Yıllar yıllar önce; günlerden bir gece yarısı yine bir başıma oturuyordum evde... Sevgili eşim kimbilir hangi dağın başındaydı bilmiyordum ve epeydir bir telefon açabilmesini bekliyordum. Siz deyin 3 hafta ben diyeyim 3.5 hafta olmuştu sesini duymayalı ve ben "başına bir şey gelmiş olsa çoktan arar bulurlardı beni" gibi gevşeklik ile gerilim arası bir ruh hali içindeydim bu esnada.

İşte böyle bir gece yarısı takriben 3-3 buçuk sularında iken saat, gerçi o sularda ne işi vardı saatin hala anlamam; lojman içi hattım çaldı... Telsiz telefon ile fazla samimi yaşadığım için o vakitler, hadi hatırı da kalmasın, çalsın bir kere daha diyerek; ikinci çalışında açtım telefonu...
- Emel hanım?
Dedi biri.
- Buyrun benim...
Dedim karşılığında...
- "Komutanım yarın akşam sizi Diyarbakırda bekliyor" dedi...
- Ne cevap vereyim? Gelecek misiniz? Diye sordu.

İşsel, ailesel hatta toplumsal durumlarda kriz yönetimine hakim olduğuma inansam da; sorun kendi tercihlerim olduğunda tedbirsiz, aceleci ya da vurdumduymaz olabilirim ben, o nedenle yıllar önce o gece de aynen o tedbirsizliği ve lüzumsuzluğu yaparak;
- "Tamam geliyorum" dedim.
- "Neyle geleceksiniz?" dedi.
- "Uçakla" dedim.
- "Tamam iyi geceler" dedi ve kapadı telefonu.
Tabii böyle bir çırpıda yazmama bakmayın. 
Uydu telefonları ile görüşme yapabiliyorduk ancak, bir cümlelik sesin gidip gelmesi en az 40-50 saniyeyi alıyordu ve bizi "lojmanda bedava yaşar, fatura ödemez, orduevlerinde fink atar" sanırlara nazire yaparcasına dakikasına 3 $ ödüyorduk o telefonların kendi kesemizden. Bugünün parasıyla, hatta şu dakikanın parasıyla 16.28 TL idi sevdiğim adamın sesini bir dakika duymanın bedeli... Kaldı ki, o paraya rağmen eşim kendisi bile arayamamış, sonradan kim olduğunu öğrendiğimde arayanın, nasıl tanıyamadığıma çok şaşırmış, "yuh arkadaş, bari kendini tanıtsaydın da beni gece gece strese sokmasaydın" diyerek epey de fırçalamıştım, sonraki bir zamanda karşı komşum olacak arkadaşı...
Ertesi sabah oldukça hareketli bir güne uyanmıştım. Üst komşuma misafir gelecekti ama misafir aslında benim misafirimdi ve benim kimseye belli etmeden sessizce gitmem gerekiyordu. Tabi o zamanlar şimdi ki gibi "kızıl elmaya gidiyoruz abi" diye televizyonlarda fink atamıyordu bizimkiler!. Biz de ağzımızdan eskaza bir laf kaçırır mıyız diye tedirgin tedirgin hareket ederdik. "Toplu taşımalarda açık istihbarat veriyorsunuz, dikkatli olun" diye topluca uyarılırdık o aralar. Hepsine ilaveten, eşimizin görev yaptığı yere gitmek diye bir durum söz konusu değildi ama biz de 3,5 aydır görmüyorduk birbirimizi be kardeşim.
İşte bu son cümlecikteki sebepten dolayı biraz da, misafirleri üst komşuma emanet edip, sırt çantamı omuzuma atıp çıktım nizamiyeden. Körün taşı gibi o gördüğüm de neydi?
Alay komutanının eşi geliyordu ya la karşıdan... Sakince gülümsedim, "merhaba ....... hanım" diyerek kibarca selam verdim. "Merhaba Emelciğim, nereye böyle akşam akşam? " diye sordu doğal olarak.
- "Bir Kızılay'a kadar inip geleceğim" dedim.
Yemin etsem başım ağrımaz, az sonra bineceğim taksi nasılsa Kızılaydan geçecek değil mi?

