Yaklaşık on yıldır yüz yüze görüşmemiştik. Ara sıra telefonda kısa bir hal-hatır sorgusu ve soğuk bayram mesajlaşmaları yapıyorduk.

Oysa ne kadar çok özlemiştik birbirimizi ya da en azından duygusal yönü kuvvetli olan ben özlemiştim…

Unutulmaz zamanlarımız olmuştu; acı, sevinç, heyecan ve korkular yaşamıştık beraber.

Gençtik ve her Türk gibi bizler de dünyaya bedeldik, hatta ikimiz dünyayı geçmiş galaksiler fethetme hülyasındaydık. Henüz iki yüz elli bin dolara alınıp satılmıyordu şu öksüz Türklüğümüz...

Yine her Türk Milliyetçisi gibi biz de rüyalar gördük yarının büyük, müreffeh ve lider Türkiye'sine dair; hem de haşlanmış patates ve makarna ile beslenerek…

Ah! Kaldıracımızı koyacak bir dayanak noktası bulabilseydik…

Ne acılar çektik bu uğurda, ne dayaklar attık, ne dayaklar yedik sırt sırta verip…

Hiç unutmam, bir keresinden Anadolu kırsalından henüz çıkıp üniversiteye gelmiş fakat bir yanlışlık sonucu etkisinde kaldıkları "fakirlik edebiyatı" yüzünden bilinçsiz bir şekilde solcuların safına katılmış iki çocukla karşılaşmıştık. Henüz tazeydiler…

Bizim ki vatan kurtaracak ya, paldır küldür daldı çocuklara… "Dur oğlum bunlar bizim gibi kavruk, gariban Türk çocukları; bizim görevimiz bunları ihanetin kucağına itmek değil, geri kazanmak olmalı, kavgamız bunlarla değil ağa babalarıyla olmalı" dedim. Bu arada çocuklardan birinin kaşı patlamış yüzü-gözü kan dolmuştu bile. Zor aldım elinden garipleri…

Öyleydi arkadaşım;"Vur de vuralım, öl de ölelim" kafası.

Sevmeyi denedin mi hiç? Geleceğin büyük ve müreffeh Türkiye'si için!

Sevdirmeyi denedin mi?

O çocuklar okul bitinceye kadar, okulda, kütüphanede, yemekhanede, çarşıda-pazarda, kısacası karşılaştığımız her yerde bana hep saygı gösterdiler. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı, bizimle kavgaya hiç girmediler, hep uzak oldular. Belki bizim safa katılamadılar ama karşı safın militanı da olmadılar…

Bu da büyük bir hizmet değil miydi vatan için?

***

Mezuniyetimizin ilk yıllarında sık görüştük, her fırsatta yüz yüze buluşmaya özen gösterdik. Hayatın acımasız çarkları arasında eve bir lokma ekmek götürebilme mücadelemizi ve aile geçindirme derdini birlikte yaşadık.

O zamanlarda bile tavizsiz, ciddi ve katıydı; gençlik ve okul yıllarımızda olduğu gibi. Ben, her ciddi konuyu bile bir şekilde mizaha bağlayıp efkâr bulutlarını dağıtacak kadar muzip…

İzahı olmayan şeyleri mizahla ifade etme yeteneğim oldukça gelişmişti, gözleri görmeyen insanların diğer duyuları çok gelişirmiş ya öyle bir şey…

Arkadaşım bir süre sonra cemaat, dergâh vs denilen yerlere takılmaya başladı. Aynı Allah'a inanıyor, aynı namazı kılıyor, aynı orucu tutuyorduk. Fakat o daha farklı davranmaya başladı.

Doksanlı yıllarda ülkemizde alenen uygulamaya konulan turuncu politikalar sonucu yükselen İslamcı siyaset ve cafcaflı beyanatlar onu da etkilemişti. O tavizsiz, o çelik tabiatlı ve tam inanmış ülküdaşım gittikçe soğumaya başladı, Ocak'ta içtiğimiz çayın tadından.

Bilirsiniz bizim Ocak'larda çayın yanında melemen de meşhurdur. Ama birlikte öyle günlerimiz oldu ki; domates var yumurta yok, yumurta var domates yok. İkisini bir araya getirip melemen yapabildiğimiz günler sayılıdır. Sonra üniversite yemekhanesinde bir tabldot yemek alıp beş kişi kaşık salladığımız günler az değildi. Masaya çok kereler tok oturup aç kalktığımızı biliriz…

İşte o arkadaşım şimdi bambaşka şeyler konuşmaya başlamıştı. Her cümlenin arasına bir, "kâfirler, günah, tağut, Allah dostu, Osmanlı torunu" vb benzeri şeyler sıkıştırıyordu. Bir keresinde dilimizin Arapça olması gerektiğini, öte dünyada Arapça konuşulacağını saçmaladı. "Türkçeyi kim yarattı, Allah yarattığı dili bilmeyecek, anlamayacak kadar aciz mi?" diye çıkıştığımda, sohbetlerine devam ettiği yerlerdeki "Allah dostları öyle anlatıyor" cevabı verince kan beynime sıçramıştı.

