Hızlıca dışarı çıktı, akşam saatleriydi, kapının sesini duyduğum gibi peşinden yürüdüm.

_Selin dedim nereye böyle? Çabuk eve dön!

_ Geliyorum baba, telaş yok dedi.
_ Hayır, telaş büyük, geri dön!

Koşuyorum bunları söylerken. Nefesim kesiliyor, ağlamak istiyorum, kızım nereye koşuyor böyle? Bilmiyor mu dünyamızın artık çekilmez, rezil bir hâle geldiğini. Hastalıklarla boğuşuyoruz yavrum, gel buraya kızım. Kızım koşuyor, köpekler havlıyor, ambulans sesleri ortalığı yıkıp geçiyor. Sokak lambalarının ışığı sertleşiyor, duvarlar dökülüyor, yosunlar sökülüyor. Durdum, öylece baktım: eyvah beton yol bitti, sokak bitti, köpeklerin havlaması kesildi, ben bittim, kızım bitmedi. Kızım gel buraya, ühhü ühhü, bu öksürük de nereden çıktı, kızım öksürüyorum(!) soğuk aldım galiba!?

Toprak yolun kenarında durdu, eğildi, elini toprağa sürer gibi yaptı, sonra bakındı, üç adım attı, bir adımını geri çekti, adım sayısı ikiye düştü. İşaret etti hem başı hem eliyle. Bir, iki, üç dedi; duyuyorum, sanki ilk defa sayı sayıyor? Bir şey mi arıyor, ne arıyor orada? Dur kızım arama, sürme elini oralara, eldivenlerini getirdim; tak, öyle, dokun!

İşaret ettiği noktaların üzerine doğru hareketlendİ. Çömeldi, küçük bir karartıyı kavradı narin parmaklarıyla, nedir ki o? Kızım nedir o, bırak, olduğu yerde kalsın! Dakikalardır açılmayan ağzı açıldı, "taş" dedi. Bunun adı taş! Ne yapacaksın taşı, taş da neyin nesi? Dinlemedi, devam etti. İkinci ve üçün taşı da aldı, pantolonunun arka cebine koydu. 

_Gidelim baba dedi.
_Gidelim kızım.

Geride bırakılan toprak yol kadar, sorup alamadığım cevapları da bırakıp gidiyoruz. Daha düne kadar tam da bu saatlerde kalabalıklara teslim sokağımızdan tek tük insanların geçmesini nasıl da yadırgıyoruz.

Hanım evde, mutfakta! Başka nerede olabilir ki böylesi zor günlerde? Bulaşıkları yıkıyor, bir yandan da söyleniyor: Tolga bırak şu topu, bırak yeter. Tolga bir oyana bir bu yana, bir aşağı bir yukarı. Top duvara çarpıp dönüyor, tavana çarpıp zıplıyor...

_Zekiye Zekiye çay var mı?
_Var Sabri.
_İyi geliyormuş sıcak şeyler boğazlara, doldur da içeyim bir bardak.
_Gel de kendin doldur. Görüyorsun elim kolum dolu, bağlanmışım mutfağa, üçüncü bir elim olduğunda söz, ben doldurup ayağına getireceğim.

Kalkıp kendim dolduruyorum. Ucuz atlatıyorum yani. Her ân bir kaza çıkabilirdi Zekiye'nin elinden. Psikolojisi fena bozuldu kadıncağızın. Bugün 13. gün, mahsur kalmışız, tıkılmışız evlere, daracık odalara, kolay değil tabii. 

Çayımı aldım almasına da şekeri bulamıyorum. Hangi deliğe soktu cam kavanozu? Gel de bul hadi! Yav arkadaş; bu nasıl evdir, nasıl düzen, anlamadım. Sesim çıkmıyor; ama içim içimi yiyor. Bakınıyor, bulamıyorum. Zekiye bir şeyler aradığımın farkında, hatta ne aradığımı bildiği için "şekersiz iç şekersiz, biraz dikkat et sağlığına" diyor yüzüme bakmadan kocaman tencereyi durularken. Cevap vermiyor, neredeyse tek yudum içemeden soğuyan çayımı nispet yaparcasına ocağın kenarına koyuyor, oturma odasına yöneliyorum. Yüzüm oturma odasının kapısında belirir belirmez "şap" ediyor bir ses. Tolga'nın topu yüzümde patlıyor. Kaşlarım çatılıyor, dişlerim gıcırdıyor; başlarım topuna demeye hazırlandığım sırada "özür dilerim" baba deyince susuyorum. Nedense susuyorum, sanırım ev bana yaradı, böyle giderse melaike gibi adam olacağım, çok şükür!