Bir yandan hanımefendiyi sorgusuz atlatmanın rahatlığını yaşarken, "dur bir dakika kızım, bir sıkıntı var" dedim kendi kendime. Midemin cayır cayır yanması boşuna olamazdı.
- " Tabi ya, nereye gidiyorum ben. Artık çok geç aldım bileti. İyi de ya terörist falansa arayan. Ya eşime bişey olmuşsa da telefonu örgütün eline falan geçtiyse? İyi de nereden anlayacaklar? 'Aşkımlı canımlı 'kayıt tutmayız ki biz telefonda. Malum önce emniyet, aşkı sonra da yaşasan olur.
- "Olan oldu kızım Emel, kalkacak o uçak, artık ya eceline, ya sevdicegine... Allah ne verdiyse...

Mide ağrısıyla bindim o akşam 17.00 uçağına, zifiri bir karanlık çökmüşken Diyarbakır üstüne indim o içi de inis esnasında ayrıca karartılan uçaktan. Bir sırt çantam, bir ben, çıkışa doğru yöneldim lakin ne gelen var ne giden! Hah, yedik mi ayvayı? Çok güzel, en süper... Ne halt etmeli. En erken uçak yarın sabah...
Başka hal çaresi bulamayınca havaalanı inzibat görevlisi başcavuştan ufak bir yardım istedim, güvenilir bir taksi çağrılması konusunda. Orduevine gidecektim, bir umut, orada olabilirdi kocam...
Orduevi resepsiyondaki bebeler, adıma ayrılmış herhangi bir oda olmadığını tebessümle beyan ettiklerinde artık bunun kötü bir terörişko şakası olduğuna iyiden iyiye kanaat getirmiştim. Demek bir güvenlik açığı vardı ortada ve yarın sabah uçağa binene kadar ekstra ekstra tedbirli olmak icap edecekti. Boş bir oda istedim, bari duşumu alayım, yemek yiyeyim, uyuyayım. Kendime gelirim dedim. Dedigimi de yaptım. Hep jet lag olacak değil ya, yemekten sonra, jet -brain olan zihnim de açılmış olmalıydı ki birden ışık yandı gözlerimde. Daha önceki Diyarbakır yolculuğumda kalmış olduğum İpekyolu misafirhanesi geldi aklıma. Oraya bir rezervasyon olup olmadığını sormak için koştur koştur resepsiyona geri geldim. Bir baktım ki, odam orada hazır. İyi, en azından terör yok ortada... Adam sağ...
- Tamam o zaman, bir taksi bulalım mı dedim askerciklere, sağolsun hemen istettiler kapıya. Tam yanıma döndüm, gideyim çantamı alayım dedim ki; kimbilir kaç zamandır araziden düze inememiş, bu nedenle de saç sakal birbirine girmiş kocamı gördüm kapıda. Orduevi gibi kuralların kanırttığı lobide kollarını açmış bana bakıyordu... Tabii askerler de bize...
İşte o akşam, o özlemle, o kalp acısıyla bir iki kez turladık meşhur Ofis Caddesini ve bir kaç paket baklavayı da Ankara için istifledik. Bu kadar ekşın, heyecan ne içindi derseniz, "3 saat el ele dolaşabilmek, o kokuyu derin derin içinize çekebilmek için" derim hemen size. Zira yine ertesi sabah uçağıyla geri döndüm Ankara'ya. Zira kıymetli eşim, bir geceliğine inecekti şehre ve fırsattan istifade yüzümü görmek istemişti sadece. Çünkü görevin ne kadar daha süreceğini kimse bilmiyordu, planlayanlar bile...

Ertesi gün apartmana gelip baklavaları komşularıma dağıttığımda, haliyle kimse inanmadı Diyarbakır'a gittiğime. Köse geldi di mi dediler, kargoyla mı gönderdi dediler de, uçak biletimi gösterene kadar inandıramadım kimseyi...

Bu da onlarca, yüzlerce anıdan sadece biridir de, "neden gece gece aklına geldi?" derseniz....
Babasını gördükten sonra şehit olan bebe için yazdım bunca hengameyi. Aile herkes için önemlidir eminim, herkese kıymetlidir... Ama inanın bize bin kat daha kıymetlidir. Akıbeti meçhul bir kocayı, özlemesi hiç bitmeyen bir evlatla aylarca beklemekten daha ağır bir şey varsa, o da o kadın ve çocuğun ya da o babanın terör eliyle yok edilmesidir. Bakın ne diyorum, sizler için canını, ailesini, yaşamını hiçe sayan birileri var. Siyasî düşünceniz, dünya görüşünüz, tırı mırı sebeplerle sırtlarından vurmayın bu insanları. Bu insanların her biri, deniz kenarında bir sıradan çakıltaşıdır. O çakıltaşı orada olduğu için o sahil daha korunaklı... Ordu herkese lazım... Kıymayın ne olur!
Kalınız sağlıcakla...