Divanyolu, o gece olmadığı kadar kalabalıktı. Baskın, İstanbul'da çok çabuk yayılmış, çeşitli Jön Türk hücreleri o gece basılmıştı. Filinta ve Serficeli o basılan hücrelerin birinden hafif yaralar alarak kurtulmuşlar fakat teşkilat, çok büyük bir vurgun yemekten kurtulamamıştı. Zabit sayısı fazlaydı ve kaçaklar her yerde aranıyorlardı.

Serficeli Hasan ve Filinta Mustafa, baskının hemen ardından Pangaltı şubesine gitmeye karar verdiler.

Baskın yedikleri binanın solundan koşarak bir sokağa girdiler. Peşlerinden kimsenin gelmediğine emin oldukları zaman yavaşladılar ve soluklanmak için bir köşede beklemeye başladılar. Kurşunları azalmış ve yararıydılar. Filinta, sağ omzunu tutarak: "Hasan! Acele hareket etmemiz lazım gelir. Zabitler dert değil lakin birazdan hafiyeler de sokaklarda cirit atmaya başlarlar. Bu halde mücadele etmemiz zor." Serficeli sağ tarafına bakarak sokağın girişini kontrol etti: "Doğru dedin Mustafa. Az soluklanalım Pangaltı'na geçeriz. Şeytan alasıcalar gözlüğümü de kırdılar." Soluklanma faslı bittikten sonra aksak adımlarla yollarına devam eden ikili, ara sokaklardan Pangaltı hücresine vardılar fakat hücrenin zabitler tarafından çevrildiğini fark ettiler. Gözle görülür bir çatışma yoktu fakat bu halde binaya girmeleri de çok zordu.

Filinta'nın kolundaki ağrı gittikçe şiddetlenmişti. "Ne yapacağız bre Hasan!" diye Serficeli'yi sıkıştırıyordu. "Tamam. Divanyolu'na geçeceğiz. Süreyya Bey'in eczanesinde gizleneceğiz. Amca da büyük olasılıkla oraya gelecektir baskını duyduysa. O bir yolunu bulur. Bizi kargaşadan uzaklaştırır." İkili geldikleri gibi geri dönerek Divanyolu'na doğru yollandılar.

>>>>

     Fırtına Mehmet, binbaşıyı bulamamış, indiği Kasımpaşa Tersanesi'nde ayarladığı bir kayıkçı ile Sirkeci'ye gitmeye başlamıştı. Parası olmadığı için kayıkçıya silah doğrultmuştu. Denizin tam ortasındaydı ve gittikçe kan kaybediyordu. Buna rağmen bir eli silahında kayıkçıya doğrulmuşken, diğer eliyle de yarasının üstüne bastırıyordu. Kurşunlardan biri sıyırmış, diğeri saplanmıştı. Vurulmasına rağmen silahını tutmakta zorlanmıyordu. Kayıkçı ise ürkek bakışlar altında kürek çekiyordu.

     Fırtına, bacaklarını balıkçı ağının altına sokarak aklınca kendisini güvene aldı. Silahını hala tutuyordu. Fatih yaptı dedi kendi kendine. Bizi Fatih denen adam ispiyonladı. Evet o yaptı. Pisboğaz zaten sevmem onu. Zaten o da bizi sevmez. Zaten bu adam Saray'dan çıkma değil mi? Öyle. Ah Küçük Efendi izin vermedin ki vurayım şu satkını. Daha mı iyi oldu böyle? Peki Amca? Gördüğüm en zeki adam sezemedi mi bunun hain olduğunu? Sezmiştir elbet. Sezdi de bana neden emir vermedi?

     Kafasındaki kuruntularıyla birlikte, kendince Fatih Bey'in hain bir ispiyoncu olduğuna kanaat getirdi. Onu infaz etmeye karar verdi. Kimseden emir almayacak, Fatih Bey'i gördüğü yerde vuracaktı. Amca'ya da haber vermeyecekti…

     Jön Türklerin Amcası, İstanbul'daki ikinci adamdı. Selanik'te Talat Paşa ile tanışmış, beraber Selanik hücresinde çalıştıktan sonra, İstanbul'a Kara Kemal'in yanına gelmiş ve mücadelesine başkentte devam etmeye başlamıştı. Bir gece, toplantıya sızmaya çalışan bir hafiyeyi fark edip, büyük bir tehlikeyi bertaraf ettiği için, Jön Türkler arasında hızlı bir yükselişe geçmiş, Fransızca, İngilizce ve Almanca bildiği için de Kara Kemal Bey kadar önemli bir şahsiyete dönüşüvermişti. Avusturya Postanesi'ne gönderilecek gazeteleri Amca gözden geçirir, yaftaları yazar ve gazeteleri gizlice halka dağıtırdı. Bütün bu yaptıkları sayesinde ikinci adam olmuştu. Eğitimini Paris'te yapmış entelektüel bir adamdı. Mekteb-i Fünun'da okumuştu. Jön Türk fedailerinin büyük bir kısmı, Amca'ya bağlılarmış gibi hareket ederlerdi. Hatta bu yüzden, Kara Kemal Bey'in fedaileri ile aralarında ufak sürtüşmeler yaşanır, bu sürtüşmeler, herhangi bir hafiye görüldüğü zaman unutulur giderdi. Amca'yı fedailer arasında bu kadar önemli bir konuma getiren şey ise, Makedonya ve Bulgaristan'da mücadele edip İstanbul'a çağrılan Jön Türklere barınak ve yemek yardımı yapmasıydı. Fırtına'ya Filinta'ya ve Serficeli'ye de yardımlarda bulunmuştu. Bu yüzden Jön Türklerin komitacı kesimi için Amca bir nimetti. Ayrıca Talat Paşa'yı görünüş bakımından andırıyordu. Bıyık ve göbek, her ikisinde de vardı.