Her şey bir yana, birilerini övmek için, "Allah dostu" vs tanımlar yapılması çok tuhafıma gidiyordu. Biz "Allah düşmanı mıyız lan?" demiştim bir keresinde…

Hadi bunlar Allah'a dost diyelim, acaba Allah da bunlara dost mu?

"Din, iman, hizmet, başörtüsü, imam hatip, günah-sevap, Osmanlı torunu", lügatindeki en önemli ve en çok kullanılan kelimeler olmuştu. O hep Fatih'in, Yavuz'un, Abdülhamid'in torunuydu. Bana her seferinde Deli İbrahim kalıyordu…

Artık aynı dili konuşamıyorduk, anlaşamıyorduk, konuştuklarımızı anlamıyorduk. Çünkü arkadaşım, stratejik öneme sahip kamu kuruluşlarının özelleştirme adı altında bir takım kişilere peşkeş çekilmesini ve din-iman edebiyatı yapanların aradan komisyon koparmalarını hoş görüyordu.

Deli İbrahim'in torunuyum ya, soya çekim olsa gerek; her seferinde iyice delirmeye başlamıştım…

Haliyle konuşmalarımız konuşmadan çok tartışmaya, tartışmalarımız bağrışmaya, atışmaya dönüşmeye başladı. Son büyük kavgalarımızdan birinin TÜRK TELEKOM'un, diğerini de TEKEL içki fabrikasının haraç-mezat satışı üzerine olduğunu hatırlıyorum. Hep din-iman üzerinden yapıyordu savunmasını. Akçeli siyaset, cemaat ilişkilerini saymıyorum; onlar sıradan kavga konumuz olmuştu…

Hele bir seçim mitinginde asgari ücreti, çay ve simit maliyeti üzerinden anlatanları bir anlatışı vardı ki, hiç unutmam. Karşı tezimi neredeyse beni dinden çıkartmaya kadar vararak çürütmeye çalışmıştı.

Hayattan farklı örnekler vererek uzun uzun anlatmıştım işin sonunun nerelere varacağını…

Yazık ki, zaman beni haklı çıkardı. Keşke o haklı çıksaydı…

***

Her insan gibi hayatın ağır yükü altında zorlandıkça o da maneviyata yaslanmaya çalıştı fakat yanlış ellerde militanlaştı. Artık sırt sırta, omuz omuza değil karşı karşıyaydık.

Çok değişmişti..

Bu nasıl değişmekti, bu nasıl savrulmaktı böyle?

Öyle ki, birilerinin trol masalarında yalan-yanlış hazırladığı ve iftira dolu ucuz propaganda malzemelerini sosyal medya hesabından paylaştı. Aynı tastan su içtiği eski dava arkadaşlarına direk küfür eden paylaşımları bile pervasızca yaydı. Dün uğrunda omuz omuza mücadele ettiğimiz bütün değerlerimizi aşağıladı, dalga geçti, küfürler etti.

İkna etmek için çok uğraştım. Hatta o ve onun durumuna düşmüş bütün arkadaşlarımızın dikkatini çekmek için elimden geldiğince, "siyaset ve siyasetçiler gelip geçicidir, arkadaşınızı, dostunuzu, komşunuzu incitmeyin" türünden paylaşımlar yapıp bu meyanda yazılar yazıp durdum beyhude…

Olmadı, koptuk.

Ve aradan yıllar geçti...

***

Önceki hafta sonu, ortak bir arkadaşımızın kızının düğün merasimi sebebiyle bir araya geldik.

Özlemişiz ulan!

Sarıldık, sıkı sıkı sarıldık…

Saçları dökülmüş, dökülmek ne kelime resmen kel işte. Kulaklarının üzerinde ve ensesinde kalan bir avuç saç ise beyaz, bembeyaz. O atletik dimdik vücut gitmiş, koca bir göbek ileriye atılmış kemerin üzerinden…

Kısa bir hâl-hatır sorma faslının ardından oldukça gürültülü olan salondan çıkıp sokağın köşesindeki çay ocağına geçelim dedik.

Bencil ve cahil esnafın gün boyu tezgâh sererek iyice daralttığı yetmiyormuş gibi akşam evine dönenlerin araç park ettiği "kaldırım" demeye bin şahit isteyen daracık ve yamru-yumru yükseltide yürüme imkânı olmadığı için mecburen yolun ortasından gittik.

***

"Hiç değişmemişsin; saçların beyazlamış ama benim gibi kel değilsin, göbeğin de yok. Şu gözlüğü çıkartıp saçını boyasan üniversite sıralarındaki halin" dedi.