Biraz uzanayım, bari televizyon izleyeyim. Neler oluyor yurdumuzda, son birkaç saattir gündemden habersiz olmak iyice kuşkuya düşürdü beni. Bir bakayım sadece biz mi sığdık eve yoksa Türkiye'nin tamamı mı? Yurttaş perişan, fakirler, mutsuzlar yine yorgun yine naçar. Ölüm korkusu kuşatmış vatanı, vakalardaki artış durmak bilmiyor. TV kanallarında Corona haberleri peş peşe sıralanıyor, ne var ki bu haberler panik ve kaygının dozajını artırmaktan büyük zevk alıyor. 

_Evde kal
_Dışarı çıkma
_Mesafeni koru
_Elini yıka
_Yüzüne dokunma
_Maskeni tak
_Eldivensiz dolaşma

Dolaylı olarak devam edelim:

_İzolasyonu sev
_Tecrit duygunu yükselt
_İnzivayı yabana atma

Net cevabımızı verelim:

_Yurt dışına çıkma, yurt içinde kal, evde kal evde! Bir çeşit tümdengelim yöntemi.(Sanırım bu süreç, Türkiye'deki binlerce insanın yuva kuramayıp evde kalışının psikolojiyi nasıl etkilediğine dair ipuçları da vermiştir?!)

TV'lerden müthiş bir korku yayılıyor, yayılan korku negatif enerjisini evrene aktarıyor. Evren bu korkularla başa çıkabilecek mi, şu an için yanıt yok.

Uyumak istiyorum. Fakat Tolga rahat durmuyor. Sektirdiği topa abanıyor, şut çekiyor, top bu defa doğalgaz peteklerine çarpıp geri geliyor. Doğruluyorum, oğlum sessiz ol, yeter diyorum, top lambaya isabet ediyor, lamba dağılıyor, top kafama düşüyor. Sabır sabır sabır!

Tolga topu alıp kaçıyor, kaçarken annesine çarpıyor, annesinin elindeki tepsi yere düşüyor, bardaklar darmadağın, fincanlar unufak olmuş. Her ne kadar rest çeken edalara bürünse de dile gelen vicdanını dikkate alırdı Zekiye. Dikkate aldığı vicdanıyla hazırladığı meyve sularını, pişirdiği kahveleri Tolga devirmiş, dökmüş, parça parça etmişti.

Kim tutacak Zekiye'yi şimdi? Barut barut patlayacak, belli! Tolga kaç, Zekiye yakala! Tolga kaçıyor, ama ne kadar, nereye kadar? Banyo kapısının önünde yakalanıyor, bir araba dayak yiyor. Yetişemiyor, güçlükle alıyorum Tolga'yı Zekiye'nin asi pençelerinden. Zekiye yönünü değiştiriyor, topun peşine koşuyor. Mutfaktan kaptığı bıçakla zavallı çocuğun topunu ortadan ikiye ayırıyor, ayırdığı parçaları bir köşeden diğer köşeye savuruyor. Tolga ağlıyor, kimin umurunda!

Kimi sakinleştireceğim? Tolga'yı mı Zekiye'yi mi? Baktım olacak gibi değil, çektim sandalyemi, oturdum. İnternete girdim. Karşımda etkin bir makale. Ülkücü, Türkçü, Turancı uzman bir psikolog hanımın anlattıklarından şu yorumları çıkardım: Çocuklarınız, eşiniz iki ayrı dünyadır. Baba olarak iki ayrı denge oluşturmalı, dengeleri sağduyunun özünde harmanlamalısınız.

Kavga etmişseniz alttan almayı bilen taraf olun, düğümü çözün. Çocuğunuzu asla dövmeyin. Dayak cennetten çıkmadır diyenlere sakın itimat etmeyin! Dayak çıksa çıksa cehennemden çıkar, dokunduğu yeri yakar yakar kül eder.

Uzman Türkçü, genç psikologun yazısını okuduktan sonra sıra yapmam gereken hamleye gelmişti.

Zekiye'nin sakinleşmesini beklemeden esasında sakinleşmesinde nokta atışı yapacağını düşündüğüm eylemi ortaya koydum. Tolga'nın kırıp döktüklerini topladım. Yerlere paspas attım, oğlumla kızımın sevdiği meyve suyunu bardaklara doldurup tepsiye koyup yanlarına gittim; sonra tekrar mutfağa geçip Zekiye ile kendim için kahve pişirdim. Evvela Zekiye'yle ardından Tolga'yla konuştum. Hem baba hem de eş olmanın mesuliyetini daha ince tutum ve davranışlarla taçlandırdım.

