Ortaokuldayken Tülin diye bir arkadaşım vardı. Bir gün, muhtemelen ilkokul 1 veya 2. Sınıf çocukları için yazılmış, resimli bir Almanca kitap getirmişti okula. Bol bol ayıcık resimleri olan bu kitaba baktık baktık… Bizim dilimiz İngilizceydi, hiçbir şey anlamadık. (İngilizce olsaydı, anlayacaktık sanki...) Resimlere bakarak hikayenin ne olduğunu tahmin etmeye çalıştık. Kitap bende kaldı.

Sonra bir gün ben, o kitaptaki resimlerin altına kendi kurguladığım bir hikayeyi yazdım. Nedendir bilmem, Türkçe hocama değil de okulumuzdaki Fransızca hocamıza gösterdim. Belki de yabancı bir dilde yazıldığı için… Sait Hoca'ya... Kitap Almanca, benim aldığım dil İngilizce; ama ben kitabı Fransızca hocasına gösteriyorum. Demek ki dersimize girmediği halde bana daha yakınmış. 

Sait Hoca, Almanca da mı biliyordu, kitapta gerçekten ne yazdığını anladı mı bilmiyorum ama benim hikayemi çok beğendi. Başka şeyler de yazabileceğimi söyledi. Keşke o kitabı saklayabilseymişim… Ama ben yazmak yerine çok da yapabilirmişim gibi resim yapıyordum o sıralar. Sarı kapaklı bir dosyam vardı. İçinde saman kağıdı dediğimiz teksir kağıtları olan... Kara kalem tekniği(!) ile bir çok resim yaptıktan sonra bir gün yaptığım resimlerime tek tek baktım baktım. Bir de ne göreyim! Ben hep aynı mekanları aynı objeleri çizmişim. Resim yapmaya dair hiç hayalim yoktu zaten;vazgeçtim, bitti gitti.

Kendimi bildim bileli, okumayı çok, hep çok sevdim. Daha bir kitabı bitirip aynı gün yeni bir kitaba başlamadığım hiç olmamıştır. Bazen yavaş, bazen hızlı ama hep okurum. Umarım son nefesime kadar da okurum, annem babam gibi…

Annemin ilginç bir okuma şekli vardı. Nedense gözüyle okumazdı.Küçük sesle, ama sesli okurdu. Bir de bir kitabın biraz başını, biraz sonunu okur, beğenirse tamamını okurdu. Beğenmezse "Güzel değil" anlamında "bu bir şeye yaramaz" derdi.

Babam birkaç kitabı birden okurdu. Şu sıralar ben de öyle yapmaya çalışıyorum. Farklı alanlardaki kitapları... Ama itiraf etmeliyim ki, bitirme süreci uzadıkça sıkılıyorum.

Elime ne geçerse okurdum çocukken. Çocuk kitapları yerine ağabeylerimin,ablalarım kitaplarını, gazeteleri, dergileri… Sokakta bulduğum kağıt parçalarını bile alıp okuduğumu hatırlıyorum. Beşinci sınıfı bitirdiğim yaz ağabeyimin lise üç edebiyat kitabındaki metinleri okudum. Faust ve Goethe ile, Annabella ve Edgar Alan Poe ile o yaz tanıştım.

Cavit Ağabeyimiz vardı bizim. Kuzenimiz…. Ondan da Oğuz Özdeş romanları alırdım. Aklımda kalan "Kartal Başlı Kadırga…" Turgut Reis'in Akdeniz'deki korsanlarla mücadelesini hala hatırlıyorum. 

Belirgin olarak hatırladığım bir şey de Öğretmen okulu birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yaz; Sefiller' in beş cildini beş günde okuduğum... Jean Valjean kilisedeki şamdanları çaldığında rahibin ona verdiği ders, hayata dair edindiğim öğretilerden biri oldu.

Yazmak derinlerde bir yerlerde adını koyamadığım kendimden bile sakladığım bir özlem oldu hep benim için.

Bir yolculuk sırasında mola mekanlarının birinde yere açılmış bir kitap sergisi görmüştüm. Mola süresince kitapları incelemeye çalıştım. Adını hiç duymadığım birçok yazar ve bir sürü kitap… Üstelik de üç tanesi beş liraya… Onlarca insan gelip geçiyor ama kimse dönüp bakmıyor bile… Hani telli çalgıları akort ederken çok gerdirirsen tel kopar da o teli bir daha kullanamazsın ya; işte orada benim de içimde öyle bir tel koptu...

Kim bilir ne kadar emek verildi, kaç geceler üzerinde düşünüldü, uykusuz kalındı; yazıldı, silindi, değiştirildi; yeniden yazıldı… Basılması için yayınevlerine gönderildi, kabul edildi, sevinildi; kabul edilmedi hayal kırıklığı... Tarifsiz bir emek ve mücadele, verildi. Şimdi ise üç tanesi beş liraya yerlere yeksan ama dönüp bakan bile yok. O kısa sürede seçebildiğim kadar, taşıyabileceğim kadar kitap aldım. O gün itibariyle yazmak üzerine kendimden bile sakladığım hayallerim kumdan kaleler gibi yıkıldı.

Gün oldu devran döndü, Facebook hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu. Herkes gibi ben desayfamda bazen ülke, bazen dünya; bazen sosyal sorumluluklarımız, bazen kendi gündemim üzerine düşüncelerimi paylaşmaya başladım zaman zaman. Beni takip eden arkadaşlarım ve öğrencilerim sık sık başka şeyler de yazmam gerektiğini söylediler. Bu motivasyonla, içimde kırılan teli yenisiyle değiştirip ciddi ciddi ne yazabileceğimi düşünmeye başladım..

"Ben ne yazabilirim?" Hikaye? Çok hikaye okumam bile… İstediğim şey bu değil. Roman? Beni aşar. Şiir? Yooo, o çok fazla gelir. Çocuk kitapları… Evet bu olabilir. 7-12 yaş çocuklarını bedensel, zihinsel, duygusal açıdan hem akademik olarak hem de tecrubelerime istinaden çok iyi tanıyorum. Onların beklentilerine nelerin cevap verebileceğini biliyorum. Konu, kurgu, resimleme üçlüsünü bir araya getirirsem bu iş olur. Bunu yapabilirim. Ama öyle bir tane yazıp arkası gelmezse olmaz. Bu uzun soluklu bir çalışma olmalı. Diyelim ki bunu da başardım; bakalım, bastıracak yayınevi bulabilecek miyim? Bu süreç çok uzun… Şu sıralar buna hazır olup olmadığımdan emin değilim. Şimdilik aklımda dursun, biraz daha demlensin.

Yine bazı arkadaşlarım ısrarla blog açmamı en azından facebook duvarlarındaki yazılarımı bir arada toplayabileceğimi söylediler. Bu daha mantıklı ve sürdürülebilirliği yüksek bir proje gibi geldi. En azından üzerime bir sorumluluk almış olurum, bu sırada da kendimi geliştirme fırsatım olur belki de…

Derken, hiç beklemediğim biranda bir sevgili Facebook arkadaşımdan bir mesaj aldım.

"TahtaPOD BLOG sitemizde yazmak ister misiniz?" diye… Blogu biliyordum zaten, oradan takip ettiğim arkadaşlarım var. Tab ki kabul ettim ve hesap açtım.

Velhasılı kelam bundan böyleTahtaPOD platformunda ben devarım. Umarım varlığımı sürdürebilirim. Okunması dileğiyle…