"Bu saydıkların bile aslında ne kadar değiştiğimizin özeti" dedim ve devam ettim, "Artık gözlük takıyorum, cildim kırışmaya başladı, geçen yıl ki enerjimi bu yıl arıyorum, ara sıra yaşadığım romatizma atakları çok daha ağır geçiyor, resmen ayaklarım kilitleniyor, gözümden yaş getiriyor, ağlatıyor lan!" dedim.

"Sinir sorunum da var, bazen resmen deliriyorum, hayat şartları, iş stresim ve bir zamanlar dünyaya kafa tutan bizlerin düştüğü durumlar delirtiyor beni.Artık sakinleştirici ilaçlar kullanıyorum, daha ne olsun?" dedim.

Sonra "Saçım bana çok yakışıyor, sosyete böyle platin beyaz yapmak için dünya para harcıyor " dedim ve gülerek ekledim, "Bu arada ne kadar tatlı olduğumu söylemeyi unuttum: artık şekerim de var, yavaş yavaş ve tatlı tatlı ölüyorum oğlum" dedim…

Atıldı, "Sana değişmemişsin diyorsam değişmemişsin, baksana hâlâ espri yapıyorsun, dünyayı iplemiyorsun ben olsam intihar ederdim" dedi. Bunu birkaç defa düşündüğümü bilmiyordu…

Sonra eskilere daldık, kavgalarımıza, tok yatıp aç kalktığımız öğrencilik günlerimize. Bizim gibi hayatın sağa sola savurduğu arkadaşlarımızın kulaklarını çınlattık, aramızdan erken ayrılanları hayırla yâd ettik…

***

Çayın biri gidip diğeri gelirken konu bir noktadan sonra günümüze geldi.

Uzun zamandır İstanbul'a yolu düşmemiş, araç geçiş garantili köprülere, oto yollara, hasta garantili hastanelere, devasa binalara, AVM'lere hayran kalmış. "Adam" dedi, "büyük adam, İstanbul'u dünya şehri yapmış"

"İstanbul devasa bir köy, hatta çöl, bir görgüsüzlük ve kültürsüzlük çukuru oldu. Her geçen gün yaşanmaz bir hâl alıyor" diyecek oldum, fakat yüzü sertleşti. Baktım sorumlulara toz kondurmayacak yine, çünkü kutsal alan belirlemiş. Sustum, şehrimizde misafirdi nihayetinde…

Sadece haberlerde gördüğü Ankara'daki sarayın ecnebilere karşı ülkemize sağladığı prestiji ballandıra ballandıra anlattı. İsrail başta olmak üzere bütün dış mihraklara ağzının payını nasıl verdiğimizi anlattı. İmparatorluk bakiyesiydik nihayetinde, büyük bir millettik, Osmanlı'ydık. Bize de bu yakışırdı…

Lâ havle çektim içimden…

Her sene birkaç defa değiştirilen eğitim sistemini, ülkemiz için en doğrusunu bulana kadar çalıştıklarının nişanesi olarak savundu…

Son özelleştirilen şeker fabrikalarının kapatılmasını da çok iyi bulmuş, ülkemizde pahalı üretim yapmak yerine dışarıdan ucuza satın almayı akıllıca görüyordu. Sadece şeker değil, başka ürünler için de aynı düşünceyi taşıyordu.

Arkadaşım içinde bolca, "dış mihrak, alt akıl-üst akıl, van minit, büyük lider vb" geçen uzun uzun cümleler kurarken gözüm, çay ocağının önünden geçen kavga mı ediyorlar yoksa şaka mı ediyorlar anlayamadığım bir grup pejmürde giyimli Suriyeliye ilişti. Kalabalık grup bağırtılar-çığırtılar eşliğinde birbirlerini itekleyerek akşamın alaca karanlığında uzaklaşıp gitti. Diğer taraftan dağdan yeni indiği belli olan orta yaşlı görgüden nasipsiz bir adam, boğazından yukarı kalın ve hırıltılı bir ses çıkartıp karşı kaldırıma şlaap diye bir imza atıverdi…

Ve on iki-on üç yaşlarında bir çocuk, iştahla yediği çikolatanın ambalajını yola doğru savurup koşar adım geçip gitti…

Bu arada arkadaşım, yapılan hizmetleri ve başarıları övüyor övüyor övüyordu.

Cümle aralarına ilgili-ilgisiz dinden, kitaptan, hadislerden bir şeyler sıkıştırıp kendini bildi bileli dindar olan ve İslam'ın gereklerini en iyi şekilde yapmaya çalışan beni bile irrite ediyordu.

Dinliyormuş gibi ara sıra kafa sallayıp, "yaa!", "hı hı!", "evet!" gibi sesler çıkarsam da tamamen sokaktaydım. Arkadaşım konuşuyordu, ben duymuyordum.