Bak oğlum Tolga; biliyor musun bazen ben de 11 yaşında hissediyorum kendimi, inanır mısın her şeyi kırıp dökmek istiyorum. Avazım çıktığı kadar bağırmak, top oynamak, koşmak istiyorum. Bir müddet sonra kırıp döktüklerim için pişmanlık duyuyor, keşke kırmasaydım dökmeseydim diyorum. Ama o ânda omzuma değen bir el "boş ver, kırılanın yenisini almak diye bir şey var, hem bardak üreticileri de kazanacak" diyor, toparlıyorum kendimi. Toparla kendini oğlum, plastik top üreticileri de kazanmalı!

Bak Zekiye, dinle karıcığım; öfkeni anlıyorum ve bütün hücrelerimle seni hissediyorum; darlandık, daraldık, boğulduk burada. Bir de şöyle düşün: iftira ile baskı ile mahpusa düşürülenler ne yapsın? Onların ilk birkaç yılının nasıl geçtiğini şu anki soluk ortamımızda bile anlayamayız. Önümüzde televizyon, arkamızda koltuk, konfor; banyoda sıcak su, tuvalette tertemiz taharet maşrapası, daha ne arıyoruz? Evet üzgünsün, üzgünüz bu günlerde, kapana kıstırılmış gibiyiz. Evin içindeyiz, ufak da olsa bir gelirimiz var, geçinip gidiyoruz. Fakat bu saatlerde tır kıllanan, çoluğu çocuğuna ekmek götürmek için her türlü virüse savaş açmak zorunda kalanlar yahut yenilenler var. Şimdilerde toza toprağa karışmış, makinelerin pasında hayatın tokadını yiyen işçiler var, bir gün olsun yüzleri gülmemiş, salt Tanrı'ya sığınmış emekçiler var ve nicesi de işsiz, çâresiz, tarümar olmuş durumda...

Zekiye'nin yumuşamaya başladığı sırada Tolga'nın suali kulaklarıma değip geçti. Tekrarlaması için:

_Efendim oğlum dedim.

Baba dedi zenginler ölür mü? Geçenlerde arkadaşım zenginlerin ölmeyeceğini söyledi.

_Oğlum o filmi izleme, Küçük Emrah'ın filmlerinde olur böyle şeyler dedim, sustum! Ama aklımdan geçirmedim değil. Kolay sahne olmadığı ortada! Bir de bunun Nuri Alço'su var, onunla mı uğraşacağız? 

Kahvemizi yudumluyoruz, yavaş yavaş eski, huzurlu günlerimize döner gibi oluyoruz. Tolga meyve suyunu içiyor, kızım Selin de.

Selin'i gözden kaçırdık, dikkatleri hep başka yöne verdik. Kavgamızı seyretti mi, şahit oldu mu kırılana, dökülene? 

Zekiye'den müsaade istedikten oğluma göz kırptıktan sonra attım adımlarımı kızımın odasına doğru. Kapıyı çaldım, buyur etti, içeri girer girmez kahkahama mani olamadım. 

_Selin, bu ne kızım?
_Oyun baba!

Hani sen bana öğretmiştin ya geçen yıl. Unuttun mu? Bu oyun senin de oyunundu!

_Evet kızım, bu oyun benim de oyunumdu. Dağların tepesinde, yağmurda, karda oynardık. Ne zaman korku dolu anlar yaşasak süper kahramanımız Cüneyt Arkın gelir bizi kurtarırdı. Büyük adamdı(r) vesselam. 

_Sen de büyüksün baba, her baba büyüktür diyen sen değil miydin bana?

Ben söylemiştim bunları, yine söylüyorum: her helâl ekmeğin öyküsü aynı davayı güder, vatan misali korur ekmeğini, sever buğdayını, arpasını tıpkı ATATÜRK gibi, gözyaşı döker Mehmetçiği için tıpkı Cüneyt Arkın gibi, benim gibi, her namuslu vatansever baba gibi. 

Kızımın halıyı kaldırıp tebeşirle çizgiler çizip odasında oynadığı oyunun adı: çizik taş oyunuydu(üç taş da diyebiliriz)

Corona günlerinde evde daralıp ansızın dışarı çıkması ve benim kendisini takibim sonucu cebine koyarken gördüğüm o taşlar, bu taşlardı.

Üç taş!
Kızımın üç taşı!
Belki hayatı ve dünyayı evlere sığdıran en güzel üç taş!
Büyükler düşünmüştür, babalar düşünmüştür: keşke dünyanın, yaşamın sınırlarını çocuklar çizse, belki bugün bunları yaşamazdık.

Not: Olmayan, doğmayan, yaşamayan oğluma "En büyük adalet ölümdür" diyemeden "zenginler de ölür" dedim ve bir Yeşilçam filminin daha sonuna geldiğimizi anladım!

.
Engin Yeşilyurt