dağıtıp saçar, hata vermeden çalışan yapıyı, istikrarlı dengeyi bozarlardı. Bozulan dengeler, üzerimden akıp Coşandere Deresi'ne teslim olur, altından kalkamayacağı yükün ağırlığından irkilirdi.

Üzerimden akanlar benim değildi. Benim olmadığı kadar da Coşandere Deresi'ni güneyin yırtıcı yüzeylerine bağlayan Maçka'nın da değildi. Kontrol edemediğimiz tabiat, tabiata göbekten bağlı hayatlar insanın kendine, doğaya karşı sınırları, gücü ve ölçüsünü sembolize ederdi. İnandığımız doğrular, gerçeğin evriminde aradığımız sanrılar birer birer belirginleşir, örneğin soluk bir yaprağa, kuruyan bir bitkiye, bulanan bir suya dönüşürdü. Yaprakta, bitkide, suda yaşanan renk kaybının değişenlerle dönüşenlerin evrimini doğruladığı söylenirdi. Taşkınlar, heyelanlar, doruklardan kopup gelen kayalar; görüp, duyup, dokunduklarımızın fiziki ritmini nesnel boyuta taşıyan iklimler ve mevsimlerin lügatından anladığımız bunlar olurdu.

Uzun süreli bellekte kalırdı Coşandere Deresi'nin götürdükleri. Kazınırdı en derine. Çivilenir, kimi bir bütün hâlinde kimi yarım yarım, çeyrek çeyrek tortulanırdı hatıra kalıntılarının en izbe köşesinde. Bir kalın çeperi yırtarak yol açardı dehşetin kıyısından. Gün batımında moraran sırtlardan sarkarak gittikçe kararır, katranlaşır, siyahın tahtına kurulur, zifiri örtünün altına girerdi. Anneler hafif uykusundan uyanır, çocuklar zarıl zarıl ağlar, kendilerini kimsesiz hisseder, var olma dürtüsünü bir çıkmaza bağlardı. Ahırlardan gelen ineğin böğürtüsü ağılların kapısını zangırdatırdı. Koyunlar kuzulara meler, yavrusunu arayıp bulamayan, çâresizliğin titrettiği iniltili sesler doldururdu dört duvarın arasını. 

Coşandere Deresi taşmadığı, felaketler yaşanmadığında, en azından bir hayalin sıcaklığı soğumadığı, bir hayale yaslanan yer elması oksitlenmediğinde komşular birbirine gider gelir, çay içer, közde mısır haşlar, fırında kestane pişirir, yüzü zirveleri tarayan ev sahipleri gelen misafirlere kara lahana yemeği yapar, sofrayı kurar, sahanda servis ederlerdi...

Coşandere Deresi taşmayıp eteklerden doruklara şiddetli yağmurların yağmadığı, yıkımların, acıların yaşanmadığı zamanlarda yeni gelinler bayırlara, çayırlara koşar, dağlara çıkar, yaban çileği arar, kayalıklara tırmanır, mora(böğürtlen) toplarlardı. Gurup güneşinin ovaların üzerine sessizce uzandığı saatlerde işten dönen kocalarını güler yüzle karşılardılar. Her ne kadar, "Yeni gelinlerin evden çıkması uzun sürer." denilse de oralarda pek hükmü olmazdı bu sözlerin. Yeni gelin olmaları dışarı çıkmalarına engel değildi. Bilâkis dışarının nimetlerinden fazlasıyla faydalanmalarına imkân tanırdı doğa. Dışarı çıktıktan sonra avuç avuç toplayıp diken yapraklarıyla sarıp sarmaladıkları moraları geniş bir tabağa döker, bol suyla yıkar, yemeğin arkasından meyve servisi olarak sunarlardı kocalarına...

Taşmadığında Coşandere Deresi, yıkılmadığında patikalar, toprak yollar, çökmediğinde okullar veya okulları su basmadığında Ali, Ayşe, Mehmet beraber geçerlerdi köprülerden, beraber aşarlardı engelleri. Geç kalma telaşıyla yer yer koşar, bir taşın üzerinden diğerine atlar, zıplar, düşer kalkarlardı. Koştukları için Ali ile Mehmet'in pantolonu, Ayşe'nin de eteğine çamur sıçrar, okula yaklaştıklarında çamurlu su ile silerlerdi üniformalarını.

Andımız okunurdu okulun bahçesinde, yüksek sesle, coşkuyla, avaz avaz dalgalanır, vatanın hürriyetinden aldığı kudretle masmavi göklere uzar, ay yıldızlı bayrağımız göndere çekilirdi. Sınıflara geçilir, pejmürde sıralara oturulur, öğretmen ciddi bir suratla girerdi içeri. 

"Günaydın çocuklar!"
"Günaydın öğretmenim"

denilir, derse başlanırdı.

Birinci sınıf, okul numarası, öğrencinin adı soyadı, karatahta ve tebeşir. Öğrenimin vazgeçilmez gerçekleriydi. Okulun ilk gününden son gününe değin, bir yıl boyunca,

"Ali ata bakar." 
"Emel eve gelir."
"Umut ılık süt içer." idi.

Ali'yi bir yıl boyunca ata baktıracaklarına bir gün ata bindirebilir, "Ali ata bin," diyebilirlerdi. Madem ata baktırmayı öğretiyorsun binmeyi de öğretirdin di mi?

Umut'un içtiği sütü Emel de içebilirdi, Emel'in eve gelmesi gibi Umut da eve gelebilirdi. Aynı kişi eğitim öğretim boyunca, ya ata baktı, ya ılık süt içti, ya da eve geldi. 

Coşandere Deresi boz bulanıp akmadığı, hayatı felç etmediğinde Ali, Ayşe, Mehmet de tıpkı Ali, Emel, Umut gibi ata bakıp eve gelip ılık süt içip yatardı.

Sözüm büyüdüğünde ağzım, dilim aklım, düşüncem, inançlarım, var olma sebebim, doğaya duyduğum saygı, felsefik ve sosyolojik çıkarımlarım da büyürdü. Sözcüklerin arkasından koştuğum kadar onlarla yan yana, omuz omuza da yürürdüm. Bazen onlara öncülük eder, öncül bir yol çizerdim kendime. Bir yerden sonra bitenlerimle başlar, yitenlerimi bulur, korur, koklar, gizemle saklardım. Hep kötüye gitmezdi dünyanın dünyalı ile ilişkisi...

Coşandere Deresi'nde güneşin doğduğu, baharın geldiği, çiçeklerin açtığı, yağmursuz, felaketsiz sabahlarda çocuksu, saf ve masum yanlarımla aydınlık yüzüne bakardım hayatın. Sevgim sevgileri çağırır, sevgiyle dolar, sevinci kucaklar, başıma taç ederdi. Sevgim gönüllere düşen cemreyle şenlenen canları duymamı, duyduklarımla aramda güçlü bağlar kurmamı sağlardı. Arınırdı zamanla benliğim, zaman zamanla yıkandıkça "ben" olmanın kuvvetli elleriyle çevrelenirdi kimliğim, duyumsar, durulur ve her geçen gün biraz daha fazla doğrulurdum özüme.

Sözüm bir yerlere çarpıp geri döndüğünde aslında büyürdü yankılarım hece hece. Her ne varsa yadsıdığım, üzerimden akıp gidenlerle Coşandere'ye karışır, kalanlarım gidenlerimle yarışır, ama ne olursa olsun içim dışımla muhakkak barışırdı.

Engin Yeşilyurt
2 Aralık 2021