Ne ipime takıyordum, ne kuşağıma…

***

Birden tüy gibi bir hafiflik hissettim ruhumda, bir el beni aldı havaya kaldırdı. Cismim, çay ocağının önünde, elinde ince belli bardaktaki çay ile oturuyordu. Ama ruhen gökteydim ve her yeri yukarıdan görüyordum…

Bu sokaktan İstanbul'un bütün cadde ve sokaklarına adeta bir simülasyon yapmıştım. Şimdi sokak sokak bütün İstanbul'u ve hatta ülkemizi görüyordum…

Dere yatakları ranta boğulmuş, onların yerine eğitimsizlik, cehalet, serserilik ve sersemlik akıyordu sokaklarda. Bazı rögarlardan yola doğru sızıntılar var.

Adam sendecilik, fırsatçılık, ucuzluk ve olabildiğine rantçılık yükseliyordu binalardan; görüyordum…

Kokuyordu. Göz alabildiğince her yeri cehalet kokuyordu, görgüsüzlük kokuyordu, samimiyetsizlik kokuyordu…

Her yerde, her köşede, her duvarda, her çatıda, "Devletin malı deniz, yemeyen domuz" yazıyordu. "Karda yürü, izini belli etme", "Bal tutan parmağını yalar" yazıyordu…

Şurada çok yüksek bir binada "%" işareti vardı, daha yüksek bir binanın çatısında ise, "milyon" yazdığını gördüm. Nedense birçok yerde de "bizden" ve "yakinimdir" yazıları defalarca yazılmıştı…

Bir yerlerde, "Gemisini yüzdüren kaptandır" yazan yaldızlı bir levha da gördüm fakat karada geminin ne işi olduğunu anlamlandıramadım.

Bir adam, evinin balkonunda(balkon dediğime bakmayın yıllar önce kaba sıvası yapılıp öyle bırakılmış, resmen görüntü kirliliği olan binanın gövdesindeki kibrit kutusundan hallice bir oyuk) rengi beyazdan griye dönmüş daracık atletinden taşan koca göbeğini balkon mermerine dayamış, bir elini yelpaze gibi savurduktan sonra kafasını yukarı kaldırarak isyankâr bir ses ile "Esmiyor! Esmiyor!" diye bağırdı. Yağlı, tombul ve kıllı vücudu tamamen ter içindeydi ama bunun sorumlusu Tanrı değildi. Siz her bulduğunuz yere beton dikerseniz, her gördüğünüz ağacı keserseniz olacağı budur…

Esmiyor işte, bu kafayla devam edersek esmeyecek de!

Fakat kafası bunlara basmayan adam yine, "Esmiyor!" diye bağırıp artından bir küfür savurdu...

Sokağın en alt ucunda bir grup erkek çocuk, yoldan geçen arabaları kollayarak boşluk buldukları anda top oynamaya çalışıyorlardı. Park halindeki arabalara çarptıkları topun sesi bize kadar geliyordu. Ya o araçlara verdikleri zarar? Kim bilir sahipleri nasıl zorluklarla almışlardı onları, hatta bazıları hâlâ kredi ödüyor bile olabilirdi. Heyhat kimin umurunda? Artık hangi anne-baba bunları öğretiyor ki çocuğuna?

Benim otomobilimi de böyle çocuklar evin önünde çizip, tekmelemiş, top oynarken çarpa çarpa kaportasını ezmişlerdi zaten. Birde kendi araçlarına binmek isteyen tepeden-tırnağa cahil ve sorumsuz kişilerin ve onların iz düşümü olan eğitimsiz çocuklarının kedi arabalarının kapısını sonuna kadar açarak, park halindeki aracıma küt diye çarpmaları sonucu onlarca kapı vuruğu izi olmuştu arabamda…

Ağzında cak! cak! Çevirdiği sakız bile eğitimsizliğin, cehaletin ve paçozluğun doruklarında olduğunu aşikâr ettiği halde, kendini İstanbul hanım efendisi sanan; başı ile beraber beyni de örtülü bir genç kadın, 4-5 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ve ağlayan kızına, "Sus! Ağlama diyorum sana" diye bağırıp bir- iki şamar çarptıktan sonra kolundan sürükleyerek sokağa karışıp gitti…

Omuzları eğilmiş ve ayakkabıları alındığı günden beri bir kez olsun boya yüzü görmemiş olan bir amca, burnunu sümkürüp elini kaldırıma doğru kuvvetlice salladıktan sonra kalan ıslaklığı, önce karşı binanın duvarına sonra pantolonuna sildi…

Belediyenin "yaptık oldu" dercesine ve aslında "bizden" müteahhide ekmek çıkarmak için yaptığı kaldırımdaki engelli geçiş yerine umursuzca park etmiş olan bir kamyonet yüzünden zaten zorla sürdüğü bebek arabasını geçiremeyen kadın, bildiği bütün bedduaları ediyordu. Hem belediyeye hem de kamyonetin sahibine. Çay ocağının çalışanı koşup yardım etmese kadın resmen mahsur kalacaktı…

Aslında tek yön olan sokakta, trafiğin tam aksi istikamette seyreden bütün camları açık bir spor otomobilin içindeki tuhaf saçlı üç genç; bet sesli bir adamın aksanlı Türkçesiyle söylediği şarkıyı bağırta bağırta herkese dinleterek geldi. "Bu ne gürültü kardeşim, hem burası tek yön!" diye seslenen duyarlı vatandaşa el -kol hareketi çekip üstüne cilâ niyetine sövdüler.