     Fırtına, Sirkeci'ye varınca, kayıkçının kafasına kürekle vurarak, takip edilme olasılığını sıfıra indirdi. Gülhane tarafına doğru gitmek, avcının pençesine düşmek gibi bir şeydi. Babıali olduğundan daha kalabalıktır diye düşünerek Eminönü'nden dolanmaya karar verdi ve hızlı adımlarla yollandı. Sol taraftaki ağaçlık yoldan ilerleyerek Beyazıt Meydanı'na vardı. Etraf, Sirkeci'ye nazaran sakindi. Ceketi ile sol kolunu kapatarak çarşının yanından hayalet gibi geçi. Artık Divanyolu'ndaydı. 50 metre ileride Süreyya Bey'in eczanesini gördü. Burası Jön Türklerin belirlediği buluşma noktasıydı. Ani baskınlarda, yaralanmalarda buraya gelinirdi. Hızlıca ilerleyerek eczanenin kapısına geldi ve 6 kere tıklattı. İçeriden: "Kimsin?" sesini duyunca rahatladı. "Benim Süreyya Bey. Pangaltı'dan Mehmet…"

>>>>

     Fırtına içeriye girince sağ tarafta ayaklarını uzatmış bir şekilde oturup tütün saran Serficeli'yi gördü. Filinta ise sol taraftakolu sarılmış bir şekilde uyuya kalmıştı. "Ne oldu Serficeli?" diye sordu Fırtına. Serficeli hiç istifini bozmadı. Yıllardır böyle ölüm tehlikeleri atlattıkları için artık sarılmaya gerek duymuyorlardı. "Ne olsun Fırtına. Basıldık. Kaçmayı başardık ama yaralandık." Fırtına Mehmet solundan Filinta'ya baktı. İlk defa yaralı görüyordu onu. "Sen de kan kırmızısın" dedi Serficeli. O sırada Mehmet bir tabureye oturdu ve Süreyya Bey'in kendisini tedavi etmesine izin verdi. O sırada başından geçenleri üstünkörü anlattı. Serficeli bir tütün de Fırtına'ya sardı. Daha sonra Serficeli anlatmaya başladı ve Pangaltı hücresinin sıkı denetimde olduğunu söyledi. Kendilerinin at çalıp, zabit kılığında buraya kadar geldiklerini de ekledi.

     Uzun bir süre sessizlik oldu. Artık sabah sökmeye başlamıştı. Süreyya Bey, o gün eczaneyi açmamanın dikkat çekeceğini belirterek kendilerini evinde misafir etmeyi teklif etti. Aynı anda da çırağı Pomak Süleyman'ı da Şehzadebaşı'na Kara Kemal Bey'in yanına gönderdi. Bir saat sonra gelen Süleyman, Kara Kemal'in notunu getirmişti. Notu Fırtına'ya veren Süreyya Bey, bu seferde Süleyman'ı evine göndermeye karar verdi. "Bak şimdi Süleyman. Eve gidip kızım Zarife'ye haber veresin. Ağır misafirler vardır. Evi hazırlasın. Gerekli şeyleri temin etsin. Bir saate gelirler. Yok yok bir buçuk saate. Hayde var git." Süleyman'ın çıkması ile Süreyya Bey içeri odaya gitti ve Fırtına'nın buz kesen suratı ile karşılaştı. Bir şey demiyor ama mektupta ne yazdığını da merak ediyordu. "Ne oldu gardaşım? Merakta bırakmayasın bizi." diye söze girdi Seficeli. Fırtına yarı hüzünlü bir ses tonuyla söze girdi: "Dün yapılan baskınlarda yirmiden fazla Jön Türk kaybedilmiş. Kimisi esir alınmış, kimisi de ölmüş. Bizim hücreden Deli Ali'yi de alıp götürmüş hafiyeler. Kara Kemal Bey bizim de peşimizde olduklarını söylüyorlar. Şehri terk edip gitmemizi söyler Kara Kemal." İkisi de hüzünlendi. İstanbul'a geleli daha bir yıl olmuştu. Şimdi mücadele verdikleri Makedonya'ya, Bulgaristan'a geri dönmeleri gerekiyordu. "Olsun be gardaşım" dedi Serficeli. Olsun ama Deli Ali'yi bırakıp gidemezlerdi. Onu muhakkak kurtarmak gerekiyordu.

     Deli Ali, Makedonya'dan beraber geldikleri dördüncü Jön Türk'tü. İstanbul'a bu dörtlü beraber çağrılmışlar ve Amca tarafından aynı hücreye yerleştirilmişlerdi. Deli değildi ama deliliği severdi. Çift tabanca taşır, birinde sadece tek kurşun bulunurdu. Nedenini sorana da: "Diğer tabanca Bulgarlara bu tabanca bana" diye cevap verirdi. Baskın gecesi, Pangaltı hücresinde olmalıydı ve orada alıkonulmuştu.

     Serficeli, Fırtına'ya uzun uzun baktı ve gözlerinden ne olduğunu anladı. Yavaşça yerinden kalkan Serficeli, Filinta'yı dürterek uyandırdı. "Kalk Mustafa kalk. Deli Ali bizi bekler."