Otomobilin arka koltuğunda oturan insan kılıklı tuhaf canlı, açık olan pencereden elindeki -muhtemelen bira- kutusunu buruşturup yola fırlattı ve aynı bağırtılı müziğin eşliğinde el çırpıp tempo tutarak basıp gittiler.

Artık mecburen diyorum, çünkü kaldırım yok memlekette. Haliyle yolun tam ortasından yürüyen bir adam, bitmek üzere olan sigarasından son kez derin bir nefes çektikten sonra izmariti birkaç metre önüne fırlatarak üzerine basıp söndürdü. Biraz daha yürüdükten sonra ceketinin iç cebinden yeni bir paket çıkartıp jelatinini sıyırıp umarsızca yolun ortasına atıp gitti. Gülümsedim ve Polyanna moduna girdim: Olsun, en azından izmariti üzerine basıp söndürebilmeyi öğrenmişti…

Başka bir adam, yirmi yılı aşkındır her defasında güvenip oy verdiği Belediyenin sağladığı şebeke suyunu içmeye korktuğu için, yine kendisiyle aynı hayat felsefesine sahip ucuz zincir marketten satın aldığı iki adet beş litrelik ucuz marka pet şişe ile evine doğru yürüdü. Evine marketten paketlenmiş su taşıyan o adamın ellerinde taşıdığı tezadı benden başka gören olmadı…

İlkokul ile ortaokul arası yaşlarda, moda diye pantolonunun önü neredeyse tamamen yırtık-pırtık olan bir çocuğun, kendisine sigara içmemesini öğütlemeye çalışan saçları kırlaşmış bir adama verdiği, "Sana ne lan, anam mısın, babam mısın?" karşılığı yüreğime bir hançer gibi saplandı ve tüylerimi diken diken etti. Adam iyilik yapmak istediği için pişman oldu, lanet okudu, çocuğun annesi hakkında iyi olmayan şeyler mırıldanıp yürüdü gitti…

Sonra bir araba yolun ortasında durdu, karşı dükkândan birisi geldi, muhabbete başladılar. Yol kapandı fakat umurlarında değil, arkada korna çalıp rahatsızlığını gösteren sürücüye ters bir bakış fırlattı arabanın dışındaki adam. Suçlunun, kuralsızlığın gücü baskın çıktı, arkadaki arabanın sürücüsü tırstı ve biraz daha bekledi, mağara kaçkınlarının yol ortası muhabbetinin bitmesini…

Bir kâğıt toplayıcısı, köşedeki çöp konteynerinden akşam akşam bir ekmek parası çıkartabilmek için çırpınıyordu; üstü, başı ve yerler kir içinde…

Konteynerin yanında yerde yatmakta olan sokak köpeğine, oradan geçen cılız ve tipi kayık bir adam sert bir tekme salladı. Sebepsiz yere tekme yiyen köpek, can acısı, korku ve şaşkınlıkla ciyaklayarak kaçıp gitti. Adam pis pis sırıtıp gözden kayboldu…

Çay içtiğimiz mekân sahibinin, dükkânın önündeki ağacın dibine sokak hayvanları için bıraktığı su kabının içinde sigara izmaritleri tavaya dizilmiş hamsi gibi duruyordu.

Ağacın dibi de, yan tarafta çöp kovası olduğu halde izmarit içinde ve gövdesi de maalesef çakı ile kazınmış. O dallarına kuşlar konası, o altında her konaklayana gölge edip serinlik veresi ağaç, "yıllar yılı ne halta yaradığını anlamadığım" gereksiz isim ve aşk sözcükleriyle yara-bere içindeydi…

Ağaç kanıyordu ve benden başkası görmüyordu kanlarını…

Artık hiç duymuyordum arkadaşımı, aniden bir rüzgâr esti ve sokağa atılmış kâğıt, naylon parçaları, toz-toprak birbirine karışıp döne döne uçuşup gitti havada. Köyünde yaşadığı hayatı aynen şehre taşımış olan yaşlı bir teyzenin pazardan aldığı ucuz basma eteği savrulup altındaki lastikli basma donu göründü…

Başka bir kadın, yanında saçı başı karışık hatta birinin sümükleri neredeyse ağzına akmak üzere olan iki küçük kızıyla yolun tam ortasından yaylana yaylana yürüdü. Ama sorun kaldırım olmayan yolun ortasından yürümesi değildi, yaylanması da değil. Ayaklarında artık duraklama dönemini tamamlayıp dağılma dönemine girmiş olan terliklerini yere sürte sürte yürümesiydi. Yürürken çıkardığı o iğrenç ses hâlâ kulaklarımda…

Karşı kaldırımın yanında duran otomobilden inmeye çalışan adam, aracının kapısı olması gereken ölçülerden çok yüksek yapılmış olan kaldırıma sürtünüp cayırtı çıkarınca, kaldırımın da, kaldırımı böyle yapanın da yedi sülalesine uzun bir telgraf çekti…

O da ne, biraz öce tekme yiyen sokak köpeği, kendisi gibi bir sokak mahkûmu olan küçük bir kediyi kovalayarak geçti önümüzden. Zavallı kediyi, o bağırış-çığırış ve öfke ile yakalasa anında parçalardı her halde. Güçlü olanın güçsüzü her zaman ezdiği ve bunu marifet bildiği ülkemde başka ne olsaydı ki?

Üç bina ötedeki apartman görünümlü gecekondunun ikinci kat balkondan, bir kadın sofra bezi veya ince bir kilim silkeledi; tam altından dört kişilik bir grup geçerken. Uçuşan toz ve kırıntıları, bu alaca karanlıkta ben bile gördüm…

Gruplar halinde gelip çeşitli turistik şehirlerimizde çöp toplayarak bize yani, "temizlik dininin mensuplarına" temiz olmayı öğretmeye uğraşan "dinsiz!" Japonlar geldi gözümün önüne…

Dişlerimi sıktım…

***

Arkadaşım, Konyalı bilim adamları tarafından binmeyen çok gizli bir fabrikada üretilmiş ve seriye alınmış teknoloji harikası yerli ve milli bir makineli gibiydi. Ama ben günde en az bir milyon kere duyduğumdan mecburen aşina olduğum, "Reis, dünya lideri, posta koydu, rest çekti, Osmanlı Çocuğu, üst akıl, dış güçler, imam hatip, 2023" dışında hiçbir kelimeyi anlayamıyordum. Hatta duymuyordum bile…

Arada bir de tespihinin, çıt çıt boncuk şıkırtıları ilişiyordu kulağıma o kadar…

Türkü evi denilen pespaye bir bodrum katından çıkan bir sarhoş, yalpalayarak ve sağa-sola rast gele söverek yürüdü gitti…

İpimle kuşağım aklıma geldi, baktım her şey yerli yerindeydi…

***

Gülümsedim ve bardağın yarı beline kadar dolu fakat soğumuş olan açık ve şekersiz çayımı bir dikişte olması gereken yere yuvarladıktan sonra,"Allah rızası için köre bir göz!" diyerek kahkaha attım.

Gayri ihtiyari o da güldü ve "Dünyayı şeyine takmayan, en sıkıntılı zamanda bile matrağın dibini delen adama ne anlatıyorum ki!" dedikten sonra ocakçıya bileğinde tesbih olan sağ eliyle "V" işareti yapıp iki çay daha istedi…

Tartışmamak için, "Boş ver bunları, bu işler Reisin, Damat Bey'in, Bilge Liderin, Kemal Abinin, Hacı Ablanın işleri. Ben dostlarımla siyaset tartışmayı bırakalı yıllar oldu. Görüşmeyeli sen ne yapıyorsun? Onu anlat." Dedim.

Derin bir iç çekti, en son yedi sekiz sene önce memleketinde iktidar partisine yakın bir müteahhidin inşaat şirketine girip geçen sene emekli olmuş.

Patronu çok büyük işler almış, büyük inşaatlar yapmış, okul ihalesi vs yapmış. Modern apartmanlar, dükkânlar, parklar yapmış. Resmen şehrin çehresini değiştirmiş. Belediye yıllardır kesintisiz onlardaymış. Çok da hayırsevermiş patronu, kendi adına bir cami bile yaptırmış adam. Mensubu olduğu cemaate de çok yardımlar yapıyormuş. Teşkilatlarından birçok yöneticinin çocuğuna burs vermiş. Arkadaşımın çocukları da burs almış. Yoksa mümkün değil maaşıyla okutamazmış evlatlarını…

Sigorta primleri, bir Türkiye klasiği olduğu üzere düşükten ödendiği için emekli maaşı zar zor yetiyormuş(beş ay sonra emekli olduğumda başıma ne geleceğini anlıyorum galiba). Allah'tan ev -babadan kalma- kendininmiş, iki çocuğu da müteahhit patronun verdiği üç kuruş bursla okuyunca biraz rahatlamış…

Müteahhit, çocukların düğünlerine çelenk yolladığı halde bizatihi gelerek tam altın takmış.

Öyle anlattı arkadaşım…

Lütfetmiş müteahhit efendi, adam deveyi havuduyla yutmuş; bizim ki, önüne bir dilim ekmek attı diye neredeyse şükür secdesine kapanacak…

"Üniversite okumuş birisi nasıl böyle olabilir?" dediğinizi duyar gibiyim. Oluyor işte. Bizim milletin en sarhoşu bile "din" deyince bir toplanır, oturuşunu düzeltir, kılık kıyafetine düzen verir. Meyhanede çalan şarkının nakaratındaki "Allah!" kısmına coşkuyla katılıp kadehleri tokuşturduktan sonra fondipler tüm bardağı.

Bu konuda hassas bir toplumuz, gereğini yapmasak da yaşamasak da bu din bizim dinimizdir…

Haliyle din işlerini ticarete konu etmiş uyanık insanlarla karşılaşınca ve kendimizi bu konuda biraz eksik hissediyorsak yelkenler suya iner…

Ondan sonra sana gelsin din-iman, şeyh efendiye han-hamam...

***

Arkadaşım da birkaç hastalık geçirmiş, en son mide ameliyatı olmuş, daha önce dizinden de bir operasyon geçirmiş yürürken hafif aksaması ondanmış. Bu arada müzmin belâ şeker, onda da varmış.

"Senin kadar olmasa da ben de tatlıyım artık" diyerek gülümsedi.

"Benim ki, gerçekten yerli ve milli fakat senin ki, ithal mısır şurubundan" dedim.

Sonra , "Seninkiler -yerli üretimi teşvik ediyoruz- ayağıyla yerli ürünlerde yıllardır mecburi olarak kullanılan "Türk Malı" ibaresinin yerine ne idüğü belirsiz ve logosu da aşırma olan "yerli üretim" diye bir garabet çıkardılar. Sen ne düşünüyorsun bilmem ama bana göre Türk'ü yurt sathından silme faaliyetleri tam gaz devam ediyor" dedim.

Hüzünlü bir sesle, "Dünyayı kurtarmak için çıktığımız yolda, ne ülkemizi ne de kendimizi kurtarabildik; geldik gidiyoruz şu fani âlemden" dedi.

Öyle ya, ellili yaşlardaydık ve bir elli sene daha yoktu önümüzde…

Allah bilir beş sene bile…

***

Soğumaya yüz tutmuş bardağımdan bir yudum daha çekerken gözlerim ileriye doğru kaydı. Birden oldukça ileriye, uzaklara doğru bir perde açıldı gözümde. Çok çok ilerilerde belli-belirsiz, mum alevi kadar ve oldukça titrek bir ışık görünüyordu. Işık titriyordu. Belki de üşüyordu…

Işık niye titriyordu bilmiyorum. Korkudan mı yoksa karanlık bir yolun sonunda ulaşılacak bir aydınlığın sevincinden mi, ya da toprağın üzerine dizilen iğreti raylardan devrilmek üzere olan trenden mi anlam veremedim…

Beynim zonklamaya başladı yine…

Böyle tutar ara sıra…

***

Kaçıncı bardak olduğunu unuttuğumuz çaylarımızı yudumlarken, düğün salonunda "takı vakti gelince bize haber verin" diye tembihlediğim genç koşarak geldi ve alelacele ayağa kalkıp çaycının hesabını ödedim.

Üçümüz birlikte hızlı adımlarla ve yine mecburen yolun ortasından ortasından yürüyerek salona yöneldik.

Arkadaşım yolda bir an duraklayıp elini omzuma koydu ve "20-25 sene önce, düğünlerde çeyrek altından aşağı takmazdım. Şimdi gramı elim titreyerek takıyorum, insanlardan utanmasam onu da takmayacağım" dedi.

Benzer sıkıntıları yaşayan birisi olarak içim ezildi ve "Buraya birbirimize hava atıp zenginlik gösterisi yapmak için gelmiyoruz. Dostlarımızın mutlu günlerinde manevi olarak yanında olduğumuzu gösteriyoruz, abartma" dedim. "Zaten farkındaysan bir düğünlerde, bir de cenazelerde bir araya gelebiliyoruz, kıymetini bilmek lazım. Her buluşmada birer birer eksildiğimizi de unutma" dedim…

Ayrıca bu geldiğimiz durumda kendisinin de vebali olduğunu söyledim.

İtiraz edince dayanamadım, "On sekiz sene önce bir asgari ücret ile 12 adet çeyrek altın alınabiliyorken, şimdi ki asgari ücret 4 adet çeyrek etmiyor. Bizim gençliğimizde bir Türk dünyaya bedeldi, kırk milyon Türk için yeni galaksiler arıyorduk fakat senin övdüklerinin döneminde bir Türk ancak iki yüz elli bin dolar ediyor" dedim…

Ve ekledim, "Bugün İstanbul'da sıradan bir mekânda bir bardak çay 2 lira, simit ise 1.75 lira. Şu 1603 TL asgari ücretle geçinen dört kişilik ailenin mutfak hesabını bir daha yap!"

"Nereden nereye geldiğimizi gör!"

Sustu…

***

Düğün salonunda ter kokusu ve toz birbirine karışmıştı, gürültü de cabası…

Takı töreni başlamış, genç kızımızın ve damadımızın aile büyükleri sırasını savmış; yakınlar, komşular, arkadaşlar uzunca bir kuyruk oluşturmuştu.

Yeri gelmişken belirteyim, "açık" diye kızılan, sokakta kötü bakılan, taciz edilen, dolmuşta tekmelenen kadınların oynamasını, dans etmesini bir yere kadar anlıyorum. Çünkü gözü beyninden büyük olanlar nezdinde bu kadınlar zaten cehennemlik. Fakat dindarlık gösterisi yapan ve bunu her fırsatta gözümüze sokanların, yüzlerindeki bir kova dolusu boyayı terden vıcık vıcık edip akıtıncaya kadar o daracık ve tuhaf abiye kıyafetler içinde çılgınca tepinmesini anlamlandıramıyorum. Anlayamıyorum…

Allah düğün salonunun içini görmüyor mu? Yoksa orası serbest bölge mi?

Oldum olası sıkılırım ve eleştiririm böyle ortamları.

Biliyorum, arkadaşım da sıkılır böyle ortamlardan o yüzden dedim ki, "Hadi üniversite yemekhanesinde yaptığımız gibi yapalım". En ön sıralarda eşiyle bekleyen bizim yaşlarda bir adamı gözümüze kestirdik ve yanına girip, "Vay Necmiii! Sen de mi buradasın? Nerelerdesin yahu? Epeydir görüşememiştik, canım arkadaşım!"

Adamcağız ile karısı şaşkın şaşkın bize bakarken ve arkasındakiler mevzuyu kavramadan, biz çoktan gerekli kaynak operasyonunu başarıyla tamamladık...

***

Derinlerden kulağıma gelen bir ses ile irkildim, gözümü açtığımda sesi çok güzel bir müezzin tarafından sabah ezanı okunuyordu. Eski Türkiye'de bet sesli adamların okuduğu ezan ile korku içinde uyanırdık, şimdi öyle mi? Daha önce hiç duymadığım o güzel sesli müezzin tarafından saba makamında okunan ve ruhumu okşayan ezan iliklerime kadar işledi. Yatağın içinde oturdum ve "Tanrım çok şükür, sadece kötü ve salakça bir rüya görmüşüm" diyerek rahatladım. Öyle ya, bizim ülkemiz, insan haklarının, adaletin, hoş görü, şefkat ve saygının hüküm sürdüğü; kadınların, çocukların ve hayvanların korkmadan ve başına bir hâl gelmeden rahatça dolaşabildiği, insanların birbirini dolandırmak için yarışmadığı bir ülkeydi. Ve herkesin tanısın tanımasın birbirini güler yüzle selamladığı, kimsenin yere çöp vb atmadığı, her sokağının, her caddesinin tertemiz, pırıl pırıl olduğu, ahlak ve eğitim seviyesi yüksek çalışkan insanlardan mürekkep zengin ve müreffeh bir ülkeydi.

Rahatlamıştım…

"Ey Finlandiya! Ey Japonya! Siz de kimsiniz be?" dedim ve dış güçler uykumu tekrar geri getirip ibadet yapmamı engellemeden abdest almak için banyoya girdim…

Bir süre sonra giyinip kahvaltı için mutfağa geldiğimde açık olan TV'deki havuz kanalı, Konyalı bilim adamlarının yeni teknolojik icatlarını anlatmayı yeni bitirmiş olduğundan son icat edilen teknoloji harikası ürünün ne olduğunu maalesef öğrenemedim. Eşim çayımı uzatırken, "Bizimkiler çok müthiş bir şey daha icat etmişler, bütün dünya onu konuşuyor, iş yerinde internetten okursun" dedi.

Bu arada spiker hanım efendi, Kanadalı bir grup eğitimcinin ülkemizin eğitim sistemini öğrenip kendi ülkelerinde uygulamak için hazırlık yaptıklarını ve yine Norveçli bir grup yerel yöneticinin, "Belediyecilik nasıl yapılır?" eğitimi alıp kendi şehirlerinde uygulamak için bizim yetkililerden üç aylık kurs alacağını söyleyince mutluluğum tavan yaptı.

Asude bir bahar ülkesinde yaşıyor olmanın hazzını hissettim…

"Helâl olsun" dedim içimden: "Helâl olsun".

Spiker, ülkemiz ekonomisinin nasıl büyük olduğunu ve bu ay verdiğimiz cari fazlayı ekrana yansıtılan tablolar eşliğinde söyledikten sonra yabancı ülkelerin kendi para birimlerinden vazgeçip bizim paramızla çalışmayı ciddi ciddi düşündüklerini belirtti. Dünyanın bizi kıskanma sebeplerini rakamlarla açıklamaya başlamışken gözlerimden iki damla sevinç gözyaşı döküldü. Gözyaşlarım ekranı net olarak görmemi engellediğinden silmek için ellerimi yüzüme götürdüm.

Tanrım o da ne!

Gözlüğüm…

Gözlüğümü takmamışım…


25.09.2018